Archive for the ‘masuniyetler’ Category

auschwitz’den sonra

14 Ocak 2017

Geçtiğimiz pazar sabahı, 8 Ocak 2017’de, -22 dereceydi Auschwitz’e vardığımızda. Gece boyu yoğun kar yağışı hiç durmadı ama Berlin’den yola çıktığımızda hava ılık sayılırdı. Sabaha doğru kamplara yaklaştıkca o keskin soğuğu hissettik. Bu acımasız soğuğun bir şiddet biçimi olarak hedeflendiğini düşünmemek imkansız. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü kuşkusuz bu aşırılıktan sonra “anlamak” dediğimiz şeyin sınırlarına işaret ediyordu. Öyle bir aşırılık ki, şiir yazmamak, susmak da barbarcadır; bütün uygarlığı, kültürü ve insan oluşu bir soruna dönüştürmüştür dehşet. Jean Amery’nin kesif duyduğu acıyı, denilen zamanın geçtiği için geçerek her şeyin geride bırakılabileceği düşüncesinin kabul edilemezliğini, Auschwitz’den sonraya hiç geçilemediği gerçeğini, bu noktada anlayabiliriz sanırım.

Suç ve Kefaretin Ötesinde‘nin kederli ve bir o kadar açık zihinli cümleleri yankılanıp durdu zihnimde lager‘ları gezerken. Alt edilmişliğin üstesinden gelmeyi denemek zamanı ve dili katedebilmeyi gerektirir; mevcut düşünce konvansiyonlarını alt edebilmeyi. Amery’nin, alt edilmişliğin üstesinden gelme denemelerinin sınırını da “Auschwitz’den sonraki dünya”ya inanmayışı belirliyor kaçınılmaz olarak. Tam da yıllar sonra bu inanmayışı doğruluyor kampı seyreden insan hallerimiz. Evet o da hayatta kalmıştı elbette, ama bu kurltulmak anlamına mı geliyor? Bugün hala bizim Auschwitz’den kurtulabildiğimiz söylenebilir mi? Amery’nin yirmi yılı bulan suskunluğu bir anlama çabasının sonucuydu muhtemelen, sonrasında çokca konuşması da. Her ikisinin de sonuçsuz kaldığını biliyoruz; geriye kalan, ağır ve ağrılı denemelerinin, hiç değilse bu sonuçsuzluğun anlamını çerçevelediğini söyleyebiliriz.

“Uygarlığın temsili şehir değil toplama kampıdır.” demişti Agamben de. Bir köşesinden baktığımızda intizamıyla ürperten lager‘ların sakin ve düzenli yerleşim yeri hali, şimdi her ne kadar “bir daha asla” söylemleriyle dolaşıma sokulsa da “ölüm fabrikaları”nın sadece geçmişi değil geleceği de damgaladığını canlı kılıyor. İnsanın gerçek bir temsili, cellat ya da kurban olarak gerçekliği, bu ölüm fabrikalarının işleyişinde dağıtılmış konumlarında bulur karşılığını. Belki, en çok da Musellman olarak. Geride kalanlar henüz bu uygarlığı, kültürü ve insanlık durumunu ne yapacağını çözüme bağlamış değil. Dehşeti hukuken “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” başlığında topladık, bu yargının ahlaki bir sonuç olmasını da umarak; siyaseten de her ikisine yaslanarak bir “yeni dünya düzeni”nde olduğumuzu varsayıyoruz.

Tam bu noktada, 9 Ocak 2017’de kaybettiğimiz Zygmunt Bauman’ı  anmak gerekiyor. Holocaust’un “modernliğin meşru bir sakini” olduğunu söylemişti Bauman. Auschwitz’i bir istisna, ilerleyen insanlık durumundan bir sapış hali olarak değil, kural haline gelmiş istisnanın belki zorunlu değil ama kaçınılmaz olan dehşeti olarak değerlendiriyordu. Soykırımın örgütlenmesindeki “sistematik akıl”dı tam da Bauman’ın  Modernite ve Holocaust‘ta ısrarla üzerinde durduğu mesele. Teknoloji ve bürokratik düzenin akılcı işleyişi, dehşetin incelikle tasarlanması değil yalnızca, ona imkan veren görev duygusunun oluşturulmasında da devredeydi bu akıl, belki olanca akıldışılık biçimine bürünmüş halde fakat akıl olarak iş başındaydı; dahası Arent’in düşüncesizlik olarak işaret ettiği sıradanlaşmanın, ahlaki kayıtsızlığın  yaratılmasında da merkezi bir rolü vardı akılcı düzenin.

Goya’nın ünlü tablosunun tersyüz edilmiş halini düşündürür Auschwitz: “Akıl uyuyunca canavarlar uyanır” sözünün antitezini kanıtlanmıştır orada. Canavarları uyuttuğunda aklın kendisi bizzat en büyük canavar olarak uyanmıştır. İşte, sistematik olarak toplanmış ayakkabılar, elbiseler, gözlükler, saçlardan dokunan halı, çizgili mahkum elbiseleri, hiyerarşik işleyişte itinalı imzalarla kaydedilmiş raorlar, ölümü ucuza getirmek için icat edilmiş siklon b gazı.

louis

25 Ocak 2015

IMG_3894

 

 

“tuz kokan geceler dur dedi/durdum bekliyorum, gelme”  -gülten akın

le quattro volte

13 Ağustos 2013

yavrukeci

“buradaki özgül bakış açımızdan insanın tanımlarından biri sinemaya giden hayvan olabilirdi.”

giorgio agamben -çvr.ulus baker

* * *

le quattro volte, sözsüz bir film -ama hayır, sessiz değil. sözcükler girmiyor araya yalnızca.

başka bir dünyanın mümkünlüğünü bir de böyle düşünmek gerek, diye geçti aklımdan filmin sonunda.

kültür ve doğa. insan ve hayvan. zaman. ölüm. ve hayat…

“gelenek” dediğimiz şey, ölü bir ideolojik miras değil zamanın, doğanın ve ölümün yeniden deneyimlendiği bir “tekrar” olarak düşünülebilir.

google çeviri aletine göre “le quattro volte”nin “dört kez” anlamına gelmesinin ima ettiği “döngü” de, bu açıdan, yerinde olsa gerek.

“tekrar”, evet, ama nietzsche’den sonra bilindiği gibi, ölü bir biçimin muhafazası ile özdeşliğin ya da aynı olanın tekrarı anlamında değil.

beden, zaman ve mekan ilişkisini yeniden düşünmek, dinsel olsun seküler olsun “insan merkezciliğin” ötesine geçmek zorundayız, diyebiliyorum bunları düşünürken.

agamben, açıklık‘ta “insan ve hayvan” meselesini gündeme getirirken, haklı olarak bu sorunu -insanın insanlığı ile hayvanlığı arasındaki çatışma sorununu- belirleyici ve bütün çatışmalara hükmeden bir politik sorun olarak kaydediyor.

geçmişten bugüne “ilerleyen” politik dünyanın “felaketi” de, tam bu noktada yeniden düşülebilir -ya da düşünülmek zorundadır, kesinllikle.

heidegger’in -agamben’in de tartıştığı- bilinen ayrımı: hayvan bir dünyada yaşar, insanın ise bir dünyası vardır. hala sorunlu bir ayrım bölgesindeyiz.

insanın bir dünyasının olması ile kendisini dünyanın “sahibi” ya da “efendisi” sayması/kılması arasındaki bağı kesmek nasıl mümkündür sorusu önümüzde duruyor.

sanatın ve politikanın ortak hattı bu olsa gerek. olmuş olduğu, olmuş olacağı ve/ ya da olabileceği haliyle, “insan oluş”.

gezi olayının “bir kaç ağaç meselesi” olması, tam da bu yüzden mühim.

hayal perdesi’nin 35.sayısında zeynep gemuhluoğlu’nun “teknoloji ve şiir arasında: devir” yazısı bakın demeyi unutmuşum, ekleyeyim.

filmin “yavru keci”si seslenip duruyor zihniminde hala.

_____

edit: baştaki alıntının kaynağı olan yazıyı hep ulus baker’in diye okumuşum bu vakte kadar, giorgio agamben yazısıymış. çeviri de olsa bir “ulus baker yazısı” olmuş metin ama referansı düzelteyim hemen.

yağmurdan önce

03 Kasım 2012

Milcho Manchevski’nin Yağmurdan Önce (1994) adlı filmi, görselliği ve müzikleriyle insanın ruhuna nüfuz eden bir hüzne sahip; ışığın ve gölgenin kadraja alınma biçimi, odaklanılan ayrıntıları ve yağacağı söylenen yağmur imgesiyle başarıyor bunu. “Politik olan” ile “kişisel olan” arasında kurduğu ilişkiyle -ideolojik sorunlarıyla birlikte- tartışmaya değer bir niteliğe sahip ayrıca. Bununla birlikte filmin, esas olarak zaman kurgusuyla karakteristik özelliğini kazandığını söyleyebiliriz.

Sinemada zamanın kullanımının, sinema sanatının belirleyici niteliği olduğunu söylemek mümkün. Çünkü, en başta, “kurgu” dediğimiz şeyin imkanlarını ve sınırlarını belirleyen ögedir zaman. Zaman algısı kültürün ve uygarlığın yapılanışına damgasını vurur, bilginin ve düşüncenin olanaklılık koşullarını belirler. Felsefe, zamanı kategorik olarak anlamaya çalışır, edebiyatsa anlatının zamansal biçimlendirilişiyle hikayesinin gerçeklik düzeyini yapılandırır. Sinema sanatı, her iki yönü görsellikle bireşim halinde ortaya koyar. Filmin zamansal kurgusu, bu nedenle, filmdeki hikayenin/hikayelerin zamanından daha farklı bir boyuttadır. Bu da, her zaman, kurgunun görünür olandan daha fazla -epistemolojik ve ontolojik düzlemlerde- içerimlere sahip olduğu anlamına gelir.

* * *

Yağmurdan Önce filminde zamanın kurgulaşı, artık seyircinin bilmediği bir örnek değilse de -ilk elden İnnurati’nin Aşklar ve Köpekler’ini, Tarantino’nun Ucuz Roman’ını kaydedebiliriz-, kendine has özellikler barındırıyor. Bir cinayet hikayesi, sondan başlayarak geriye doğru gitmek üzere tamamlanan bir çember şeklinde kurgulanmaktan öte, farklı bir zamansallık söz konusudur burada. Puzzle’ın parçalarını birleştirerek elde edilecek görüntüler toplamından farklıdır bu kurgu; bir tür dairesellik söz konusudur, sonunda ortaya bir tamamlanmışlık çıkar, ancak kapanan bir çevrim değildir yine de zamanın alımlanışı. “Başlangıç” aslında “son”dur buna göre, son’a vardığımızda ise başlangıç noktasındayızdır ve -artık- her şeyin anlamı değişir.

Filmin sonunda başlangıç noktasına döndüğümüzde, bir mobius şeridini katetmiş gibiyizdir. “Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir” sözü, filmin zaman kurgusunun formülünü de veriyor bu yanıyla. Artık, hikayenin anlamı parçalarının toplamından daha fazla bir şeydir. “Yağmur yağacak, sinekler ısırıyor” sözü başlangıcı ve sonu birleştirir, ancak çember kapanmamıştır; bizzat filmin kendisi –hayatın anlamı, insan gerçekliği ve dünyanın politik çehresine dair soruları ve- kurgulanma biçimiyle izleyicinin doğrusal algısında bir gedik açar. Zaman katedilmiş, “başlangıç” ile “son” aynı noktaya gelmiştir; hikayenin önümüze çıkardığı pek çok sorunun cevabını bulmuşuzdur, ancak zaman durmaz, filmin sonu hayatın başlangıcına ilişir. Kadrajın dışında “başlangıç” ve “son” yoktur belki de.

Yağmur imgesi de, bu kurgu içinde yerini bulur. Filmin başında ve sonunda, bir tür “sonsuzluk” vurgusuyla, hem gelen kötü olayların habercisi, hem de kurtuluş iması içerir yağmur. Döngüsellik, evet, ama her şeyin başka türlü olabilirliğini de içerecek şekilde yapılandırılmıştır ‘süreç’. “Gökyüzüne bak,” der Alex yere düştüğünde, “yağmur yağacak”. Orası, filmin başında rahibin genç rahibe, “bak orada yağmaya başladı bile” dediği yerdir. Yağmurdan önce, her şey çoktan olmuştur fakat yine de neyin nasıl tamamlanacağının ucu açıktır. Kafkavari bir umut-umutsuzluk gerilimi içerir yağmur imgesi bu yanıyla. Bir “yazgı” söz konusudur sanki: Olmuş olan her şey yalnızca olmuş olduğu gibi olacaktır, ancak hiçbir şey de basitçe önceden belirlenmiş bir neden-sonuç ilişkisinin zorunlu sonucu olarak anlaşılmaz yinede.

* * *

“Sözcükler”, “Yüzler”, “Fotoğraflar” şeklinde adlandırılmış üç ayrı bölümden oluşuyor film. Üç bölüm, son ile başlangıcın “birleştiği” noktada bir bütünlük kazanıyor, zamansal olarak olaylar birbirine bağlanarak hikaye tamamlanıyor. Üç ayrı bölümde anlatılan olaylar zamansal olarak birbiri içine geçerilerek çizgisel ve doğrusal olmayan bir anlatım oluşturulmuş. Önce ile sonra’nin yer değiştirdiği bir anlatım.

Başka başlıklarla da filmi değerlendirmek mümkün. Ve hatta gerekli. Savaş ve barış, toplumsal hayatın ve uygarlığın derinliklerinde saklı duran şiddet, “biz” ve “onlar”, sanatın politik doğası, hayat, suç ve masumiyet, sorumluluk ve aşk, taraf olmak ya da tarafsızlık. Her biri kendi başına film üzerinden konuşulabilecek meseleler. Özellikle “taraf olma” meselesi filmin politik muhtevasının çekirdeği sayılabilir. Türkiye gündemi açısından da oldukca güncel sorunlardır bunlar; açlık grevleri, Suriye ile savaş konusu, “kürt sorunu”nda yine ve yeniden imha ve inkar yaklaşımında kilitlenmiş olan devlet politikası, toplumda giderek derinleşen kopuş hali tartışmayı ahlaki ve politik bir sorun olarak her geçen gün canlı kılıyor. Dolayısıyla, filmin ideolojik-politik içerimlerinin, açık ya da dolaylı önermelerinin hem sorgulanması, hem de -güncel bir sorun olarak- değerlendirilendirilmesi mümkün.

* * *

Görünür düzeyde filmin belirgin bir savaş karşıtı söylemi, Balkanlar’da olacakları öngören uyarıcı bir bakışı, özellikle de entelektüel dünyayı sorumluluğa ya da daha doğrusu sorumluluğu üzerinde düşünmeye çağıran etik bir boyutu var. Yanı sıra, ideolojik-politik bir sorgulama ile baktığımızda, dilin ve estetiğin sanıldığı gibi masum olmadığını anlayacağımız, sorunun nasıl tarif edildiğinden nasıl görünürleştirildiğine, neyin gösterildiğine ve nasıl gösterildiğine dair, tetikte durmayı zorunlu kılan sorunlara çarpılacaktır.

Bu yanıyla ilkin, Zizek’in, Kusturica’nın Yeraltı filmiyle birlikte Yağmurdan Önce’yi de –Said’in Şarkiyatcılık’ı ile anoloji kurarak- “Balkancılık” bağlamında değerlendirdiği eleştiriyi hatırlamak yerinde olur sanıyorum (“Çokkültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı“. “Batı liberalizmi”ne ve onun “çokkültürcülük” anlayışına eklemlenme, dahası bizzat bu batılı bakışa uyarlanmış filmler olduğunu söyler Zizek. Yağmurdan Önce filmi büsbütün böyle görülebilir mi tartışılır belki; “barış sadece istisnadır” sözü gibi siyasetin doğası hakkında gücelle sınırlı olmayan bir sorgulama yönelimi de söz konsudur filmin, ama yine de Zizek’in yürüttüğü tartışmayı akılda tutmak, ideolojik uyarılarını gözardı etmemek anlamlı olacaktır.

İkinci eleştiri ise, Zizek’in itirazlarıyla aynı çizgi üzerinden ve yine esas olarak Kusturica’nın Yeraltısı‘nı hedefleyen daha sert Ulus Baker’in değerlendirmesidir(“Yeraltından Notlar“). Ulus Baker, Yeraltı’nın estetik ve ideolojik olarak anatomisini çıkarır ve kesin çizgilerle politik eleştirisini yapar. Yazısının sadece sonunda kısaca bahsedilir Yağmurdan Önce filminden. Angalopoulos’un Ulis’in Bakışı’yla birlikte, Yeraltı‘na yöneltilen aynı eleştirinin muhatabıdır her iki filmde. Yine de, ince bir çizgiyle ayrır bu iki filmi Ulus Baker, “savaşın sunumu” ve “barış pazarlamacılığı” konusunda Ulis’in Bakışı “daha ayık”, Yağmurdan Önce ise “daha sorgulayıcı”dır. Baker’in temel eleştirisi, savaşın “neredeyse doğal bir afet”, bir tür “kader” gibi kurgulanması ve bu kurgunun ideolojik-politik dayanaklarıyla ilgilidir.

* * *

Kendi hakikatine ulaşmak için insan cehennemi tercih etmek zorundadır bazen. Bazen mi? Belki de böyledir hep. Alex, cehenneme geri döndüğünde hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu söyler, ama yine de herşey değişmiştir. Bakışı değişmiştir çünkü, zaman katedilmiş, hayat yaşantılanmıştır. Yıllar önce geride bıraktığı kadının oğlu “O bizden biri değil” der öfkeyle. Her şey başka türlü olabilirdi elbette, ancak insan “kendi”nden kurtulamaz, şu ya da bu yönde attığı her adım ile gerçek’in çağrısına bir cevap olarak gerçekleştirir yazgısını. Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı’nı da düşündürüyor film bazı yönleriyle; özellikle, “eve dönüş” hikayesi, “Balkanlar” üzerinden ‘insan gerçekliği’ne bakma denemesiyle.

Çember yuvarlak değildir, bir eşik gibidir ‘yağmurdan önce’ başlangıç ile son arasında, zaman bükülür, başladığınız ve bitirdiğiniz yer aynı değildir…sesler ve sessizlikler, yüzler, yüzleşmeler, şimdi ve geçmiş, sözcükler, fotoğraflar…zaman asla durmaz…her derdin ilacı olması da, hiçbir derde -gerçekte- deva olmaması da belki bu yüzden…insan oluş hikayesinin hep yeniden başlaması, her karar anında, yeniden….

Her “eve dönüş hikayesi” ev’in ve dönüş’ün imkansızlığıyla yüzleşme denemesidir belki….

kedi

29 Nisan 2010

kullanılan renkler ve ifade biçimiyle çok sevdiğim bir kedi figürü bu.  mehmet siyah kalem adını araştırırken bu figürün de ona ait olduğuna dair bilgiyle karşılaşınca şaşırmıştım biraz. daha önceden rastgelmiş ve sevmiştim bu figürü, ama merak edip araştırmamıştım kim yapmıştır, nerede ne zaman yapılmıştır. figür siyah kalem’e mi ait kesin olarak bilmiyorum yine, doğrulayabilecek bir kaynak yok elimde. “insanlar ve cinlerin ustası” addedilen siyah kalem‘in kim (ve hatta kimler) olduğu bir efsane gördüğüm kadarıyla. peri’den duymuştum ilk ismini ve hakkındaki bilgileri. louis’in tıpkı bu figürdeki gibi bir duruşu ve bakışı var. özellikle camı açtığımda, eskiden ciceklik olan tahta pervaza çıkar, iyice gevşeyene kadar tetikte böyle dururdu. kuşlara, ağaçların üzerinde ve aşağıda olan bitenlere merakla ve dikkatle bakardı. bazen sepetinde, minderinde de halka gibi kıvrılır yüzünde böyle bir ifade yüzüme bakardı. bir anlama çabasında olurdu sanki. soru sormayan ama yaptığım herşeye dikkat kesilmiş bir halde. rüyamda öyle bakıyordu yine. uyandığımda da bakmaya devam etti bir süre daha.

ahmet uluçay’a sevgiyle….

30 Kasım 2009

evet, “bir azmim hikayesi“ydi hayatı…

“karpuz kabuğundan gemiler yapmak”tı önemli olan ya da “koltuk değneklerinden kanat yapmak”, değil mi usta…..

değil mi…

sevgiyle…..

 

 

aşk yağmuru

03 Nisan 2009
askyagmuru11

"genç kızların ahlakını bozan heykel"

Uykudan İlk Kalkışta: Yeni Bir Renk

13 Aralık 2008

1- 21 Şubat 1911 (Kafka-Günlükler)

Bu dünyadaki hayatım öyle ki, adeta ikinci bir hayat yaşayacağımdam eminim. Örneğin, başarısız kalan Paris gezisinin acısını çok geçmeden yine oraya gitmek isteyeceğimi düşünerek sineye çekmiştim…

2- 27 Temmuz 1957 (Ece Ayhan-Galata Kantosu)


geceleri Galata’da gülerken bacaklarımız uzamış alıştık artık
ölüme
diyeceğim şu İvan Milinski: ölüm için ayırdık geceleri gülerken
Galata’da.

3- Temmuz 2008 (Cem Kurtuluş-Turuncu ama Devlet/Monokl Hegel Sayısı)


korkup yine
kaçmış olacağız yanına devletin
ah, önce öp
sonra yık beni!
yok oluşun bütün izlerine
susamış rengim.

1- Üzerine düşünme yazgısını üstümde hissetmediğim tek bir gün bilmiyorum. Ne zaman ki yaşamın gidişatına atsam kendimi, hemen suya batar gibi dibe batıyorum: yaşam değil ama içim boğuyor beni. İçim, algım yaşamla dolaysız bir dünya kurmayı hazmedemiyor. Hem bu dünyada yaşamak, yaşamaya, hayatta kalmaya zorlanmak,,, hem de onu değiştirmek, onu kabul etmemek, ondan tiksinmek halleri arasında gidip gelmekten ne yaşamasını ne de yaşama karşı radikal bir eylemler halini, yani kendimizin arzusuna doğru olan dünyayı etkinleştiremiyoruz. Ortada bir yerlerde, neredeyse çok azını başardığımız isteklerimizle, tam bir yaşama haline geçememiş bir sıkışıklıkta duruyoruz: sanki sahip oldukları zaman zinciri yalnızca güneşin aydınlattıklarını görebilen köleler gibi. Halimiz nice: biraz sağa kayarsak güneş yakıyor yaşamak bilmeyen bedenimizi, biraz sola ya da aşağıya kayarak bu sefer de bir hayal dünyasında hiçbir zaman gerçeğe dökemediğimiz sayısız plan ile, o planların salt gölgeleri ile nefes almaya zorlanıyoruz. Hem nefes almak hem de güneşe alternatif bir ışık zerresi olmanın zorluğuna ne kadar dayanabilir insan!..

İmgeselimin bu denli güçlü olmasından çok fazla sıkıldığım zamanlar oluyor ama bunu kendimden başkasına anlatamadım hiçbir zaman. Kendi imgeselim kendisini avutacak başka bir imgesel düzlemi açtığından olabilir başkasını ben ile ilişkiye sokamamam. Fight Club’un asi çocuğu Tyler Durden gibi “Bırak olsun” diyemiyorum, rahat olamıyorum. Yaşamı her zaman yaşayabileceğim, her zaman onu elde edebileceğim gibi bir his var içimde,,, ve bu yaşamı elde etmenin kolaylığından o denli çekiniyorum ki onu zorlaştırmak için bir gerekler düzlemi içinde bana bahşedilmiş yetenekleri açığa çıkarmak istiyorum: Yaşama müdahale etme isteği diyebilirim buna. Hiçbir zaman yeterli gelmeyen bir şey oluveriyor yaşam benim karşımda. Olduğu haliyle onu kabullenemediğim, ona kendimi bırakamadığım yani onu kendi karşımda o denli zayıf gördüğüm bir varlık olarak duyumsuyorum. Bu yüzden Kafka’dan daha zor bir yerdeyim belki de, o kendisini ikinci bir hayat yaşayacağı koruması ise doldurarak yaşamla bir sürekli bağ inşa etmiş oluyordu. Aslında belki de o da benzer bir şey yaşıyordu: çünkü ilkin dışındaki bütün yaşamları toplasanız bir ikincisi ancak eder…

Ya peki bizim çağımızın Kafka’ları için çözüm nedir? Karşımızda sonsuza kadar ertelenen bir yaşam durumu dikiliyor, bunu biz yapıyoruz çoğunlukla ama bununla karşılaşmayı, onun üstesinden gelmeyi istediğimiz halde neden bunda başarılı olamıyoruz: Sonsuz ya da ikinci bir yaşamımız olduğu yanılması içerisindeyiz. Bağımlılıklarımız, rahatlıklarımız var vazgeçemeyeceğimiz ve bunlar bizi yaşama bağlamaya çalışan şeyler ama o denli acımızı artıran şeyler. Hem yaşamı kolay görüyor, onun bizi tatmin edemesinden, onunla yaşayamamaktan şikayet ediyoruz hem de el altından onun nimetlerinden faydalanmaktan geri durmuyoruz: Çok uyku, rahat bir ev, teknolojik imkanlar, bol para isteği, toplumsal kabul edilmişlik, konum ve kariyer… Bunları da istiyorum örneğin ben. Peki ne yapmak gerek o zaman! Hala bir gerekle soruyu sorduktan sonra yaşamın bize yön göstereceği bir cevabın izini aramaktan başka yapacak ne kalır ki geriye!

2- Geceleri seviyorum, nedeni belki de depresyon hormonunun o saatlerde doğal bir artış içine girmesi olabilir. Ya da gerçekten de gündüzü yaşamakla eşitlemişimdir ve geceyi de o yaşamı reddetmekle. Aslında yaşamadan, onu reddetmemeyeceğimiz gerçeğini yaşamsal reddin bile bir yaşama biçimiyle ilişkili olduğunu kavradığımızda açıklıkla anlıyoruz. Ben şu an yazarken de yaşamla sıkı sıkıya bağlıyım esasında. Tek bir farkla ayrılıyorum gündüz yaşamından,,, her yazım bilinçli, her eylemimde düşüncenin en ince tasarımları mevcut. Bilinçli bir yaşam haline geçmiş gibi hissediyorum kendimi. Aslında gece midir tek gerçeğimiz diyen Rilke’ye bir adım yaklaştım. Ya da yazı ile aynızamanlıkta var ve yok olan, yani yaşamı aşan, içinde olduğu yazma edimi ile yaşamdan yok olan bir Blanchot sevdası düştü içime. Hegel ve Nietzsche’yi unutmayalım bence. Aslında yaşamım ikisi arasında, Hegel ile yaşamla diyalektik bir bağı yapıcı bir şekilde düşüncenin rehberliğinde inşa etmeye çalışırken, Nietzsche ile bu bağın imkansızlığı ve karanlığı kafamı meşgul ediyor. Bu yaşamı kökten olumsuzlayan bir tavra dönüşüyor. Düşüncelerimle Hegel’i onaylarken, yaşamımla her seferinde Nietzsche’yi kendime rehber alıyorum. Duyguların, tutkuların ve aklın dışında olan hangi süprizler varsa onların ardından olmanın heyecanı ile kendime saklanacak bir başka dünya buluyorum. Ölüm var bu dünya ile o başka dünya arasında ve sanırım Ece Ayhan’ın dizeleri benim için başka bir anlama bürünüyor: gece, bu dünya ile o dünyanın ayırıcısı ve İvan Milinski sana söylüyorum: bu da bana ciddi bir mutluluk veriyor,,, ve güzel kahkahalar!

3- Cem Kurtuluş, değerli arkadaşım benim. Bana ithaf edilen bir şiir’den bana dönen mükemmel bir dize yukarda alıntıladığım. Korkup yine kaçmış olacağım gecenin yanına, ah önce sarmala içine al beni gece, yazıda ve kitaplar arasındaki varoluşun ve yokoluşun aynızamanlığında yeni bir renk ver bana: o renk kendimi ve fikirlerimi biraz daha gerçekleştirmeye doğru giden ve yeni bir günün, yaşamın başlangıcı içinde olabilen bir anlar çokluğunu döşesin: sabah 6.30 ile 9 arasında her gün yaşamı kendi istediğin şekilde, roman tasarıları, felsefi taslaklar ve kurgulamalar arasında geçirmeyi isteyen bir rengin betimlelemeleri olsun bunlar: devrimsel bir rengin ilk yaşamı: uykudan ilk kalkışta!..

v.ç.
2008 aralık

tol, bir intikam romanı

05 Kasım 2008

Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.

* * *

Uyurkulak’ın ilk kitabı Tol, almancaya Zorn baslığıyla çevrildi gectigimiz ay. Yayınlandığında ses getirdi ve övgüyle karşılandı roman. Kendine has bir üslubu ve akışı var anlatının, afili tonu kimi yerde sarksa da bu akış sürüklüyor insanı. Kendi kör noktalarını da perdeliyor bu üslup öte yandan. Kabaca, merkezindeki devrim kavramıyla hesabını görmesini engelleyen dahası kavramın tarihsel yüklerine açıklıkla bakmasını imkansızlaştıran bir körlükten söz ediyorum. Bu keyifli anlatı, bir tahkiye şevkiyle devrim tarihini en nihayetinde yenik ama mağrur, kaybetmiş ama kederli bir romantik kavrayışa tabi kılmaktan başka bir şey yapmıyor.

Tol bir yol hikayesidir diyebiliriz sanırım. Diyarbakır’a giden bir trende tarihi yeniden kateden bir yolculuk hikayesi. Kitap boyunca kahramanlarımız sürekli icmektedirler. Rakı, şarap, konyak ne bulursa içerler. Plastik bardakları devrime kaldırıp kadeh tokuştururlar. Öfeklidirler, yeniktirler, kederlidirler. Devrimcidirler, ama aklı başında devrimciler gibi değil epey kaçık olarak. Bitmeyen bir hesapları vardır, tarihle olduğu kadar kendileriyle de. Herkesin biraz kaçık olduğu bir gayri resmi tarih yazımıdır hikaye aynı zamanda; dünyayı havaya uçurmak ve kendini de yok etmek isteyen bir intikamın peşinde.

Bir tuhaf “Yusuf masalı”dır roman sanki.

Yıllar sonra ben nedense hâlâ Yusuf’tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri diyordum, ama yetinmiyorlardı. Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi?
Borçlarımı, desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bir kez bile çay ısmarlamamış, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım.
Aynur’un memelerini, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı.
Ben de, onu diyordum. O’nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında, sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O’su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim. Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim.”

Bir intikam kitabı olarak Tol, elbette öncelikle taşıdığı intikam duygusu ve öfkesiyle dikkat cekiyor. 12 Eylül gecesine çocukluğu denk gelen, bütün o karanlık yıllar içinde büyüyen bir yazarın hikayesidir okuduğumuz. Seksenler dünyanın kıyamet günleridir aynı zamanda. Doksanlarda solun tarihsel yenilgisiyle tamamlanan bir dönemden söz ediyoruz. Romandaki kederin sol melankoliyle ilgisi bu noktada yenilginin içsel bir yenilmislik duygusuyla şekillendigini söylemek mümkün. Roman bu ikinci darbenin, sebebi esasen kendisinde olan devrimci tarihin yenilgisinden ve dahası yenilgi kelimesiyle de karşılayamayacağımız, esasen güzel olan ihtimalin kabusa dönüşmesinin sonucu olan darbenin görülmemesi üzerinden işliyor. 89’da yıkılan duvarın altında kalan Yusuf’tur ama mesele bunun disaridan gelen yikim değil kendi tarihinden kaynaklı olmasıdır. Öyle ki, tarihin bir kapısı kapanmış ve Yusuf artık içeride mi dışarıda mı olduğundan emin olunamayan bir yerde kalmıştır. Sorun işte bu kapanmanın Yusuf’un bilincinde hicbir karşılığının olmamasıdır. Bu olmayınca da intikan haklı ama yenilmiş melankoligin yine haklı ama imkansız bahanesine donusme tehlikesi taşıyor.

Nihayetinde ve nitekim Yusuf, bin kapıdan kışlanmış bir tavuktan beter durumdadır. Aynı zamanda bildiği hiç bir şeyden artık emin olmayan, ağzını her açtığında dudakları yuvarlaklaşıp ağır ağır açılıp kapanan ve beyninde, cümle fikirleri felc eden bir sıvıyla dolaşan sudan çıkmış bir balıktır gibidir. Her kapıdan kışlanmış tavuk hayat karşısında hep bir sıfır yeniktir ama durum daha da sıkıntılıdır.

Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:
Hayat: 5 – Balık: 0.

Geriye, güzelliğini bir ihtimal olmasından alan devrim kalmaktadır bir tek -“bir ihtimal olduğunda devrim ne kadar güzel“. Gerçekleştiğinde acı bir hayal kırıklığına dönüşen devrim tarihinin iyi bir özeti sayabiliriz bu cümleyi. Ama ima ettiği sorgulamayı içeriyordur cümle, orada neyin kabusa dönüştüğünü hele ki neden böyle olduğunu dert edinen bir sorumluluk üstlenilmiyordur. daha çok roman ihtimalin güzelliğine nostaljik bir yatırımdan ibarettir sanki. Kendi imasının etik gereklilikleri kör kalan bir roman diyeceğim.

titreşimli

01 Eylül 2008

aşağıda okuyacağınız hikaye stuttgard’da ikamet eden zeki’den geldi. onu sanıyorum kimi yazılara bıraktığı yorumlardan tanımış olmalısınız. bu da başından geçen bir hikayesi. gecenlerde sabah sabah bunu okuyunca gülmüştüm epey. herhangi bir redaksiyondan geçirmedim, olduğu gibi alıyorum buraya.

…………..

“Artik otellerde ya da dükkanda yatmaktan bikmis,daha sonra benim yanimda calismaya baslayacak olan Maria`nin yaninda kendime kücük bir oda bulmustum..125 yillik tarihi bir ev…alt kat geleneksel bir alman birahanesi..ikinci katin tahta merdivenlerinden yukari ciktiginizda direk ücüncü katin salonunda buluyorsunuz kendinizi..yani giris kapisi yok..

Ev kadar komsular da ilginc..Maria iki cocuklu bir italyan kadin,büyük oglu evden ayrilmis..maria`nin tek hayali kücük oglu Adriano`nun bir gün italyan milli takimi formasini giydigini görmek..(Adriano cosentino; bu adi aklinizda tutun arkadaslar,sallamiyorum,bu cocuk daha 13 ünde ama müthis bir futbol yetenegine sahip)..

Alfred bizim altimizda oturuyor..50 sini coktan gecmis,ufak tefek ip gibi bir alman..ayni zamanda altdaki geleneksel alman birahanesinin de sahibi..kapiyi acip tahta merdivenlerden eve cikarken,ta alt kata kadar gelen cift kagit sarilmis keskin cigaralik kokusundan alfred ìn evde olup olmadigini anlayabilirsiniz..yani günde en az 10 kez evdedir alfred..

Ücüncüsü ise Inge..alfredle ayni katta kaliyor..51 yasinda bir alman kadin..bir zamanlar reutlingen`de güzelligiyle ünlüymüs Inge..yasina göre hala da güzel sayilir..birahanelerde calistigi dönemlerde cok da canlar yakmis hani.. hatta buna asik olan iki türk kardesten biri digerini Inge`nin gözünün önünde vurmus..

Neyse iste,lafa fazla dünya turu attirmaya gerek yok,konuya dönersek…Bu inge ihtiyac duydugunda herseyi calabilir.. bir keresinde salondaki su kasalarindan hergün bir kac sise eksildigini anlayan Maria,inge`den kuskulanmis,geceleri elinde cekicle nöbet tutmus ama her seferinde uyuyup kalmis, bir türlü Inge`yi yakalayamamisti..bense tahta merdivenlerin ve salonun tahta zeminin gicirtisindan inge`nin yine birseyler calmak icin geldigini anlar,hic sesimi cikarmazdim..birkac gün eve gec vakit dönerken ingenin kapisin önüne bir paket sigara,3 ya da 4 sise su biraktiktan sonra bizim üst katta geceleri tahta gicirtisi kesildi..

Inge`nin baska bir özelligi de,türkiye de sadece kumarhanelerde bulunan para otomatigi (slot machine)bagimlisi olmasi..beni yolda ya da bir birahanede gördügünde muhakkak sigara ya da baska bir sey icin para ister,verdigim parayi da muhakkak gidip otomatige atardi..ben de her seferinde bu durumu yerdim..bir ara yaklasik 1 ay kadar ortalikta görülmemis,ben de ne oldu diye merak etmistim..megerse bizim Inge ye nerden bilmiyorum yaklasik 30 bin euro miras kalmis…Eee,tabi bu paranin hemen hemen tamamini bir ay icinde bu para otomatiklerine atmis..sonra yine sigara parasi yalanlari..

Para otomatigi kadar inge`nin bir diger bagimliligi da siyah erkekler..hemen hemen reutlingen de tanimadigi siyah yok..siyah olsun da ne olursa olsun,farketmiyor inge icin..siyahlar icin de ayni sey gecerli; kadin olsun da nasil olursa olsun..henüz daha tam olarak tanismiyorken,merdivenlerde bir kac kez yaninda siyah bir adamla (her seferinde baskasi ama) ingeyle karsilasmis,selamlasmistik..ama bagimlilik derecesinde oldugunu bilmiyordum henüz…bu durumdan en cok maria ve alfred rahatsiz oluyordu ve „bu kadin bu kara kara adamlari niye getiriyor“ diye homurdanip dururlardi..para bulursa,siyahlarin takildigi yerlere gider,tina turner figurleriyle dans ederdi..bazen o tür yerlerde karsilastigimizda,birini gösterir,o adamin nasil biri oldugunu anlatir,bazen de hic caktirmadan ve ayrintiya girmeden yasadigi yatak hikayelerini araya sokuverirdi..hani bi zamanlar sümer ve yildiz sinemalarinda „konulu“ filmlerin arasina filmle ilgisiz parca atarlardi ya,aynen öyle..

neyse,konudan uzaklasmayayim arkadaslar; bir gün sabah saat 10 civarinda kalkmis,üzerimi giyip dükkana gidecektim..alt katta hararetli bir tartismanin oldugunu duyunca merdivenlerden asagi baktim..iki polis inge ile konusuyor,arada bir lafa alfred de giriyordu..mari a ve ben merdivenin yukari ucundan bakip ne olup bittigini anlamaya calisiyorduk..polisleri görünce „acaba alfred`in günde en az 10 kez evde olma durumuyla ilgili bir problem mi cikti“ diye düsündüm ama ortalikta öyle cigaralik kokusu filan da yoktu..neyse iste mesele bizim Inge ile ilgiliymis..Bizimki bazen temizlik isleri filan yapar..sabahlari birkac birahaneyi temizler cogu zamanda calma huyu nedeniyle kovulurdu..dedim ya,ne bulursa ve ona ihtiyaci varsa calar..Bu kez de zengin ve yasli bir alman adamin evini temizliyormus..temizlik yaparken adamin yatak odasinda bir vibratör buluyor bizimkisi,adamin ne isine yariyorsa artik….ee,tabiki caliyor..adam da „vibratörüm calindi“ diye polise sikayette bulunuyor..inge`ye geliyorlar …koskoca alman polisi calinan vibratörü bulmak icin evde arama yapmayacak herhalde..tutanak tutuldu,birkac esprili konusma gecti polislerle aralarinda ve polisler gittiler..olay bizim memlekette olsa,vibratör islerine bakan polis subesi eve operasyon ceker,“nereye sakladin lan adamin vibratörünü“ der,saklanabilecek bütün mekanlarda arama yaparbir kac gün sonra da calinan tüm vibratörlerin faaili olarak mahkemeye sevkedilir,bütün televizyon kanallarina haber olurdu heralde..neyse iste,polisler gittikten sonra inge ye gidip ne oldugunu sordum,o da anlatti..“caldin mi pek“ dedim,önce yok dedi,ama dudaginin kenarina ilisen gülümsemeden caldigini anladim..daha sonra sikayette bulunan adamla ilgili seyler anlatmaya basladi her zamanki gibi,hakliligini göstermek icin..ama esas gerekcesini kahkaha ile öyle güzel ifade etti ki; „nasil calmayayim Zeki,simsiyah ve kocamandi..üstelik titresimli“…