Archive for the ‘abes’te iştigal’ Category

nazizm sonrası dünya

08 Mayıs 2020

8 Mayıs Nazi rejiminden “kurtuluş” günü Almanya’da. 1945’te bugün Nazi devlet erkinin teslim olması ve Hitler’in intiharı ardından “3. Reich” iktidarı yıkılıyor. Hitler’in “kanuna uygun” olarak nasıl egemenlik kurduğu, insanların kalpleriyle hangi yollardan bağ kurup sonrasında kendi iktidarını mutlak surette uyulacak “yeni kanun” haline getirdiği hâlâ en önemli sorun. İnsanın ve iktidarın tabiatına dair şüphesiz büyük dersler var bu tarihsel olayda.

Nazizm sonrası dünya da “kolektif rıza üretme tekniği” açısından bir başka büyük sorun oluşturuyor. Elbette, büyük bir kötülüğü alt etme söyleminden ivme alan bir güç söz konusu; hukuk, demokrasi ve insan hakları kavramları bu söylemsel gücün enstrümanları olarak işlev görüyor ve “yeni dünya düzeni” kuruluyor. Daha ilginç olanı, bu sırada “yüzleşme” kavramı da araçsallaştırılıp yeni dünya inşasının ideolojik harcında kullanılıyor. Bugün artık hiç de adil, eşit ve özgür olmadığını bildiğimiz dünyanın inşasında “bir daha asla” söylemi bile kollektif bilincin yönlendirilmesi için araçsallaştırılıyor.

Yasal ve hukuki ama ne etik ne de politik olarak geçerli bir dünya bu. İki kutupluluktan, duvarla ayrılan bloklardan, duvarın yıkılışından bahsetmiyoruz yalnızca. Tekleyen, sınırları aşınan bir “yeni dünya düzeni”nden bahsediyoruz. Üzerinde yükseldiği “hukuk” ve “insan hakları” kavramları da artık söylemsel işlevlerini yerine getiremiyor. Bir yanda sürekli yükselen faşizan dalga, öte yanda durmaksızın artan göç hareketleriyle sınırlar zorlanıyor. Küresel salgın bir başka cepheden, aynı gerçekliğin bir başka yüzeyinden, şu ya da bu toplumsal sorunlardan da öte bizzat insan varlığının yıkıcı sonuçlarından biri olarak dünyanın sürdürülebilir olmadığını gösteriyor bugün.

Korona virüsünün metaforlaştırılıp “ortak düşman”a dönüştürülme gayretinde, “kötülük söylemi”nin dolaşıma sokulma biçimlerinde ve “insanlık adına savaş” klişelerinin yaygınlaşma eğiliminde de nitekim yeniden Nazizm sonrası yakalanan fırsatı yakalama ya da yaratma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Burada pek umutlu bir durum yok, böylece kotarılacak olası bir yeni dünya düzeninin çok daha büyük ve şiddeti derinleşmiş bir eşitsizlik ve adaletsizlik düzeni olacağını kestirmek zor değil.

Kötülüğe işaret ederek, sanal ya da gerçek -çoğunlukla gerçek- bir kötülüğe karşı olma konumuna yerleşerek kendini meşrulaştıran politik söylem ve zihniyet biçimleri yatıyor bu sanki neredeyse kendiliğinden işleyen politik alan içinde. Nazizm sonrası asıl hesaplaşılması gereken şeylerden biriydi bu politik işleyiş mekanizması. Bütün politik söylemlerin sınırlarını belirleyen bir mekanizmayı kökleştirdiği için. Maalesef böyle bir hesaplaşma iradesi ya da fikri hiç işlemedi. Bugün, Nazizm sonrasını gerçek anlamda bir kurtuluş olarak görebilmek için belki de anlamı olan tek şey “yüzleşme” kavramını kurtarma kaygısı ve politik alanın söylemsel ve zihinsel klişeleriyle “hesaplaşma” çabasıdır.

başlangıç ve son arasında

29 Nisan 2020

Cornelius Castoriadis -yanlış hatırlamıyorsam Dünyaya, insana ve tabiata dair adlı seçkisinde- çağımızın “bulanık bir genelleşmiş konformizm çağına dönüştü”ğünü söylüyordu. Öncesi ve sonrasıyla 80’ler dünyası. Hesabı görülememiş, dolayısıyla içinden çıkılamamış bir çağ bu hâlâ. Aksine, herkes konformizmden pay aldığı ölçüde, kendi klişeleri ve düşünce kalıplarıyla içine gömülü olduğu için, bugün büsbütün derinleşmiş de olan karanlık bir çağ. Öyle ki, artık açıkça öne sürülebilir, eleştirel düşünce de çoktan krizin kendisine dönüşmüş olan bu konformizmden lanetli bir pay sahibidir. Küresel salgının şimdi göz önüne çıkardığı şey budur öncelikle. Kriz dediğimiz de her alanda, her söylemde beliren, varoluşa dair düşünme konformizminin krizidir. Dolayısıyla, Castoriadis’in polemiğe giriştiği –aklın bunalımı, felsefenin sonu, her şey gider göreliliği vs.- bağlamın da ötesinde, derinliği itibariyle söz konusu kriz bugün acil bir varoluşsal sorundur artık. Düşünce, söz ve eylem üretiminin sınırlarını belirleyen, her söylemi kendi yerinde kendi kendisinin klişesine dönüştüren bir konfordan söz ediyoruz çünkü. Pandemi dolayısıyla bugün yürütülen felsefi ve politik tartışmaların sınırlarında, hem genelleşen hem de derinleşen bu krizin işaretlerine çarpıyoruz aslında. Distopyanın en açık anlamını da burada görebiliriz: Varlığın içine gömülü olduğu konformizm ölçüsünce varoluşsal krizinin sınırlarını kavrayamaması. Bugün, yalnızca geleceğin belirsizliğinden ibaret bir sorundan bahsedemeyiz dolayısıyla. Düşüncenin geçen yüzyılda belirginleşen ve fakat çok daha derin bir geçmişten süregelen krizi de bugünkü sürecin esas muhtevalarından biridir. Yaşadığımız ve toplumsal sonuçlarının ne olacağını tümüyle kestiremediğimiz salgın, tam da bu bağlam içerisinde konformizmin gerçek anlamda ortaya çıktığı bir uğrak olarak kaydedilebilir. İnsanlığın kendisine dair kavrayışının sınırlarına gelinmiş görünüyor; felsefenin ve dahi düşüncenin bugünden, bu çağdan ibaret olmayan ontolojik krizinin sınırlarına. Günümüz filozoflarının salgının başından beri yürüttükleri tartışmalar, sorgulamalar elbette büyük önem arz ediyor. Büsbütün safsatanın, doxa’ların, yerli yabancı organik aydınların ve kanaat teknisyenlerinin eline düşmekten kurtuluyoruz böylece. Ne olduğu ve ne olacağına dair farklı patikalar açılıyor tartışmalarda. Fakat, bu süreç çok daha fazlasıyla bizzat düşüncenin gerçek’le –dolayısıyla kendi gerçekliğiyle- sınanması anlamına geliyor. Kaçınılmaz olarak düşüncenin –herbirimizde işleyen düşünmenin- içine gömülü olduğu konformizmin sınırlarıyla karşılaşmaktan geçen bir yol bu. Kaçınılmaz, ama elbette her zaman olduğu gibi kaçılabilir. Klişelerle yol alamayacağımız, alamadığımız açık oysa. Bilakis, başlangıçla son arasında, düşünme görevini üstlenmek zorunda olduğumuz  bir eşikteyiz. Arundhati Roy’un “bu salgın bir geçittir” dediği anlamda, olumsallıktan mükellef bir geçitte. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının sürekli söylenmesi anlaşılabilir elbette, fakat açık ki rivayetler -eldeki klişelerin meşrebine göre- muhtelif. “Düşünme ödevi”yse, kendisi de sorunun bir parçası -hatta sorunun bizzat kendisi- olarak ortada duruyor. 

___________________________

Castoriadis’in benim gördüğüm kitabı 1993 tarihli Dünyaya, insana ve tabiata dair başlıklı kitabıydı. Ekim 2005 tarihli baskısında adı değişmiş ve Dünyaya, İnsana ve Topluma Dair adıyla yayınlanmış.

rüyada uyanmak

17 Nisan 2020

Haftalardır dünyanın her köşesinde eve kapanmayı, bir anlamda sığınmayı zorunlu hale getiren küresel virüs salgını, pandemi boyutunda bir salgının nedenlerini anlamak kadar onunla nasıl baş edilebileceği gibi meselelerde de ‘hazırlıksız’ olduğumuzu gösterdi. Diyebiliriz ki pandemiye yakalanmış olmamızdan önce asıl bu yakalanmadaki hazırlıksızlığımız bir semptomun açığa çıkması anlamına geliyor: Tarih ve yaşadığımız hayat tam da böylesi bir hazırlığın imkansızlaşması üzerine kuruludur. Bu hazırlıksızlıkta bir imkan bulmak mümkündür belki, hazırlıksız yakalandığımız travma bir yandan tam da travma bir uyanma zorunluluğu olarak yaşandığı için bir tür uyanış anına dönüşebilir. Bir rüyada uyanmak ya da bir rüyadan uyanmak, olası görünmüyor ama imkan olarak mevcut.

Teknolojik gelişme, hız ve ulaşımın ölçülemez yoğunluğu, doğanın tahribatı vb. bağlamların yanı sıra, ‘kitle ve iktidar’ ilişkileri konusunda da temelli hazırlıksız olduğumuz ortaya çıktı. Kamusal alandan hızlıca vazgeçildi, siyasal olan doğrudan iktidarın ‘krizden fırsat yaratma’ sahasına dönüştü böylece. Evin bir sığınak olmaktan çıkmışlığını da, pandeminin açığa çıkardığı toplumsal eşitsizliklere körlüğümüz teyit etti. Elbette pandemi bir bakıma küresel bir felaket anlamına geliyor, beraberinde getirdiği insan varoluşuna dair sorularıyla birlikte, sonrasında yine ve yeniden hepsi unutulmak üzere yeniden yaşadığımız bir felaket.

Yazının, edebiyatın hafızasına gidilebilir bu noktada. 1984 tarihli Don DeLillo’nun Beyaz Gürültü romanı, güçlü bir ironiyle kriz durumunda belirdiği haliyle varoluşsal soruların muhtevasını olduğu gibi içeriyor; pandeminin akla getirdiği pek çok edebi eserden biri olarak bahsedebiliriz. Camus’nün Veba’sı ya da Saramago’nun Körlük’ü gibi bir ‘salgın romanı’ değil elbette Beyaz Gürültü, fakat ‘ölüm korkusu’ üzerinden teknoloji merkezli insan varoluşunun açmazlarını düşünüyor olması, korona ile ortaya çıkan hal-i pür melalimize ve yeniden önümüze serilen meselelere çeşitli yönlerden açıklıklar getirdiği için ayrı bir önem arz ediyor.

İnsan bilinçli bir varlık ve en nihayetinde bilinç kendi ölümlülüğünün bilgisine sahip olmak demek. Kökeninde ölüm korkusunun hüküm sürdüğü bir yaşam biçimi, arzu ve isteklerimizin daimi bir endişenin ve korkunun gölgesinde süregitmesi demek bu; “insan varoluşundaki ironi” (s.134) deniyor Beyaz Gürültü’de. DeLillo, insanlığın, tür olarak insanın, ölüm korkusunun bilgisinden kurtulma çabasının çağın koşullarında neye dönüştüğünü gösterirken teknolojinin anlamını ve insanın doğayla ilişkisindeki paradoksal yapısını gündeme getiriyor. Modernliğin açmazlarının başında gelen bir sorundur bu, ancak modernliğin açığa çıkardığı şey asıl bunun insanlık’a dair bir sorun olduğudur: “İnsanoğlunun tarihteki ve kendi kanının gelgitlerindeki suçları, teknoloji yoluyla, yaşamlarımıza günden güne sızıntı yapan hain ölüm yoluyla dal budak salmış.” (s.34)

Ölüm korkusuyla yaşam istenci arasındaki ilişki “teknoloji yoluyla” çift yönlü bir soruna dönüşmüş görünüyor burada. İmkan ve tehlike aynı noktada beliriyor: Uygarlığın huzursuzluğuyla insanın derinliğindeki mutsuzluğuna çözüm olarak görülen şey, bugünkü ekonomik ve siyasal dünya, daha fazla üretim, daha fazla teknolojik gelişme, daha fazla tüketim ve her alanda daha fazla hızlanma vaadinden ibaret. Oysa bu, toplumsal eşitsizliklere hiçbir çözüm sağlamadığı gibi aynı zamanda dünyayı ve insan yaşamını daha büyük tehlikelere açık hale getiriyor. “Doğadan sökülüp alınmış bir şehvet” olarak teknoloji, insan varoluşunun tekinsizliği anlamına geliyor demek ki.

Korona tehlikesine dönelim. Nasılsa hep başkalarının başına geldiğini varsaydığımız felaket, bu kez virüs aracılığıyla doğrudan ve potansiyel bir tehlike olarak hepimizin kapısını çalmış durumda. Romanın ikinci bölümünde anlatılan “Havada Gelişen Toksik Olay”a benziyor bu durum, önemli fark bugün yaşadığımız krizin küresel boyutta ve bedenlerimiz tarafından taşınan havadaki görünmeyen bir tehlikeden kaynaklanıyor olmasıdır. Böylece, herbirimiz belirsiz fakat açık bir tehlikenin içindeyiz, hastalanmamız ve ölmemiz durumunda da salt rakamlara, istatiksel verilere dönüşmek üzere, “medya felaketlerinin umumi malzemesi”nden ibaretiz. Ölülerin gömülmesi ve yas süreçlerinin bile askıya alındığı zamanlardan geçiyoruz. Şu ya da bu tarihte, önümüzdeki aylarda belki üstesinden gelinecektir tehlikenin, fakat yaşamın böylesine kırılgan oluşu, eşitsizlikler ve toplumsal ayrıcalıkların şiddetli adaletsizliği, doğayla ilişkimizin ve insani varoluşun tekinsiz kaynaklarını artık görmezden gelemeyeceğimiz anlamına gelmektedir.

Küresel salgın bizi, tehdit ve tehlikeden dolayısıyla ölümden hiç uzak olmadığımız gerçeğiyle karşı karşıya getirdi. “Ekolojik felaket senaryoları”nın hiç öyle uzak ihtimallerden biri olmadığı gerçeğiyle karşılaştık. Fakat daha önemlisi, faniliği ve yaşamın kırılganlığını hatırlattığı kadar, içinde yaşadığımız ekonomik ve toplumsal sistemin de hızlıca çökebileceğini ya da işlemez hale gelebileceğini duyurdu bu süreç. Gerçekliğin gerçek tarafından uyarılması, ihlal edilmesi ya da “gerçeğin geri dönüşü” olarak görebiliriz bunu. Nitekim, Beyaz Gürültü’nün bilge karakteri Murray’ın dediği noktadayız sanki: “Bilim ve teknikteki her ilerleme yeni bir ölüm çeşidiyle, yeni bir baskıyla dengeleniyor. Ölüm kendini uyarlıyor, tıpkı bir virüs gibi. Doğanın kanunu mu bu? Yoksa bana ait bir batıl inanç mı? Ölülerin bize daha önce hiç olmadıkları kadar yakın olduklarını sezinliyorum. Ölülerle aynı havayı paylaştığımızı hissediyorum.”(s.194)

Sonrasında “havada gelişen toksik olay” geçer, sığınaktan evlere dönülür ve hayat yeniden normalleşir romanda. Fakat, aslında anlatının başından itibaren anlamamız gereken şey, asıl meselenin de bizzat bu normallik denilen şey olduğudur. Tıpkı, her şeyin ne zaman ve nasıl normale döneceğini endişeyle beklediğimiz şu günlerde, asıl sorunun normallik durumunun kendisi olması gibi. DeLillo, ölüm korkusu, ölümsüzlük ve teknoloji bağlamında hiçbir kolay çözüme sahip olmadığımızı gösterir. Şimdi virüsün tehdit ettiği boyutları düşünürsek, tekniğin özüne ve doğayla ilişkimizin mahiyetine ilişkin halihazırda cevaplarımız yoktur, doğrusu doğru sorularımız bile yoktur anlaşılan.

Uygarlık tarihi, inkar ve yüceltimin beyaz gürültüsüyle içine gömüldüğümüz derin bir karanlık uyku gibi görünüyor hikayenin bu noktasında. Peki, bir rüyada uyanmak mümkün müdür şimdi?

_________________________________

Beyaz Gürültü, Don DeLillo, Siren Yayınları, çvr.: Handan Balkara, Birinci Baskı: Mart 2018

terörizmin aynası

03 Temmuz 2016

CmGBVY8WIAAc_LL

Atatürk Havalimanı’ndaki patlamalarda ölü sayısı 45’i buldu, durumu ağır yaralılar 100’ün üzerinde. 19’u yoğun bakımda. “Güvenlik zaafiyeti olmadığını” söyleyen AKP iktidarı bir günlük göstermelik yasın ardından düğün bayram köprü açılışı yaparak mutluluk selfie’leri ile gündemi değiştirdi. Geriye inkar edilen, tutulamayan yasın utanç fotoğraflarını bırakarak.

* * *

Jean Baudrillard’ın 1990 tarihli Kötülüğün Şeffaflığı adlı kitabında geçer başlıktaki ifade. Kötülüğün nereye kaybolduğunu, neye dönüştüğünü, terörizm kılığında belirişinin anlamının ne olduğunu analiz etmek, daha doğrusu yakalamak  ister Baudrillard. Canlı bombaların bunca sıradanlaşıp vaka-i adiyeden olaylara dönüşmeden çok önce -aşırı bir fenomen olarak- meseleyi yakalamıştır.

Şefafflık, burada, aşırılığıyla hem apaçıklık haline dönüşen hem de ortadan kaybolan kötülüğün fenomonolojisini ifade ediyor. Apaçıklığın kesinsizliği, diyor Baudrillard buna. Kötülüğün sıradanlığının ötesindeki bir durumu -alenileşmeyi- dile getiriyor böylece. Apaçıklığın ve belirsizliğin aynı anda geçerli olduğu bir aşırılık durumu; mahiyetini ancak terörizmin aynasına gözlerimizi dikerek yakalayabileceğimiz bir aşırılık.

Bomba patlayacak ancak nerede ve ne zaman? Basit Hoolywood aksiyon filmlerinin dinamiğini oluşturan bu sorunun doğrudan gündelik hayatın gerçek sorusu haline gelmesi her şeyden önce bildiğimiz cevapların geçersiz olduğunu anlamamızı dayatıyor. Terörizm bu anlamda özne’nin tarih sahnesine geri dönüşü anlamına gelmiyor. Gerçeklik ilkesinin çöktüğü bir tarihsellikte vuku bulmaktadır olaylar. Politik olan başka bir değişle toplumsallık kendi bağışıklık sisteminin tehdidi altındadır.

Tam da bu noktada kötülüğün nereye kaybolduğunu anlamamızı sağlayacak olan şey terörizmin aynasıdır, Baudrillard’a göre. Terörizm elbette günümüzdeki biçimleriyle bir illüzyon aurası yaratır ve politik bir sorun olarak kötülüğü bulanık bir mesele haline sokar. Bu bulanıklık aslında kendi koruma-hayatta kalma ilkesinin dönüştüğü politik biçim olarak güvenlik anlayışının  ürettiği bir şeydir, ki bu da aynı toplumsal -siyasal- bağışıklık siteminin sorunudur. Bütün aşırılık biçimleriyle terörizmin bugün artık “kötülüğün trans-politik aynası” olmasının anlamı, öncelikle budur. Terörizmin yarattığı gerçeklik illüzyonunu aralamanın yolu da sanırım gözlerimizi kaçırmamak değil bir miktar aynaya yamuk bakmaktan geçer.

“Olay gerçekleştiğinde duygulansak ya da alt üst olsak da kaçınılmaz bir senaryo bekleyişinde hepimiz suç ortağıyız” Bu suç ortaklığının mahiyeti önemli, ancak yine de apaçıklığın görünür kıldığı failleri, sorumluluları, iktidarın rolünü ve yerini göz ardı etmeksizin bunu anlamalıyız. Öfkeleniyoruz ve öfkemizin politik hedefleri de gayet açık olabiliyor; fakat, yine de bir çaresizlik ve çıkışsızlık duygusunun hükmündeyiz. Sosyal medyada özellikle bunu görebiliyoruz; en açık zihinlerin cümlelerinde bile sezinleyebiliriz bu çıkışsızlığı.

Facebook’un patlamalardan sonra insanların birbirinden haberdar olmalarını sağlamak için kullanıma soktuğu “güvendeyim” butonuna yönelik  reaksiyonların bir anlamı da burada olsa gerek. Dehşet olayın öncesiyle ilişkili olarak olaydan sonra “iyiyim” veyahut da “hayattayım” demenin çok derinlerde duyurduğu bir tür suçluluk duygusu. Ya da tam olarak ne olduğundan emin olamayacağımız ahlaki bir rahatsızlık. Öyle ki, “güvende misin?” sorusuna ne cevap vereceğimizi tam oalrak bilememekten dolayı değil cevabın bir şekilde yanlış olduğunu seziyor olmaktan dolayı duyulan bir sıkıntıdır söz konusu olan. Suçluluk duygusu ve korkularımız çaresizlik formu olan mukadderat haliyle birlikte sonraki güne devredilir.

Ölenle ölünmediği doğru ama artık asıl mesele yaşayanla birlikte yaşanamıyor oluşudur.

hapishane

13 Mart 2016

“Failler işledikleri suçları kendilerinden ve başkalarından kelimelerle gizliyor. Kurbanlarına adlar veriyorlar. Onları yaftalıyorlar”

*

Hapishanenin bir metafor olarak kullanılmasında yeni bir şey yok. Dilden, bedenden, benlikten, kimlikten, akıldan, kültürden vb. hapishane olarak bahsedildiğini sürekli  duyarız. Ruh başlı başına bir hapishanedir, başka bir açıdan dünyanın kendisi bizzat hapishane olarak ifade edilebilir.

John Berger, İstanbul’dan Gelen Telefon‘daki broşürde, bugünkü insani dünyayı anlamak için hapishaneyi bir mecaz olarak değil bir işaret levhası olarak kullanıyor. Metaforlaştırmaktan da kaçınıyor cümlelerinde, “hapishane”yi hepimiz için açıklayıcı olan bir işaret levhasına dönüştürmek istiyor. “İşaret levhaları kendilerini bütünüyle tanımlamazlar, ama paylaşılan bir referans noktası sunarlar.” Bütünlüklü bir kavramlaştırma ya da kavram oluşturmak değil de açıklayıcı -yani içinde yaşadığımız tarihi dönemi tanımlayacak- bir işaret levhası olarak hapishane.

Hepimizin içinde yaşadığı bir “Küresel hapishane”den söz ediyor Berger. Ve içinde yaşadığımız hapishanedeki durumu “ekonomik faşizm” olarak formüle ediyor.

” ‘Biz’ kelimesini gördüğümüzde ya da ekranda duyduğumuzda şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştukları bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir ‘biz’. O halde kendimizden ‘onlar’ diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.

Ne tür bir hapishane? Nasıl inşa edilmiş? Nereye yapılmış? Yoksa bu kelimeyi bir mecaz olarak mı kullanıyorum?

Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikat.”

Bu bir kaç cümlede Berger,  yeterince açıklıyor meramını. Burada, meramın ifade ediliş biçimine ayrıca dikkat: Doğru sözcüğü bulmak, sözcükler arasındaki ayrımları yeniden belirginleştirmek ve o çaba içerisinde dünyayı yeniden olmuş olduğu ve olması gerektiği haliyle anlamanın konusu haline getirmek John Berger’in kendine has düşünme biçimini gösteriyor.

Kendimizden ancak onlar diye söz edebilecek olmamız oldukça manidar. “Onlar”, her zaman belirli bir biz’in -başka adlar ve yetkelerle ortaya çıksalarda- mahkum ettikleri ve cezalandırdıklarıdır. Biçimleri ve koşulları değişiyor olsa da, siyasal olduğu kadar ekonomik, zamansal olduğu kadar teknolojik ve kültürel olduğu kadar bedensel bir cezalandırılma -her anlamda güvencesizlik, yani güvensizlik halinde açıkta bırakılarak kapatılma- hali bu. Hapishanenin bu şekilde bir işaret levhası olarak kullanılmasının önemli yanı, “dışarı”da olmanın yarattığı özgürlük yanılsamasını deşifre diyor olmasında. Sözcüklerin anlamının bozulması da, bu yanılsamayı görünmezleştirecek bir söz enflasyonunu beraberinde getirmesinde yatıyor.

Ama burada amacım Berger’in işaret levhasını uzun uzadıya bahse açmak değil. Söz konusu ince kitabı ve yazıyı okumak yeterli olacaktır. Hapishanenin metaforik kullanımı aklıma bir şeyler getirdi okurken; “hayır bu bir mecaz değil” dediğinde Berger özellikle, ama şimdi unuttum tam olarak neydi bahsetmek istediğim. Hapishane gerçeğine -gerçek hapishaneye- dair bir kaç söz belki. Geçerken Berger’in A’dan X’e Mektupları‘nı da anmış olayım, madem hapishaneden ve Berger’den bahsediyoruz.

Bir de gerçek hapishaneler var, elbette. Yirmi yıldan fazla dört duvar arasında yatmakta olan yüzlerce insan var; hatırlanıyor mu DGM’lerde falan yargılandılar. DGM’ler artık yok, ama o mahkemelerde yargılanıp mahkum edilenler hala içeride. Ömürlerinden ömür kaybettiler. Ölenler var bir de, Devlet ve Devrim’in yok ettiği hayatlar. Devlet dersinde ölenlerin kim olduğunu biliyorsunuz, nedenlerini de belki; ya da istenirse bilebilirsiniz. İkincisinin kendi çocuklarını yemesi ise, başlı başına bir tabu. Romanlar yazılıyor, belgeseller yapılıyor, tanıklıklar dile getiriliyor  “hapishane gerçeği” hakkında ya, hep eksik kalan bir yanı var yine de anlatıların. Faillerinin ve anlatıcılarının bu gerçeklikteki yerleri, konumlarıyla ilişkili bir sınırdan -ya da sorundan- kaynaklanıyor eksiklik.

Türkiye’de hapishaneler gerçeklerle yalanların birbirine karıştığı mekanlardır bir çok bakımdan. Özellikle konu “siyasi mahkumlar” olduğunda. Şimdilerde F-tiplerinde devlet kendi açısından yeterince hakimiyet kurduğunu düşündüğünden olsa gerek fazla gündeme gelmiyor, ama doksanlarla ikibinler arasında cezaevleri politik gündemin güzide konularından biriydi. Terör mevzusunun olmazsa olmazıydı bir bakıma resmi söylemde. Biraz daha genişletirsek 12 Eylül Darbesiyle 200o’lere kadar olan yirmi yıllık dönemde hapishaneler politik mücadelenin sürekli gündem oluşturan sıcak mevzularından biriydi. Devletin kendi varlığını mutlaklaştırmak üzere,  Diyarbakır Cezaevi ile başlayıp F-Tipi operasyonuyla taçlandırılan örnekleriyle bir şiddet mekanıydı hapishaneler.

Diyarbakır Cezaevinde, Metris’te, Mamak’ta ne olduğu az çok biliniyor artık. Buradaki “az çok” lafı önemli, tam olarak cezaevi gerçeğinin ne olduğu bilinmiyor çünkü. İyi kötü, devlet iktidarına ve şiddetine karşı direnenler bir karşı anlatı oluşturabildiler, o çerçevede bazı şeyleri biliyoruz. Ama, sadece belirli bir çerçevede.  Bilinmemesinin iki temel nedeni var. Birincisi devletin cezaevlerini birer “terör yuvası” olarak anlatmasından kaynaklı. Bu nedenle sadece kapatılma mekanları değil dönem dönem sistematikleşen bazen unutulan ama sürekliliği olan işkence ve operasyon mekanlarıydı hapishaneler. İkincisi neden ise devrimci örgütlerin direniş hikayesinden kaynaklı bilinememe halidir; politik çatışmaya göre kurgulanmış, bundan ibaret kılınmış anlatı direniş adı altında bu kez içeriyi romantikleştiriyor ya da idealize ediyordur -çoğunluk ikisi birden. Bu kez de direniş adı altında karanlıkta kalmaktadır hapishane gerçekliği. Gerçek insan hikayelerinden oluşan hapishane gerçekliği arada kaybolup gitmekte, geriye saedece iktidarın ve direnişin anlattığı hakikatten yoksun gerçeklikler kalmaktadır.

Berger’in “ortak bir referans noktası” sunması bakımından hapishaneyi bir işaret levhası olarak ele aldığını okuduğumda, levhanın kendisinin de karanlıkta kalmış olduğunu düşündüm. Levhanın şöyle bir temizlenip paklanmaya, bunun içinse esaslı bir yüzleşmeye ve hesaplaşmaya ihtiyacı var. Bir işaret levhası olarak hapishaneye gerçek hapishanelerin işaretlerini de katmak gerek. Tam da bu nedenle, hapishane imgesine, hapishane içinde hapishaneleri, içinde olduğunuz ve içinizde olan hapislikleri, boyun eğişlerinizi, korkuları, geç kalmış isyanları, hücreleri, kör hücreleri, müşahadeleri, hapishaneler içindeki görünmez hapislikleri de ekleyin. Bütün gerçek yüzleşmeler gibi, ancak kendinizden başlarsanız gerçek bir yüzleşmeye dönüşebilecek ağrılı ve ağır hikayelerin dünyasıdır bu haliyle hapishane. Dünyanın gerçek bir yansısı.

İnsanın ne mal olduğunu anlamak için bir laboratuvar gibidir hapishane. İhtişamını da sefaletini de görebileceğimiz mekanlar. İlk anlayacağınız ve dışarı çıkana kadar da çaresizce seyircisi olacağınız, dışarı çıkınca da hızlıca unutmak isteyeceğiniz asıl şey insanın etik varlığının asla güvenilir olmadığıdır. Bunu kendinizden anlarsınız en çok, eğer ki inançla ya da korkuyla -ki aynı şeydir duruma göre ikisi de- kendinize bakışınızı yitirmemişseniz tümden.

Unutmamanız gereken ilk ders, Berger’in de söylediği gibi hapishanede kelimelerin anlamlarının ters yüz edilmiş olduğudur.

İçeri tıkılmak, dışarda bırakılmaktır bir anlamda. O halde dışarı bırakıldığınızda,  içeri’den çıkmış sayılmazsınız aslında. Yani, metaforik olarak diyelim. İçeride hapishane gerçektir, elbette. Duvarlar demir kapılar gardiyanlar kaskatı bu kesinliği gösterirler her anında bunu. Ama, hapisliği anladıysan, çoktan metaforların da gerçek olduğunu öğrenmiş olmalısın. Her zaman içerinin daha içerisi, dışarının daha da dışarısı var. Çünkü, hapislikte “her despotluk kendine göre bir denetim tertibatı buluyor” mutlaka; o tertibatla hapishaneyi yeniden üretiyor,  yeniden biçimlendiriyor hapisliği. O halde çoktan ters yüz edilmiş kelimelerin anlamlarını bir kez daha ve bir kez daha ters yüz etmek gerek, anlıyorsun değil mi?

kullanım değeri

16 Şubat 2016

12717711_1067646546631063_4161841806301311208_n

Diyarbakır, Sur. Operasyonların sona erdirilmesinin ardından. Huzur ve güven ortamının tesisi. Meşrebinize göre bu fotoğrafın anlamını açıklıyorsunuzdur.

*

“Bugünün siyasetinde herkesin bir kullanım değeri var” diye yazmış Etyen Mahçupyan. Elbette. Kendisinin de bir kullanım değeri var. Her ne kadar bunu görünmezleştirmek istiyorsa da ilk cümlesinde kendi kullanım değerini kendisine rağmen dile getiren bir ifadeyi takdir etmeli.

“Herkes” bugünün siyasetinde çoktan metalaşmış insanın karşılığı olduğundan bir de “değişim değeri”nden bahsetmeli belki, ama uzatmayayım, zaten ortalık karışık.

Mahçupyan’ın yazısındaki kötülük akademisyenlerin kullanım değerinden söz etmesinden kaynaklanmıyor. Bunu, kendi kullanım değerini belirleyen iktidar ilişkisini gizleyerek yapmaya yönelmesi de değil tek başına sorun. Yazı aleni bir şekilde, entelektüel bir had bildirme noktasından “Barış İçin Akademisyenler” metnini ahlaki ve politik olarak mahkum etme yönelirken bunu mevcut siyasal iktidarın -adını koyalım Ak Parti devletinin- saldırganlığını açıklamanın bir gerekçesine dönüştürmek, hatta iktidarı bu sürecin mağduru haline getirmek istemesinden dolayı sorunlu asıl olarak.

Çifte kötülük. Çünkü, Mahçupyan, basit bir iktidar yancısı değil; ikinci el bir şişirme kanaat önderi gibi görünmekten sakınması sürekli zorlaşıyor olabilir, ama buna dolaysızca razı olmayacağından da emin olabiliriz. Söylem biçimindeki betimleyicilik bu imkanı sağlıyor. Siyasal ve toplumsal alana dair, en açık taraf oluşunda -misal başbakan danışmalığında- bile konumunu ele vermeyen bir betimleyicilik bu; özenle geliştirilmiş bir belgesel anlatıcısı gibi yazma yeteneğinden bahsediyorum.

“Barış İçin Akadamisyenler” metnini teorik ve politik olarak her yönden sorunsallaştırmak, bütün boyutlarıyla tartışmaya açmak meşrudur kesinlikle. Akademisyenlerden söz edildiği için metnin dokunulmaz, söz konusu tutumun politik olarak sorgulanamaz olduğunu kim iddia edebilir? Bildirinin  Barış dediği şey kısaca, devletin kürt bölgelerindeki askeri operasyonlarını durdurması talebidir. Metnin içeriğinden, tek tek cümlelerinin gidişine, niyetinden bu niyete uygun olup olmadığına, imzacıların metni okuyup okumadıklarından okuduklarından ne anladıklarına, metnin açık beyanlarından gizli manalarına kadar her türlü bahsi mümkündür. Bir tek Mahçupyan’ın yaptığı tarzda, mevcut iktidarın siyasal aklını ve bu aklın ürünü olan mevcut siyasal durumu meşrulaştırmak için analiz etmek mümkün değildir. Yani, elbette mümkündür bunu yapmak, ama çifte kötülük pahasına.

Böylece, bir tehlike olarak işaret edilen “memleket ortalaması” siyasal iktidarın sorumlu olduğu bir şey olmaktan çıkarılıyor, bizzat iktidarın mağdur olduğu bir mesele olarak anlatılabiliyor: “Muhalefet bu düzeyde kaldığı sürece AKP’nin de aynı düzeyde kalmayı tercih etmesi de belki gerçekci”dir diyor Mahçupyan. Gerçekçi olacaksak bu noktada da haksız sayılmaz tümüyle, ama AKP’nin kalmayı tercih ettiği düzeyin kurbanı değil yaratıcısı olduğunu da o gerçekliğe dahil etmek kaydıyla.

Aksi halde, başkalarının kullanım değerinden bahsederken kendi kullanım değerinizi deşifre etmiş olursunuz yalnızca. Kabaran iştahları -Cumhurbaşkanı’ndan Sedat Peker’e- o iştahın kendisinde sorun etmeksizin gerekçelendirmeye yönelmek -tıpkı “gece o saatte orada ne işi vardı” cümlesinde olduğu gibi- gerçekci olduğunuzu değil, gerçekliği kendi algınıza göre düzenlediğiniz gösterir. Bu noktada ise konuşulması gereken şey, sorun olan şey gerçeklik algınızdır bizzat, metnin patetikliği değil.

“…ama hendek”, “…ama terör”, “…ama PKK” vs. diyenlere, bunun üzerinden fikir üretenlere, “Yav he he!” demekten başka denecek bir şey yok aslında. “Terörü Kürt sorunundan kati surette ayıralım”cılara ise denecek hiçbir şey yok.

……pkk olmasaydı terör olmazdı zaten, terörö olmasaydı hendek olmazdı, hendek olmasaydı kürt sorunu olmazdı, kürt sorunu olmasaydı PYD şimdi terör olmazdı, yok karıştırdım sanırım PKK olmasaydı PYD terörist olmazdı, kürt sorununu terörden zaten ayırmıstık değil mi PKK ermenilerden oluşan bir ögüt idi, anayasa profu öldürülen teröristlerin çüklerine bakalım demedi ya boşuna,  PKK olmasaydı Kürt sorunu olmazdı, bizim affedersiniz kürt kardeşlerimizle ne sorunumuz olacak, nedenler ve sonuçlar iyice şey oldu bu aralar dikkat edelim, Barış falan olmuyor öyle, ortaya,  PKK’yi zikretmeden, eskiden varmış öyle sorunlar, yani, duyuyoruz işte, doksanlar felan, otuzlar, kırklar da diyorlar, geçmiş tarih nerden bilelim, operasyonlardan sonra yayınlandı fotoğraflar cizre’den, sur’dan nasıl bir huzur ve güven ortamı var görüyorsunuz ya, neyi göremiyorsunuz, PKK’yı zikretmediğiniz içindir o, yatak odalarına kadar girmiş terör, ambulansa bile ateş ediliyor tüm suçu devlete yıkarak anlayamazsınız tabi…tabii ki…hem entelektüel olmak bunu gerektirir, kunteper canavarı gibi ohh bi ona bi buna, hendek diye siyaset mi olurmuş, barikat olsa gene neyse, işte siz cahil cühela takımı ehl-i dubaracılar, terörlö arasına mesafe koymayanlar, patetik misiniz olm siz, yani ki bunlaaar bunlaar……

Haklı Mahçupyan. Bugünün siyasetinde herkesin bir kullanım değeri var.

 

 

 

 

 

iki kitaplı bir öneri

12 Aralık 2015

Şu iki kitabı, birbirinin panzehiri olarak birlikte okumakta yarar var. İlki, Daryush Shayegan’ın Yaralı Bilinç‘i ve ikincisi, Michel-Rolph Trouillot’nun Geçmişi Susturmak adlı kitabı.

Shayegan, geleneksel toplumlarda derin bir yarılmaya karşılık gelen “kültürel şizofreni”yi tarihsel-düşünsel bir bağlam içinde gündeme getirmesiyle önemlidir. İçeriden biri olarak konuşur Shayegan, kendi deneyimlerini geniş bir entelektüel sorgulamaya dahil ederek  kendisinin de içinde yer aldığı bilincin yarasını gündeme getirir. Doğu’nun “skolastik köhneleşmesi”nin ardındaki tıkanma’ya işaret etmesi, bu tıkanmayı bir geçikmişlik sorunu olarak tarihselleştirmesi dikkat çekici bir tartışmayı beraberinde getirir. O da şudur kabaca: Bir sosyo politik bütünlük olarak, bir anlam dünyası olarak İslam’ın -“geçikme” kavramı uyarınca- kendi zamanını doldurmuş ve çoktan doldurulmuş bir zamanı tüketmeye meyletmiş bir biçimsizleşme haline dönüştüğünden söz edebiliriz, ama burada bir gecikmeden bahsetmeyi mümkün kılan dünya tarihsel zamanın ne olduğu, bu zamanın nasıl işlediği ve tarihin nasıl yazıldığı sorununu getirir beraberinde.

İkinci kitabın, Geçmişi Susturma‘nın devreye gireceği yer burasıdır. Elbette bu tarih tartışması ve Aydınlanma sorgulaması yeni değil. Ancak, Trouillot çok somut bir olay bağlamında, Haiti Devrimi örneğinde somutlaştırarak geçmişi susturmanın ne anlama geldiğini göstermesi bakımından önemli. Bu kez Batı kendi içinden, tam da Aydınlanma iddiaları bağlamında kendi kalbinde yatan derin çelişkisi noktasında sorgulanıyor. Geçmişi susturmak, öyle anlaşılıyor ki, “tarihin üretilmesi ve iktidar” arasındaki ilişkinin karanlıkta kalan bir uygulamasıdır. Böylece, her uygarlık belgesinin aynı zamanda bir barbarlık belgesi olduğu görünmezleştirilebilmektedir. Batı’lı özbilinç, bu durumda, atıf yaptığı uygarlık değerleri ve bütünlük tasavvuruna, ancak belirli suskunluklar sayesinde ulaşabilmektedir. Suskunluklarla, susturma hamleleriyle ilerleyerek yazılan bir tarihtir söz konusu olan. Ve suskunluk sadece geçmişte kalmış bir sorun değil bugünü koşullayan, bugünün sorunlarında varlığını sürdüren bir sorun olarak işlemeye devam etmektedir. Trouillot, sade bir dille suskunluğun olan ile olduğu söylenen arasındaki boşluğa yerleştiğinden bahsederek, sorunun hem teorik vechelerini hem de politik boyutlarını belirginleştiren bir analiz geliştiriyor.

Paris katliamından sonra belirginleşen durumun neden bir “medeniyetler çatışması” olarak okunamayacağını, okunmaması gerektiğini böylece belirginleştirebiliriz sanırım. Artık, nasıl bir şey olduğundan emin olmasak da içinde olduğumuzu bildiğimiz bu tuhaf savaş manzaralarının ardında, içsel olarak işleyişleri sürüp giden tamamlanmamış hesaplaşmaların, bitmemiş dahası gerçekleştirilmemiş yüzleşmelerin yattığı aşikar.

 

tanrı’nın yargılanması

21 Ekim 2014

tanrininyargilanmasi

“Tanrı suçlu, ama şimdi ne yapacağız?”
“Şimdi sadece dua edeceğiz”
*
God on Trial (2008, Andy de Emmoy), “Ölümün Soğuğu” olarak çevrilmiş. “Tanrı’nın yargılanması” ya da “yargılanan Tanrı” demek daha doğru olurmuş sanki. Felsefe ve din tarihi içinde “kötülük sorunu” olarak tartışıla gelen meseleye dair bir fikir jimnastiği sayılabilir film. Diyaloglar halinde yapılandırılan felsefi metinlerin görselleştirilmiş hali gibi.

Tanrı’yı suçlayan ve savunan argümanların çarpışması, yer yer klişeler halinde sunuluyor; kötülük sorunu bağlamında hızlı bir din felsefesi okuması demeli belki. Hızlı ve daraltılmış, ama yine de tümüyle yüzeysel sayılmaz; “kötülük sorunu”na bir giriş olarak düşünülebilir. Tanrı’nın yargılanması, Auschwitz’deki bir ölüm barakasında sahnelendiği için, yargılama boyunca yürütülen tartışmanın kendisi dehşetli bir “anlam krizi”nin somut ifadesi oluyor.

“Tanrı’yı yargılamalıyız, belki o zaman bizi duyar” deniyor filmin bir yerinde.

Klişe soru malum; Tanrı, bütün bu olanlara nasıl izin veriyor? Olmasını istediği şey midir bu, yoksa engelleyemediği bir şey mi? İstedigi buysa, Tanri’nin iyiliginden -iyi olduğundan- nasıl söz edebiliriz? Ya da, kötülüğün bizim anlayamayacağımız başka bir anlamı olduğunu mu düşünmek zorundayız? Peki ama nasıl? Mutlak bir kıyıcılığın karşısında maruz kaldığı dehşetin başka bir anlamı olduğunu insan nasıl düşünebilir?

Hayrın ve şerrin kaynağı Tanrı ise, Auschwitz’deki  bir ölüm barakasında yargılanmayı hak ediyor olsa gerektir. Üstelik, tam da insanların elinde Tanrı’ya inanmaktan başka hiçbir şeylerinin kalmadığı bir dehşet ortamında.

“Cüzzi irade”nin “külli irade”yi yargılamaya, daha da öncesinde sorgulamaya hakkı var mıdır? Böylesi bir sorgulamanın anlamı nedir gerçekte? Her yerde olan ve her şeyi gören Tanrı, bizzat bu yargılamayı da görüyordur elbette. O halde, Tanrı, korkunç -mutlak- bir adaletsizlikle ölüme mahkum edilmiş olanların bizzat kendisini sanık sandalyesine oturtmasına nasıl bir anlam veriyordur? Bilemeyiz.

Ancak, basitçe, “Tanrı’nın işine insan aklı ermez” deyip işin içinden çıkılamayacağı da açık olsa gerek. Bunu engelleyen şey, bizzat “Auschwitz deneyimi”nin aşırılığıdır. Bilinçli kötülüğün aşırılığı! Öyle bir aşırılıktır ki söz konusu olan, böyle bir kötülüğün “mazur” görülebilmesinin hiçbir yolu yoktur. Filmdeki yargılamanın felsefi ve teolojik tartışmalardan başkalığı, tam da bu noktada belirginleşiyor.

Kutsal kitaplar insanın Tanrı’yı  yargılanmasına cevâz vermez; ama, yaşananlar da pek kutsal kitapların anlam dünyasına uyarlı değildir. Yirminci yüzyılda kötülüğün aldığı aşırılık biçimi, “kötülük problemi” olarak adlandırılan teolojik ve felsefi tartışmayı bambaşka bir boyuta taşıyor. Tanrı suçlu olsun olmasın, önemli olan ortada her şeye sirayet eden bir anlam ve adalet sorunun var olduğudur.  “Nihilizm çağı” demişti Nietzsche gelen zamana; hala içinde yaşadığımız çağ.

Yargılanan şey nitekim Tanrı’nın iyiliği ve adaleti. Yani, kudreti ve merhameti!

“Kötülük problemi” olarak adlandırılan mesele de zaten, Tanrı’nın hem “en yüce iyi” hem de “kadir-i mutlak” oluşunu kötülükle bağdaştırabilme sorunudur. Çağımızda, politik bir sorun olarak etiğin alanındayızdır bu noktada. Dünyanın anlamını ya da başka bir deyişle anlam dünyasını ayakta tutan nihai kavramlar da kriz halindedir.

Felsefe tarihinde sorunun ortaya konuluşu açısından Epikür’ü, David Hume’u hatırlayabilriz ilk elden: Ya Tanrı bizzat kötüdür, kötülüğü ortadan kaldırmak istemiyordur, ya da istiyor ama buna gücü yetmediği için kaldıramıyordur. Her iki durumda da Tanrı’nın sıfatlarıyla ilgili bir sorun beliriyor. Teodise, filmde de örneklerini görüyoruz, bu noktada Tanrı savunusu ya da Tanrı’nın bu sorun karşısında haklı çıkarılması olarak devreye giriyor.

Enselerinde ölümün soğuğunu hisseden, bazılarının yarın gaz odasına gideceği belli olan bir grup yahudinin, yaşamla ölüm arasındaki sınırda gerilmiş sinirler ve çaresizlik halinde, Tanrı’yı yargılamaya karar vermesi teolojik bir tartışma hevesinden kaynaklanmıyor burada artık.

Adil olmayan bir ölüme mahkum edilmiş olanların Tanrı’nın adaletini yargılaması, varlığın anlamında açılmış olan derin bir gediğin işareti olabilir bu yanıyla. Ve, teolojik sorunun politik olana dönüşmesine işaret ediyor olabilir asıl olarak. İslam adına ve dahası islam adıyla yapılanlar da, başka bir açıdan batıda olduğu gibi doğuda da bu gediğin çoktan açılmış olduğunu, derinleştiğini ve kendi dehşetini yayarak yol aldığını gösteriyor.

Evet, Söz konusu yargılanan Tanrı Eski Ahit’in Tanrısı’dır. Ama, çağımıza özgü “kötülük sorunu” bakımından, sorgulamayı bütün tektanrılı dinlerin Tanrısını kapsayacak şekilde düşünülebiliriz. Dahası, düşünmek zorundayız. Ancak, -Tanrı’ya inanalım ya da inanmayalım- meseleleri basitleştirmeden.

Heidegger ömrünün sonlarına dogru, “Bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir” demişti. Anlaşılan o ki, önce Tanrı’nın kurtarılması gerek.

nereye dönüyoruz?

11 Ekim 2014

Bizim memlekette linç bir rejim meselesi olduğu kadar kültür meselesi de olduğu için, pompalı tüfekler, kılıçlar, döner bıçakları, tabanca ve satırlarlarla sokağa dökülen linçci güruha dair haberler, gayet ‘normal’ görünüyor. Normallik, toplumsal mütekabiliyetteki çoğunlukla tahkim edilen ve süreklileştirilen bir şey ne de olsa: Derin devlet, derin toplum. Yeni Türkiye’de de, normallik yine bildiğimiz gibi; ihtiyaç hasıl olduğunda kitleler güruhlaşabilir kolayca. Yerli ve milli değerler bu güruhlaşma üzerine kurulu. “90’lara mı dönüyoruz?” sorusunu bir de buradan alırsak, durumun vehameti daha iyi görünecektir: “Filozof” Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, “delikanlı” cumhurbaşkanı Recep Rayyip Erdoğan’ın, “necip” Türk basının ve sokaktaki “makbul” vatandaşın refleksleri aynı rejim ve kültürün değerleri. Kendi içerisinde, kendisi için bir rasyonalite üretmiş ve o rasyonelliğin dilini oluşturmuş bir normallikten söz ediyoruz. “Çözüm süreci” denilen de, anlaşılan, bu derin -şark kurnazı- aklın bir terbiye etme ve hizaya sokma girişimiydi. Kürt Siyasal Hareketi’nin son olaylarda –ya da daha genel olarak bir çok meselede- neyi-nasıl-neden yanlış yaptığını konuşmak gerekiyorsa da, aslolan hala buradaki normalliğin sorunsallaştırılabilmesidir. Ama, tersi oluyor her zaman olduğu gibi yine; ötekinin yanlışları, aşırılıkları üzerinden konuşuluyor “kamusal düzen” sorunu. Belirli bir tür kamusallığın düzeni bu çünkü. Ve zaten sorunun kendisi de bu. 90’lara döndüğümüz kadar, diyelim bir 50’lere dönüyoruz demek de mümkün bu yüzden. Çünkü, aslında oradan hiç çıkmıyoruz. Normalliğin resmi ve gayri resmi tezahürü olan linç, ötekinin aşırılıkları üzerinden bir dil ve akıl biçimi halinde yeniden ve yeniden normlaştırılıyor. Hiçbir şey aynı kalmıyor ama değişen hiçbir şey de yok.

soykırım ve taziye, inkardan ikrara

28 Nisan 2014

siyasal iktidar, ermeni soykırımını bir “insani sorun” haline getirmek, tarihi de bu çerçevede tartışılacak şekilde tarihçilere bırakmak istiyor. taziye metninin söylediği bu; ancak, böylesi meselelerde, kurucu ideolojinin ve resmi söylemin içinde en küçük değişikliğin bile sonuçları beklenenden farklı olabilir her zaman. bir inkar üzerine kurulu, toplumsal bilincin yapılanışından dolayı özellikle. süleyman demirel’in, doksanların başında, “kürt realitesini tanıyoruz” sözünde olduğu gibi. sonrasında adına “düşük yoğunluklu bir savaş” sürüp gitti,  kürt sorunu da hala çözülebilmiş değil. resmi söylem yine de o ifade ile birlikte geri dönüşsüz olarak üstü çizilmiş hale geldi. realiteyi tanırken ya da hatta tanımak zorunda kalırken devlet aklının niyetleri ve hedefleri bambaşka olabilir. ancak, realitenin de kendi realitesi var, inkarcılıkta sürekli gedikler açan ve onun niyetlerini bozan bir realitedir bu. arkaplanında soykırımın adlı adınca anılmasına sınır koyma telaşı farkedilebilir olan taziye metni, metnin oluşturucularının niyetlerine ve hedeflerine rağmen böylesi bir kırılma anına karşılık geliyor. sorunun  bir “insanlık sorunu” haline getirilip getirilemeyeceğini göreceğiz, ancak taziye gibi bir insani beyanın bu kadar sarsıcı siyasal anlamlara geliyor olması bile kendi başına epey bir şey söylüyor olmalıdır. bu nedenle, taziye tartışmalarını salt olumsuz bir noktadan alarak yürütmeye çalışmak epey saçma olacaktır. egemenliği yeniden inşa etme arayışında olan devlet aklının bu türden yönelimlerini siyasal iktidarın yapılandırdığı bir karşıtlık noktasından anlamak ve çözmek imkansız. böylesi “karşıtlıklar”, akp iktidarı boyunca ortaya çıkan başka örneklerde de konuşabileceğimiz gibi, aslında bizzat siyasal iktidarın hegemonyasına yarıyor. “yandaşlar”ının konumları kolayca anlaşılabilir sonuçta, sorun daha çok “karşıtları”nın iktidara hizmetinin anlamında ortaya çıkıyor. kendisini yok etmek isteyenlerin direncinden beslenen tuhaf bir iktidar süreci yaşanıyor. bu tuhaflığı ise ancak söz konusu direncin taşıyıcısı olduğu zihniyet biçimlerinin derin kökleri anlayarak çözebiliriz. taziye tartışmaları da, kabaca bunu gösteriyor. iktidarın niyetleri kadar, direnişin bilinciyle de hesaplaşmak zorunda olunan bir durum bu, karışıklık ve safların saflığını bozan da bu durum. soykırımın bir “insani sorun” olarak kaydedilmek istenmesi, artık inkar edilemediği noktada realiteyi kendi anlamından uzaklaştırarak da olsa ikrar etmek demek. bu ise,  bizzat ikrar edilen gayri insaniliğin araçsallaştırılması anlamına geliyor. tıpkı barış sürecinde, dersim özründe, alevi açılımında vs. olduğu gibi. bu “araçsallaştırmalar”, yine de söz konusu “özürler”in ve “açılımlar”ın neye müdahale ettiğini, ne tür bir toplumsal karşılığı olduğunu, siyasal iktidarın niyetleri ne olursa olsun neyi nasıl dönüştürdüğünü göz ardı etme pahasına deşifre edilemez ve siyasal olarak olumsuzlanamaz. taziye olumlu bir adım, taziye metni de ince elenip sık dokunmuş ya da dokunmak istenmiş haliyle, bir söylemsel kırılmayı ifade ediyor. aslında bir perdelemeden veyahut da realitenin gölgelenmesinden bahsedilecekse, bu, tam da taziye metninin inkardan ikrara doğru bir gidiş anlamında olumlu niteliğinden kaynaklanıyor. taziyenin pozitif içeriği iktidara pozitif bir anlam atfedilmeden kaydedilebilir. 1915’ten hrant dink cinayetine uzanan bir tarihsellik içinde, ermeni kıyımının adını doğru koymak ve adalet talabini güncel kılmak bakımından, bu ayrım önemli. bir olayın adı da elbette siyasal mücadelenin bir parçasıdır, kavramlar üzerine tartışmaların aynı zamanda siyasal mücadele konusu olmaları gibi. ancak, siyasal mücadele dediğimiz şeyin “niyet okumalar” ve “doğruculuk”la fazla bir ilgisi yoktur. bugün, egemenlik bir “olağanüstü hal” durumuyla yeniden inşa edilirken siyasal iktidarın başarısı, hegemonik çatışma konularını kendi hanesine yazacak şekilde bir kazanıma dönüştürebilmesidir. schmitçi anlamda “olağanüstü hal” rejimini olağanlaştırmasında iki önemli nokta var. birincisi, taziye metninde olduğu gibi, eski ve yeni rejim arasındaki söylemsel farkın belirsizliğinden olabildiğince yararlanacak şekilde kullanıma sokabilmesi ve bu sayede demokrasi, özgürlük, hak ve adalet beklentilerini soğurabilmesi. ikincisi, karşıtlarını, her tür kışkırtıcılığı ve provakatifliği yaparak, rahatlıkla kümelendirebilmesi. kendi halk desteğini de, bu sayede stabilize edebilmesi aynı zamanda. öyle ki, “hukuk” denilen aygıtın askıya alınması bile, bu zeminde “hukuk düzeni”nin kurulması için gerekli bir hamle olarak sunulabiliyor ve kabul görebiliyor. meseleyi basitçe “kanaat önderleri”nin mahareti olarak görmemek lazım, bizzat bu mahareti olanaklı kılan siyalan alanın failleriyle birlikte mevcut halidir. taziye, eğer tam da pozitif içeriği nedeniyle iktidara alan açıyorsa, bu içeriği salt bir iktidar karşıtlığı ile olumsuzlamaya çalışıp durmanın bir tuzak olduğunu öngörmek gerek. eğer ki, gerçekten “asıl mazlum biziz, asıl biz katledildik, taziye türk milletine hakarettir, emperyalizmin oyunu vs. vs.” denmek istenmiyorsa! ya da “karşılıklı acılar, ortak acı vs.” denmeyecekse! soykırımın bir “insani sorun” olarak araçsallaştırılmasını engellemek, tam da yaşanmış gayri insaniliğin  ikrarından ve bu ikrarın açtığı çatlaktan başlamayı gerektiriyor.