“Failler işledikleri suçları kendilerinden ve başkalarından kelimelerle gizliyor. Kurbanlarına adlar veriyorlar. Onları yaftalıyorlar”
*
Hapishanenin bir metafor olarak kullanılmasında yeni bir şey yok. Dilden, bedenden, benlikten, kimlikten, akıldan, kültürden vb. hapishane olarak bahsedildiğini sürekli duyarız. Ruh başlı başına bir hapishanedir, başka bir açıdan dünyanın kendisi bizzat hapishane olarak ifade edilebilir.
John Berger, İstanbul’dan Gelen Telefon‘daki broşürde, bugünkü insani dünyayı anlamak için hapishaneyi bir mecaz olarak değil bir işaret levhası olarak kullanıyor. Metaforlaştırmaktan da kaçınıyor cümlelerinde, “hapishane”yi hepimiz için açıklayıcı olan bir işaret levhasına dönüştürmek istiyor. “İşaret levhaları kendilerini bütünüyle tanımlamazlar, ama paylaşılan bir referans noktası sunarlar.” Bütünlüklü bir kavramlaştırma ya da kavram oluşturmak değil de açıklayıcı -yani içinde yaşadığımız tarihi dönemi tanımlayacak- bir işaret levhası olarak hapishane.
Hepimizin içinde yaşadığı bir “Küresel hapishane”den söz ediyor Berger. Ve içinde yaşadığımız hapishanedeki durumu “ekonomik faşizm” olarak formüle ediyor.
” ‘Biz’ kelimesini gördüğümüzde ya da ekranda duyduğumuzda şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştukları bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir ‘biz’. O halde kendimizden ‘onlar’ diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.
Ne tür bir hapishane? Nasıl inşa edilmiş? Nereye yapılmış? Yoksa bu kelimeyi bir mecaz olarak mı kullanıyorum?
Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikat.”
Bu bir kaç cümlede Berger, yeterince açıklıyor meramını. Burada, meramın ifade ediliş biçimine ayrıca dikkat: Doğru sözcüğü bulmak, sözcükler arasındaki ayrımları yeniden belirginleştirmek ve o çaba içerisinde dünyayı yeniden olmuş olduğu ve olması gerektiği haliyle anlamanın konusu haline getirmek John Berger’in kendine has düşünme biçimini gösteriyor.
Kendimizden ancak onlar diye söz edebilecek olmamız oldukça manidar. “Onlar”, her zaman belirli bir biz’in -başka adlar ve yetkelerle ortaya çıksalarda- mahkum ettikleri ve cezalandırdıklarıdır. Biçimleri ve koşulları değişiyor olsa da, siyasal olduğu kadar ekonomik, zamansal olduğu kadar teknolojik ve kültürel olduğu kadar bedensel bir cezalandırılma -her anlamda güvencesizlik, yani güvensizlik halinde açıkta bırakılarak kapatılma- hali bu. Hapishanenin bu şekilde bir işaret levhası olarak kullanılmasının önemli yanı, “dışarı”da olmanın yarattığı özgürlük yanılsamasını deşifre diyor olmasında. Sözcüklerin anlamının bozulması da, bu yanılsamayı görünmezleştirecek bir söz enflasyonunu beraberinde getirmesinde yatıyor.
Ama burada amacım Berger’in işaret levhasını uzun uzadıya bahse açmak değil. Söz konusu ince kitabı ve yazıyı okumak yeterli olacaktır. Hapishanenin metaforik kullanımı aklıma bir şeyler getirdi okurken; “hayır bu bir mecaz değil” dediğinde Berger özellikle, ama şimdi unuttum tam olarak neydi bahsetmek istediğim. Hapishane gerçeğine -gerçek hapishaneye- dair bir kaç söz belki. Geçerken Berger’in A’dan X’e Mektupları‘nı da anmış olayım, madem hapishaneden ve Berger’den bahsediyoruz.
Bir de gerçek hapishaneler var, elbette. Yirmi yıldan fazla dört duvar arasında yatmakta olan yüzlerce insan var; hatırlanıyor mu DGM’lerde falan yargılandılar. DGM’ler artık yok, ama o mahkemelerde yargılanıp mahkum edilenler hala içeride. Ömürlerinden ömür kaybettiler. Ölenler var bir de, Devlet ve Devrim’in yok ettiği hayatlar. Devlet dersinde ölenlerin kim olduğunu biliyorsunuz, nedenlerini de belki; ya da istenirse bilebilirsiniz. İkincisinin kendi çocuklarını yemesi ise, başlı başına bir tabu. Romanlar yazılıyor, belgeseller yapılıyor, tanıklıklar dile getiriliyor “hapishane gerçeği” hakkında ya, hep eksik kalan bir yanı var yine de anlatıların. Faillerinin ve anlatıcılarının bu gerçeklikteki yerleri, konumlarıyla ilişkili bir sınırdan -ya da sorundan- kaynaklanıyor eksiklik.
Türkiye’de hapishaneler gerçeklerle yalanların birbirine karıştığı mekanlardır bir çok bakımdan. Özellikle konu “siyasi mahkumlar” olduğunda. Şimdilerde F-tiplerinde devlet kendi açısından yeterince hakimiyet kurduğunu düşündüğünden olsa gerek fazla gündeme gelmiyor, ama doksanlarla ikibinler arasında cezaevleri politik gündemin güzide konularından biriydi. Terör mevzusunun olmazsa olmazıydı bir bakıma resmi söylemde. Biraz daha genişletirsek 12 Eylül Darbesiyle 200o’lere kadar olan yirmi yıllık dönemde hapishaneler politik mücadelenin sürekli gündem oluşturan sıcak mevzularından biriydi. Devletin kendi varlığını mutlaklaştırmak üzere, Diyarbakır Cezaevi ile başlayıp F-Tipi operasyonuyla taçlandırılan örnekleriyle bir şiddet mekanıydı hapishaneler.
Diyarbakır Cezaevinde, Metris’te, Mamak’ta ne olduğu az çok biliniyor artık. Buradaki “az çok” lafı önemli, tam olarak cezaevi gerçeğinin ne olduğu bilinmiyor çünkü. İyi kötü, devlet iktidarına ve şiddetine karşı direnenler bir karşı anlatı oluşturabildiler, o çerçevede bazı şeyleri biliyoruz. Ama, sadece belirli bir çerçevede. Bilinmemesinin iki temel nedeni var. Birincisi devletin cezaevlerini birer “terör yuvası” olarak anlatmasından kaynaklı. Bu nedenle sadece kapatılma mekanları değil dönem dönem sistematikleşen bazen unutulan ama sürekliliği olan işkence ve operasyon mekanlarıydı hapishaneler. İkincisi neden ise devrimci örgütlerin direniş hikayesinden kaynaklı bilinememe halidir; politik çatışmaya göre kurgulanmış, bundan ibaret kılınmış anlatı direniş adı altında bu kez içeriyi romantikleştiriyor ya da idealize ediyordur -çoğunluk ikisi birden. Bu kez de direniş adı altında karanlıkta kalmaktadır hapishane gerçekliği. Gerçek insan hikayelerinden oluşan hapishane gerçekliği arada kaybolup gitmekte, geriye saedece iktidarın ve direnişin anlattığı hakikatten yoksun gerçeklikler kalmaktadır.
Berger’in “ortak bir referans noktası” sunması bakımından hapishaneyi bir işaret levhası olarak ele aldığını okuduğumda, levhanın kendisinin de karanlıkta kalmış olduğunu düşündüm. Levhanın şöyle bir temizlenip paklanmaya, bunun içinse esaslı bir yüzleşmeye ve hesaplaşmaya ihtiyacı var. Bir işaret levhası olarak hapishaneye gerçek hapishanelerin işaretlerini de katmak gerek. Tam da bu nedenle, hapishane imgesine, hapishane içinde hapishaneleri, içinde olduğunuz ve içinizde olan hapislikleri, boyun eğişlerinizi, korkuları, geç kalmış isyanları, hücreleri, kör hücreleri, müşahadeleri, hapishaneler içindeki görünmez hapislikleri de ekleyin. Bütün gerçek yüzleşmeler gibi, ancak kendinizden başlarsanız gerçek bir yüzleşmeye dönüşebilecek ağrılı ve ağır hikayelerin dünyasıdır bu haliyle hapishane. Dünyanın gerçek bir yansısı.
İnsanın ne mal olduğunu anlamak için bir laboratuvar gibidir hapishane. İhtişamını da sefaletini de görebileceğimiz mekanlar. İlk anlayacağınız ve dışarı çıkana kadar da çaresizce seyircisi olacağınız, dışarı çıkınca da hızlıca unutmak isteyeceğiniz asıl şey insanın etik varlığının asla güvenilir olmadığıdır. Bunu kendinizden anlarsınız en çok, eğer ki inançla ya da korkuyla -ki aynı şeydir duruma göre ikisi de- kendinize bakışınızı yitirmemişseniz tümden.
Unutmamanız gereken ilk ders, Berger’in de söylediği gibi hapishanede kelimelerin anlamlarının ters yüz edilmiş olduğudur.
İçeri tıkılmak, dışarda bırakılmaktır bir anlamda. O halde dışarı bırakıldığınızda, içeri’den çıkmış sayılmazsınız aslında. Yani, metaforik olarak diyelim. İçeride hapishane gerçektir, elbette. Duvarlar demir kapılar gardiyanlar kaskatı bu kesinliği gösterirler her anında bunu. Ama, hapisliği anladıysan, çoktan metaforların da gerçek olduğunu öğrenmiş olmalısın. Her zaman içerinin daha içerisi, dışarının daha da dışarısı var. Çünkü, hapislikte “her despotluk kendine göre bir denetim tertibatı buluyor” mutlaka; o tertibatla hapishaneyi yeniden üretiyor, yeniden biçimlendiriyor hapisliği. O halde çoktan ters yüz edilmiş kelimelerin anlamlarını bir kez daha ve bir kez daha ters yüz etmek gerek, anlıyorsun değil mi?