Archive for the ‘minimamoralia’ Category

başka dünyanın kuşları

01 Temmuz 2018

“Altı yaşına gireceği senenin baharının sonlarına doğru, Jane’in zihninde farklılığına dair daha karmaşık bir farkındalık ormanın derinliklerindeki tuhaf bir bitki gibi şekillenmeye başladı. Kendisini gizli, sessiz bir yaratık gibi hissettiği oluyordu, sanki görünmezdi, insan, çocuk, kız değildi de daha ziyade bilinemez bir şeyin hayaletiydi.” (sf.66)

 

başka dünyanın kuşları’ında (brad watson, çeviri; seda çıngay mellor, kafka beden bir varoluş sorunu olarak beliriyor. bütün hikaye, başından sonuna, “anatomi kaderdir” cümlesi üzerinden düşüneceğimiz türde bir varoluş sorununu belirginleştiriyor. bilincin kendi varlığını anlamlandırma çabasının sınırıdır beden. anatomi kaderdir cümlesinde de kim ya da ne olduğumuza dair sınırlardır tartışmaya açılan. cinsiyet ayrımı, cinsel fark sorusundan da öte bir kaderdir burada söz konusu olan. doğumundan itibaren hikayesini izlediğimiz bayan jane’in bedenindeki anatomik tuhaflığı anlama, bu tuhaflıkla baş etme ve en sonunda da bununla birlikte yaşama çabası, başından sonuna “hayatın anlamı” sorusunu beraberinde sürüklüyor. bunu yaparken de hayatın anlamı sorusunu şık bir klişe olmaktan çıkarıyor. bedensel bozukluğunu farkettikçe endişelere kapıldığı fakat ne olduğunu da tam anlamlandırmadığı küçük yaşlarda ormana kaçıp göz yaşlarına boğulduğu bir sahne var. zerre kadar melodram içermeyen bir sahne bu, doğrudan bedeni ait olduğu yere doğaya götürdüğü için önemli: beden doğaya aittir ve doğada aslında doğaya ait olmayan hiçbir şey yoktur. bilinç doğaya aitliğini bilir elbette, fakat bunu doğa içinde ikinci bir doğa olarak tasarlar ve beden, bu nedenle, tasarlanmış bedensellik olarak yaşanır. dile giriş. bedensel bozukluklar, tuhaflıklar ve çarpıklıklar bir anlamda beden sorusunun geri bildirimidir bu nedenle. yaşlanmak gibi. jane’nin hikayesinde anlayacağımız şey, iyileşmenin “tıbben düzeltilebilir” olmak anlamına gelmediğidir. bedenle kurduğumuz ilişki hayatla kurduğumuz ilişkinin açığa çıktığı yerdir, bu da nihai olarak kim ya da ne olduğumuzla, hayatın neliğinden öte o hayatı nasıl yaşadığımızla ilgili soruların karşılık bulacağı yeri gösterir. jane’in hikayesinin etkisi yaşamını yalansızlığa dönüştürme çabasından kaynaklanır bu noktada. rüyalar ve kitaplar da tıpkı doğa gibi iyileşmenin unsurlarıdır. flaubert’in saf bir yürek romanını büyülenerek, hayretler içinde kalarak ve en sonunda da göz yaşlarına boğularak okur. ne olduğunu hatırlamadığı tuhaf ve sarsıcı rüyalardan yine göz yaşları içinde uyanır. bu göz yaşları kendi kendine acımakla ilgili değildir elbette. her seferinde arınmanın, hafiflik duygusunun ve hayatı olumlamanın izlerini bırakır geride. hikaye boyunca hüznüne bir isim veremez jane, insanlar arasında insanlara rağmen bir hayalet olarak sürdürür hayatını ve kendini kendi olarak inşa eder. ağır bir kabullenme meselesidir bu, çünkü eksiği, olmazları katederek ulaşır olduğu şeye. bedenin sınırlarında bilinemez bir şeyin hayaleti sürekli duyurur kendini. o hayaletle barışmaktır biraz da yaşamak jane için. “baba, dedi jane. ben iyiyim. kimsem oyum işte. bununla nasıl yaşayacağımı biliyorum” (sf.250) roman, “spinoza’nın sevinci nerden geliyor” sorusuna bir cevap sayılabilir. sonunda kitabın başındaki flaubert epigrafının anlamını daha iyi anlarız: “o da başka herkes gibi kendi aşk hikayesini yaşamıştı”.

yıkıntılar arasında

06 Mayıs 2017

“Tüm cömertliğiyle gözleri kamaştıran güneşin altında, yerle bir edilmiş şehir ucsuz bucaksız bir mezarlık gibi uzanıyor. Her yer harabe… Hiçbir şey esirgenmemiş, tüm kiliseler, okullar, evler… Hepsi, hepsi kavrulmuş, şekilsiz taş kümelerine dönüşmüş; aralarında yer yer bina iskeletleri yükseliyor. İnsafsız, zalim bir nefret, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türk mahallelerinin sınırlarına kadar her yeri, her şeyi ateşe verip yok etmiş. Ve bu ölümcül ıssızlığın, bu geniş kül yığınlarının içinde iki minare dimdik ayakta, mağrur.

Kan ve gözyaşına bulanmış, paramparça giysiler içinde, dullar, yetimler ve yaşlılardan oluşan bir kalabalık çıkıyor karşımıza; Adana halkından geriye kalanlar… Fırtınadan sonraki durulmuş deniz gibi koyu bir sessizliğe bürünmüşlerdi; onulmaz acı ile keder derinliklerinde gizlenmişti ve bu acı ara sıra su yüzüne çıkıyordu. Yaşamaya, yeniden hayat bulmaya dair umutları katledilmişti; açlık ve susuzluk da bedenlerini uyarıp bu uyuşmuşluktan çıkarmazsa yaşam onlar için tümden sönmüş olurdu zaten.

Maruz kaldıkları tüyler ürpertici muameleye rağmen, sanki hatıralarının izini takip edercesine uzun süre sessizliğe gömülüyorlar, sonra birden, adeta gögüslerini yırtan feryatlar yükseliyor: Aman!

Bazen de hıçkırıklarla ağlıyorlar, o an gözyaşları öyle bir sel olup akıyor ki, yakarış ve şikayet dolu sözcükler bu selde boğulup gidiyordu. Güneşin altında çalışmaktan kararıp kurumuş yüzlerinde derin yarıklar, feci iç sızlatan çukurlar oluşmuş. Tamamen ümitsiz, her türlü teselliden yoksun bir elem buhranı içinde kıvranan topluluktaki her bir bireyin payına düşen acıyı tahmin etmek imkansızdı.

Gerçekten de insanın düşünce sınırlarını aşan korkunç hakikati ayaküstü algılamak, hissetmek mümkün değil; hatta bizzat yaşayanlar bile bütünüyle anlatamıyor, kekeleyerek, inleyerek, gözyaşları içinde, olayları bölük pörçük, ancak aktarabiliyorlardı. Dehşet ve umutsuzluk o denli büyüktü ki, analar çocuklarını tanıyamaz hale gelmiş, yanan evlerde kötürümler ve kör yaşlılar unutulmuştu. Kana susamış, vahşi bir güruhun şeytani kahkahaları arasında insanlar çıldırarak son nefeslerini veriyorlar, kesilmiş kol ve bacaklar, çocuk vücutları, acılar içinde ve hala canlıyken ayaklar altında eziliyorlardı. Bir yandan üzerlerine yağan kurşunlardan, öte yandan yangından kurtulmak için okul ve kiliselere sığınan çılgına dönmüş kadınlar, çocuklar, yaralılar birbirlerine sarılmış halde kömüre dönüşüyorlardı…

Ancak ne bu anlatılanlar, ne küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne kayıplarının acısıyla kıvranan dullar, ne de kolu bacağı kesilenlerin kanlı sancılı yaraları… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza”

Yıkıntılar Arasında, Zabel Yesayan, sf. 38-39, çvr. : Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2. Baskı: İstanbul, Eylül 2015

çocukluk maruzatı

23 Nisan 2017

oğuz atay –günlükler‘inde- “biz çocuk kalmış bir milletiz” diyordu. aklında aydınlanma’nın ergin olma hali olarak tanımlanışına bağlı bir tartışma yürüttüğünü tahmin edebiliriz. biz hala, dünyayı “myth”lere bağlı şekilde yorumluyoruzdur atay’a göre. akıl almaz bir biçimde gelişen trajedimizin nedeni her şeye sirayet eden olağanüstü yarım yamalaklığımızdır. bir taklit yapıyor ve en başta kendimiz buna inanarak herkesi de inandırıyoruz. bir tür naiflik, masumiyet tınısı vardır atay’ın bu söylediklerinde. çocuk kalmışlığın sorunlarını sıralarken de duyarız bu tınıyı. bizzat “çocuk kalmış”lık tanımlamasında vardır zaten söz konusu naiflik tınısı. bildiğimiz oğuz atay ironisinin bu naiflik tınısını eleştirel bir imkana dönüştürdüğünü fark ederiz yazdıklarında, fakat yine de çocukluk meselesi daha ağır bir sorun olarak önümüze çıkar. çünkü, bahsedilen taklit -ya da “taklit yapmak”- tutumu yaratıcılığa giden bir öğrenme süreci değil, “mış gibi” yapmaktan ibaret uzun bir hakikatsizlik tarihidir esas olarak. hakikatsizlik hakikate dönüşmüştür. alıngan ve gururlu, “bu kötü yaşantıyı” sürdürüp duruyoruz. hep biraz daha kötüye giderek. çocukları kendi yalanlarımıza ya da daha doğrusu çocukluğu büyük -kendilik- yalanımıza alet etmemizin nedeni bu olsa gerek. hal böyleyken “çocuk kalmış” değil, “çocuk bırakılmış” olmamızdan söz etmek daha doğru olacaktır. elbette, bu duruma düşmüş olmak nihayetinde kendi suçudur. kendi gözünde -suçtan- suçlarından kurtulmak için geçilen yol sonunda çocuk kalmaya maruz bırakılmış bir kendilik oluşturur. öyle ki, mazeretler uydurarak ve başkalarına iftira atarak kendini temize çıkarmanın masumiyeti de çoktan -en başından- derin bir yalana dönüşmüştür. çocuk bırakılmak çünkü çocukluk’un daimi istismarıdır.

bağışlamak

01 Nisan 2017

Bağışlamak, herhangi bir koşula veyahut buyruğa tabi olduğunda saf ya da gerçek anlamını yitirir. Çünkü, telafi edilemezlik durumunda koşullu bağışlama olanaksız görünür. Derrida’nın bağışlamayı –Jankelevitch’in koşullu bağışlama düşüncesine karşı- “olanaksızın sınavı” olarak formüle etmesinin nedeni budur. Asgar Farhadi Satıcı’da belirsizliği güçlü bir dile dönüştürerek böylesi bir sınav sahnesi yaratıyor. Hikayenin başka bağlamlarla iç içe Arthur Miller’in Satıcının Ölümü‘nü takip etmesi önemli. Trajik olan, hem toplumsalın eleştirisi hem de iki insanın ilişkisinde kırılganlaşan bir değerler çatışması olarak beliriyor burada. Filmin başından sonuna işleyen “evsizlik” metaforu da, ki sanıyorum “ev artık imkansızdır” diyen Adorno’yu hatırlamamak imkansız bu noktada, trajiği ahlaki sorunlarla birlikte düşünmemizin en önemli unsuru. Ağır ve sert bir yüzleşme sahnesinde gerçekleşiyor olanaksız bağışlama sınavı. Suç ve ceza mantığı içerisinde bağışlama bir hukuk meselesidir. Oysa af ya da affetmek, kolayca hukuktan ibaret görülemez. Jankelevitch, Levinas, Arendt, Derrida, Ricoeur, Agamben’in sorgulamalarında bağışlamanın apori’sini görüyoruz. “Geri döndürelemezlik”, “zaman aşımının geçersizliği” ve “telafi edilemez olan” kavramları tam da bağışlamayı hukuksallaştıramayacağımız bir sınıra işaret eder. Hatta Derrida’dan hareketle bağışlama’nın adalete de yabancı olduğundan bahsetmek gerekir. Bağışlama unutmayla, kefaretle, iyileşmeyle, günah çıkarmayla, barışma ve selametle  koşullu olduğu sürece gerçek anlamını yitirir. Bağışlama olanaklı değildir, bir olanak olarak var değildir, ancak “bağışlanamaz olanın bağışlanması” vardır. Suç ile bağışlama arasındaki kökten bir uyumsuzluğun nedeni budur; “saf bağışlama”, tam da bu nedenle eşitsizlik ve karşılıksızlık olarak vuku bulur. Karşılığı imkansız olan bir bağış olarak bağışlama. Fakat, burada söz konusu olan suçun unutuluşu da değildir. Derrida’nın “imkansız bağışlama” Ricoeur’ün “zor bağışlama” dediği bağışlama, norm ile ilişkinin sekteye uğradığı bir kriz noktasında –Derrida’nın deyişiyle “olanaklının yasasına istisna teşkil ederek”- ortaya çıkar. Bağışlamak, olağanın olanağı değil olanaksızın istisna durumu olarak belirir. Filmin tekinsiz bir akış halinde gittiği final, böylesi bir “olanaksızın sınavı” sahnesidir. Suçun mağduriyeti telafi edilemez, fakat geri döndürülemezliğin aşılabilmesi gerekir. Ashgar Farhadi,  asıl olarak izleyiciler için sert ve güçlü bir yüzleşme sahnesine dönüştürüyor bu sınavı böylece. Çok derinde bir şeyi rahatsız ederek ve gözlerini kaçırma fırsatı tanımayarak sınava dahil ediyor izleyicisini de. İntikam ve hırsın karşısında bağışlama. Fakat, sahne her iki yönde de çok açık ya da rahatlatıcı anlamlara sahip değildir. Eğer, suçlu orada yaşlı bir adam olmasaydı, ıstırabı ve yalnızlığı içinde af dileyen bir noktada olmasaydı ne olurdu? Bağışlamanın paradoksal yapısı, suçluyu suçlu olarak affetmek ya da suçu cezalandırmaktan çok suçluyu affetmekle ilgili olmasından kaynaklanır. Başkası adına bağışlayamayacağımız gibi, başkası için cezalandıramayız da. Emad’ın “borçlu kalmayalım, hesabı kapatalım” sözü hem pek insanca görünür hem de bunun neyin borcu olduğunu gündeme getirir. Emad ile Rana’nın şahsında intikam ile bağışlamanın  karşı karşıya geldiği sahnede Bergman’ın Utanç filmine yapılan küçük bir gönderme sorunu iyice ağırlaştırmaktadır. İçine girdiğimiz ve kendi içimizden doğru derinleştiğini duyduğumuz huzursuzluk eldeki yanıtların geçerli göründüğü fakat sorunun karşılığı olmadığını sezmemizden dolayıdır.  Satıcının ölümü, geriye olanca ağırlığıyla o  borç sorununu bırakır. Bağışlama üzerine tartışmalarda sürekli gündeme getirilen Jankelevitch’in sözüne geliyoruz: Bağışlama kötülük kadar güçlüdür, kötülük bağışlama kadar güçlüdür. Camdaki çatlak, kadınla erkeği ayırmakla kalmaz, farkında olduğumuz fakat tam olarak  kavrayamadığımız bir ayrımın uçurumuna da dönüşür.

auschwitz’den sonra

14 Ocak 2017

Geçtiğimiz pazar sabahı, 8 Ocak 2017’de, -22 dereceydi Auschwitz’e vardığımızda. Gece boyu yoğun kar yağışı hiç durmadı ama Berlin’den yola çıktığımızda hava ılık sayılırdı. Sabaha doğru kamplara yaklaştıkca o keskin soğuğu hissettik. Bu acımasız soğuğun bir şiddet biçimi olarak hedeflendiğini düşünmemek imkansız. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü kuşkusuz bu aşırılıktan sonra “anlamak” dediğimiz şeyin sınırlarına işaret ediyordu. Öyle bir aşırılık ki, şiir yazmamak, susmak da barbarcadır; bütün uygarlığı, kültürü ve insan oluşu bir soruna dönüştürmüştür dehşet. Jean Amery’nin kesif duyduğu acıyı, denilen zamanın geçtiği için geçerek her şeyin geride bırakılabileceği düşüncesinin kabul edilemezliğini, Auschwitz’den sonraya hiç geçilemediği gerçeğini, bu noktada anlayabiliriz sanırım.

Suç ve Kefaretin Ötesinde‘nin kederli ve bir o kadar açık zihinli cümleleri yankılanıp durdu zihnimde lager‘ları gezerken. Alt edilmişliğin üstesinden gelmeyi denemek zamanı ve dili katedebilmeyi gerektirir; mevcut düşünce konvansiyonlarını alt edebilmeyi. Amery’nin, alt edilmişliğin üstesinden gelme denemelerinin sınırını da “Auschwitz’den sonraki dünya”ya inanmayışı belirliyor kaçınılmaz olarak. Tam da yıllar sonra bu inanmayışı doğruluyor kampı seyreden insan hallerimiz. Evet o da hayatta kalmıştı elbette, ama bu kurltulmak anlamına mı geliyor? Bugün hala bizim Auschwitz’den kurtulabildiğimiz söylenebilir mi? Amery’nin yirmi yılı bulan suskunluğu bir anlama çabasının sonucuydu muhtemelen, sonrasında çokca konuşması da. Her ikisinin de sonuçsuz kaldığını biliyoruz; geriye kalan, ağır ve ağrılı denemelerinin, hiç değilse bu sonuçsuzluğun anlamını çerçevelediğini söyleyebiliriz.

“Uygarlığın temsili şehir değil toplama kampıdır.” demişti Agamben de. Bir köşesinden baktığımızda intizamıyla ürperten lager‘ların sakin ve düzenli yerleşim yeri hali, şimdi her ne kadar “bir daha asla” söylemleriyle dolaşıma sokulsa da “ölüm fabrikaları”nın sadece geçmişi değil geleceği de damgaladığını canlı kılıyor. İnsanın gerçek bir temsili, cellat ya da kurban olarak gerçekliği, bu ölüm fabrikalarının işleyişinde dağıtılmış konumlarında bulur karşılığını. Belki, en çok da Musellman olarak. Geride kalanlar henüz bu uygarlığı, kültürü ve insanlık durumunu ne yapacağını çözüme bağlamış değil. Dehşeti hukuken “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” başlığında topladık, bu yargının ahlaki bir sonuç olmasını da umarak; siyaseten de her ikisine yaslanarak bir “yeni dünya düzeni”nde olduğumuzu varsayıyoruz.

Tam bu noktada, 9 Ocak 2017’de kaybettiğimiz Zygmunt Bauman’ı  anmak gerekiyor. Holocaust’un “modernliğin meşru bir sakini” olduğunu söylemişti Bauman. Auschwitz’i bir istisna, ilerleyen insanlık durumundan bir sapış hali olarak değil, kural haline gelmiş istisnanın belki zorunlu değil ama kaçınılmaz olan dehşeti olarak değerlendiriyordu. Soykırımın örgütlenmesindeki “sistematik akıl”dı tam da Bauman’ın  Modernite ve Holocaust‘ta ısrarla üzerinde durduğu mesele. Teknoloji ve bürokratik düzenin akılcı işleyişi, dehşetin incelikle tasarlanması değil yalnızca, ona imkan veren görev duygusunun oluşturulmasında da devredeydi bu akıl, belki olanca akıldışılık biçimine bürünmüş halde fakat akıl olarak iş başındaydı; dahası Arent’in düşüncesizlik olarak işaret ettiği sıradanlaşmanın, ahlaki kayıtsızlığın  yaratılmasında da merkezi bir rolü vardı akılcı düzenin.

Goya’nın ünlü tablosunun tersyüz edilmiş halini düşündürür Auschwitz: “Akıl uyuyunca canavarlar uyanır” sözünün antitezini kanıtlanmıştır orada. Canavarları uyuttuğunda aklın kendisi bizzat en büyük canavar olarak uyanmıştır. İşte, sistematik olarak toplanmış ayakkabılar, elbiseler, gözlükler, saçlardan dokunan halı, çizgili mahkum elbiseleri, hiyerarşik işleyişte itinalı imzalarla kaydedilmiş raorlar, ölümü ucuza getirmek için icat edilmiş siklon b gazı.

cami ile kışla arasında

16 Temmuz 2016

Kafası kesilerek öldürülen asker haberi, başka bir karanlık çağa geçişin adının konulması olarak anlaşılabilir. Süregiden bir karanlığın içinde yeni dönemin özel bir jestle ve kanla mühürlenmesi.

Bir müsamere niyetiyle hazırlanmış dahi olsa, ya da Fettullahçılarla Tayyipcilerin kapışması dahi olsa, ya da hatta isterse kendilerini Türkiye’nin gerçek sahibi ve teminatı olarak gören en hakiki laik askerler tarafından bile gerçekleştirilmiş olsa, “ordu-millet el ele”nin geldiği bu yer, bu darbe ve karşı-darbe sahnesinin, ne sivilleşmenin ne de herhangi bir anlamda özgürlük arzusunun karşılığı olmayan bir dönüşüm sürecinin sonucudur. Devletin ele geçirilmesi ve dizayn  edilmesi sürecinin son tamamlayıcı hamlesi diyebiliriz buna.

Özetle, “camiler kışlamız/minareler süngümüz” zihniyetinin fiilen olduğu kadar sembolik olarak da kışlayı alt ettiği ve siyasal karşılığını somutlaştırdığı bir durum oldu dün gece sahnelenen darbe girişimi. Öyle ki, bu sahne aracılığıyla söz konusu zihniyetin, devleti tümüyle diyazn etmenin yanı sıra kendine has bir “sivil toplum”u gövdeleştirdiğinden de bahsedebiliriz artık.

Buraya elbette uzun bir darbeler tarihinden geçerek gelindi. Her seferinde kışlanın hakimiyetiyle sonuçlanan ve hiçbir zaman gerçek anlamda bir hesaplaşma ve sivilleşme süreciyle içinden çıkılmayan uzun bir sürecin sonunda buraya geldik: Üniformalı askerlerin laik-otoriter düzeninden, kafa kesen üniformasız askerlerin dinci-tahakküm düzenine.

Demokrasi kendinde hiçbir şeydir; kelle avcılarının düzeninin adı dahi olabilir kolayca. Cumhuriyet, kimin elinde olursa olsun, kendinde bitmeyen bir kabusun adı da olabilir yalnızca. Dolayısıyla, “darbelere karşı olmak” lafının düz bir anlamı, yani toplumsal alanda sivil ve yaşanabilir bir hayatı işaret edecek anlamda sarih bir karşılığı yoktur aslında.

Darbelere karşı olmak lafı, eski ve yeni Türkiye’nin siyasal terminolojisinde ve siyasal hayatında kendiliğinden gerçek bir demokrasi arzusuna karşılık gelmiyor ne yazık ki.

Şu olan bitenler içerisinde “sivilleşme” sözcüğü de, bir iyileşme belirtisi, bir iyilik imkanı olmaktan çok öte ve tam ters anlamda, kışla’nın karanlık çağından cami’nin karanlık çağına geçişin adı ve karanlık sureti olarak görünüyor yalnızca. Darbenin -“kalkışmasının”- kendisi sahte olmayabilir, ama yol açtığı kahramanlık bütünüyle sahte ve oradan belli ki hudutsuz bir güç devşirilmeye çalışılacak.

Cami’nin tahakkümü asıl yeni başlıyor; sahnalenen bu darbe girişimi bunun geçilen en önemli eşiğiydi. Hangi darbeyle ne zaman ve nasıl yüzleşildi ki, şimdi sokağa dökülen kelle avcısı yığınlara bakıp bir sivileşmeden bahsedebilelim. Dün gece yaşanılan ve etkileri sürecek olan dehşeti tabir edebiliriz, ama asıl önemli olan onun da bir parçası olduğu bitmeyen kabustan uyanmanın bir yolunu bulabilmektir.

Geçmişten bugüne şu ya da bu şekilde mücadele edenler için bu anlamda değişen bir şey yok -geçilen eşiği anlamak ve ona göre hazırlanmaktan başka.

______________________________

edit: 22 temmuz 2016. “kafası kesilen asker” haberinin doğru olmadığı netleşti. dezinformasyon  büyük bir sorun. algı yönetimini sağlayabilmek için ihtiyaç duyulan bilgi kirliliği bu yalan haberlerle sağlanıyor. özellikle de kutuplaşma siyasetinde.

sosyal medya yalan haber kullanımını ve yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor, ancak dezinformasyonun asıl üretim ve dağıtım yeri iktidar medyasıdır. kafası kesilen asker yalanının aynı medyada “halk kelle aldı” nevinde -övünülerek ve normalleştirilerek- dolaşıma sokulması ve hemen akabinde “askerin kafası kesildi yalanı” diye karşı atağa geçilmesi, benzer bir durumdur.

büyük “kabataş yalanı”yla aynı kumaştan fakat işletilmesi daha farklı olmuş olan bir yalan haber vakasıdır bu. aynı zamanda elbette “akp karşıtları”nın da haberi kullandığı ve manipülasyon amacıyla sürekli gündemde tutmaya çalıştığı bir gerçek.

yukarıdaki yazıda bahsi geçiyor, ama öne sürdüğüm tez -darbe kalkışması ile kışla ile cami arasındaki iktidar ilişkisinin uğradığı dönüşüm- açısından bu haberin belirleyici bir yeri yok. yalan olmasının da.

bu dönüşüm süreci işliyor. ilan edilen “olağanüstü hal” de, bu dönüşüm sürecinin kurumsallaştırılması için gerekli . tıpkı süregiden ve ikinci bir emre kadar devam etmesi talep edilen “demokrasi nöbeti”nin darbe karşıtlığı adı altında kitleleri biçimlendirmesi gibi. erdoğan’ın darbe kalkışması’nı “allahın bir lütfu” sayması kalenderliğinden değil elbette.

demos’un  kratos ile belki yeni bir sözleşme kotarma görüntüsü altında şekle sokulmaya çalışılan özel bir birleşimi?

neyse. söz konusu haberin yalan olduğunu kaydetmek isterim.

 

terörizmin aynası

03 Temmuz 2016

CmGBVY8WIAAc_LL

Atatürk Havalimanı’ndaki patlamalarda ölü sayısı 45’i buldu, durumu ağır yaralılar 100’ün üzerinde. 19’u yoğun bakımda. “Güvenlik zaafiyeti olmadığını” söyleyen AKP iktidarı bir günlük göstermelik yasın ardından düğün bayram köprü açılışı yaparak mutluluk selfie’leri ile gündemi değiştirdi. Geriye inkar edilen, tutulamayan yasın utanç fotoğraflarını bırakarak.

* * *

Jean Baudrillard’ın 1990 tarihli Kötülüğün Şeffaflığı adlı kitabında geçer başlıktaki ifade. Kötülüğün nereye kaybolduğunu, neye dönüştüğünü, terörizm kılığında belirişinin anlamının ne olduğunu analiz etmek, daha doğrusu yakalamak  ister Baudrillard. Canlı bombaların bunca sıradanlaşıp vaka-i adiyeden olaylara dönüşmeden çok önce -aşırı bir fenomen olarak- meseleyi yakalamıştır.

Şefafflık, burada, aşırılığıyla hem apaçıklık haline dönüşen hem de ortadan kaybolan kötülüğün fenomonolojisini ifade ediyor. Apaçıklığın kesinsizliği, diyor Baudrillard buna. Kötülüğün sıradanlığının ötesindeki bir durumu -alenileşmeyi- dile getiriyor böylece. Apaçıklığın ve belirsizliğin aynı anda geçerli olduğu bir aşırılık durumu; mahiyetini ancak terörizmin aynasına gözlerimizi dikerek yakalayabileceğimiz bir aşırılık.

Bomba patlayacak ancak nerede ve ne zaman? Basit Hoolywood aksiyon filmlerinin dinamiğini oluşturan bu sorunun doğrudan gündelik hayatın gerçek sorusu haline gelmesi her şeyden önce bildiğimiz cevapların geçersiz olduğunu anlamamızı dayatıyor. Terörizm bu anlamda özne’nin tarih sahnesine geri dönüşü anlamına gelmiyor. Gerçeklik ilkesinin çöktüğü bir tarihsellikte vuku bulmaktadır olaylar. Politik olan başka bir değişle toplumsallık kendi bağışıklık sisteminin tehdidi altındadır.

Tam da bu noktada kötülüğün nereye kaybolduğunu anlamamızı sağlayacak olan şey terörizmin aynasıdır, Baudrillard’a göre. Terörizm elbette günümüzdeki biçimleriyle bir illüzyon aurası yaratır ve politik bir sorun olarak kötülüğü bulanık bir mesele haline sokar. Bu bulanıklık aslında kendi koruma-hayatta kalma ilkesinin dönüştüğü politik biçim olarak güvenlik anlayışının  ürettiği bir şeydir, ki bu da aynı toplumsal -siyasal- bağışıklık siteminin sorunudur. Bütün aşırılık biçimleriyle terörizmin bugün artık “kötülüğün trans-politik aynası” olmasının anlamı, öncelikle budur. Terörizmin yarattığı gerçeklik illüzyonunu aralamanın yolu da sanırım gözlerimizi kaçırmamak değil bir miktar aynaya yamuk bakmaktan geçer.

“Olay gerçekleştiğinde duygulansak ya da alt üst olsak da kaçınılmaz bir senaryo bekleyişinde hepimiz suç ortağıyız” Bu suç ortaklığının mahiyeti önemli, ancak yine de apaçıklığın görünür kıldığı failleri, sorumluluları, iktidarın rolünü ve yerini göz ardı etmeksizin bunu anlamalıyız. Öfkeleniyoruz ve öfkemizin politik hedefleri de gayet açık olabiliyor; fakat, yine de bir çaresizlik ve çıkışsızlık duygusunun hükmündeyiz. Sosyal medyada özellikle bunu görebiliyoruz; en açık zihinlerin cümlelerinde bile sezinleyebiliriz bu çıkışsızlığı.

Facebook’un patlamalardan sonra insanların birbirinden haberdar olmalarını sağlamak için kullanıma soktuğu “güvendeyim” butonuna yönelik  reaksiyonların bir anlamı da burada olsa gerek. Dehşet olayın öncesiyle ilişkili olarak olaydan sonra “iyiyim” veyahut da “hayattayım” demenin çok derinlerde duyurduğu bir tür suçluluk duygusu. Ya da tam olarak ne olduğundan emin olamayacağımız ahlaki bir rahatsızlık. Öyle ki, “güvende misin?” sorusuna ne cevap vereceğimizi tam oalrak bilememekten dolayı değil cevabın bir şekilde yanlış olduğunu seziyor olmaktan dolayı duyulan bir sıkıntıdır söz konusu olan. Suçluluk duygusu ve korkularımız çaresizlik formu olan mukadderat haliyle birlikte sonraki güne devredilir.

Ölenle ölünmediği doğru ama artık asıl mesele yaşayanla birlikte yaşanamıyor oluşudur.

yüzleşmek ya da yüzsüzleşmek

03 Haziran 2016

hrant-dink

Alman Federal Meclisi, “Ermeni Soykırımı tasarısı” adıyla gündemde olan tasarıyı dün onaylayarak 1915’te başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan azınlıklara yönelik gerçekleştirilen yokedici kıyımı “yüz kızartıcı” diye niteleyerek adını soykırım olarak koydu. Önceki gün başbakan Binali Yıldırım, “sıradan bir olay” demişti aynı olay için; bu ifade ve bakış açısında kollektif kimliğimize dair çok şey saklı.

Aynı şekilde, türk basının kahir ekseriyetinin bugünkü manşetlerinde de “kendimizi” görebiliriz.  Oysa, elbette biliniyor, bütün bunlar gerçekte “türk insanı”nın kendini görmemesi üzerine, görmek mümkün olmasın diye işletilen mekanizmalar. Milli hezeyanların kollektif benliği sağlamlaştıran bir sıva olarak kullanılması aynı zamanda kendisi de bu sürecin bir ürünü olan politik yüzsüzleşmenin zorunlu bir sonucu.

Suçun inkarının suç işlemeye devam etmenin belirleyici nedenlerinden biri olması gibi. Sağda solda Kürtlere yönelik sayıları ve şiddet boyutları artan linç girişimlerinin, devletin Kürtlere yönelik giriştiği tanklı toplu  savaşın derin nedenlerini de, bu inkar siyasetinin söylem pratiğinde bulabiliriz.

Soykırım tasarısının kabülüne karşı gösterilen tepkileri, aşırılaştıkça tektipleşen hezeyanları bir semptom olarak okumak mümkün ve gerek bu noktada.

Yüz etiği dediğimiz anlayış, Levinasçı anlamıyla bir sorumluluk etiğidir. Kendiliğin başkayla karşılaşmasında beliren bir sorumluluktur söz konusu olan. Asimetrik olan ve her şeye yayılan, herkesi kapsayan bir sorumluluk. Aynı zamanda, kendiliğin kendisiyle olan hesaplaşmasını da içeren bir sorumluluktur bu. Çünkü, Ben’i şimdiden ve gelecekten değil yalnızca geçmişten de sorumlu kılar. Ama sadece kendi yaptıklarımdan değil ötekinin yaptıklarından da sorumluyumdur. Devredilemez, ertelenemez, iptal edilemez bir sorumluluktur bu; sonsuzluğun sonlu olana müdahalesi olarak belirir ve ben’i “her zaman için her şeyden sorumlu” kılar.

En başta da, elbette, ötekine karşı ya da ötekinin karşısında kendi zamansallığımın hesabıyla yüzleşmemi zorunlu kılan bir sorumluluktan söz ediyoruz. Etik olan politik olandır. Yüz etiği, bu noktada özgürlüğü yüz yüzeliğin deneyimi olarak kaydeder. Yüzleşmenin reddi masumiyet değil, sorumluluğumun olumsuzlanması olarak yüzsüzleşmedir. Bunun sonucu ise, en basit haliyle “

suç ve kefaretin berisinde: ermeni soykırımı

24 Nisan 2016

Bastırılan durmaksızın geri döner. Tarihin karanlık yüzüyle yüzleşmek bir zorunluluk. Bu ise, bugün yaşadığımız toplumsal hayatın başlangıcına -kuruluş anına- dönmeyi gerektiriyor. Fakat yüzleşme söyleminin kendi başına fazla bir anlamı olmadığını da biliyoruz. İçeriğinde neyin yer aldığı, yüzleşme jestinin yönünü neyin tayin ettiği önemli. Evet, gerçekte kim olduğumuzu bilmek için döneriz travmatik anlara ya da dönmek zorundayızdır, fakat gerçekliğimi kuran fantazmayıboydan boya katetmek basit ya da bir anlık bir süreç değildir.

Batıdaki kollektif suçlar bahsinde yüzleşme hamlelerinin yetersizliği bu bağlamda çerçeveleyebiliriz. Bizde ise durum bu noktada bile değildir; suçun inkarı ve “kollektif benliğin” yaslandığı kendi kendini yüceltme söylemi en yüzeysel ya da sınırlı anlamında bile yüzleşmeye yaklaşma olanağı tanımamaktadır. Dolayısıyla “gerçeğin çağrısına kulak vermek” anlamında yüzleşme jesti politik alanda hangi biçimde belirirse belirsin sert bir inkar mekanizmasıyla karşı karşıyadır. İnkar mekanizması kimliğin ve dolayısıyla onunla işleyen toplumsal-siyasal yapının kendini koruma girişimidir, suçun inkarı beraberinde ne türden olursa olsun yüzleşme gerekliliğinin de inkarı anlamına gelir. Kollektif irade insanlar gerçeği bilmediği için değil bilakis bildiği gerçeklerin kabulü kendi varlığını tehdit ettiği için şiddetli bir bastırmayla varolabiliyordur.

Türkiye’nin moder siyasal kısa tarihine böylece işaret ederek doğrudan Ermeni Soykırımı’na yönelebiliriz, çünkü “Türklük Ethos”nun kuruluşunda ve sürdürülüşünde tam da bu suç ve inkar mekanizmasıyla karşı karşıyayız.

kesiknar

“Devleti ve milletiyle bir bütün olan” Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir inkar mekanizmasıyla kollektif ruhunu ayakta tuttuğunu söylediğimizde Ermeni Soykırımı’nın basitçe bir suçun ve suçluluğun reddi meselesi olmadığını söylemiş oluruz. “Devletin bekası” bizzat bu suç etrafında-üzerinde inşa edilmiş olduğunda dolayıdır ki, şiddetli bir inkar mekanizması olmaksızın türklüğün bütünlüğü sağlanamıyordur. “Milli birlik ve bütünlük” söyleminin harcı inkarla karılabiliyordur ancak. 1915’i Felaketini diğer soykırımlardan ayıran şeydir bu:  Herhangi bir yüzleşme talebi, en yüzeysel halinde bile birliğin içsel geçerliliğini tehdit etmektedir. İnkarın toplumsal varlığımıza -neredeyse genetik olarak- aktarıldığını söyleyebiliriz. Kaskatı bir tarih bilgisi ve bilincine dönüşmüştür bu ideolojik-genetik aktarım. Burjuva tarzda bir siyasal yüzleşmenin dahi olanaksıza yakın olmasının nedeni de bu yıkıcı katılıktır elbette. Herhangi bir yüzleşme gerekliliğinin reddedilmesi ideolojik bir zorunluluktur: Varlığını Türk varlığı’na armağan etmenin yegane yoludur bu, başlangıçta olduğu gibi bugünde aynı şiddetle işleyen yapıya sahiptir.  Suçun ağırlığını taşıyamama ya da utanç nedeniyle üstesinde gelememe durumundan bahsetmiyoruz inkarla; inkarın mutlaklaşmasının nedeni bizzat kendi kollektif varlığını bu suça borçlu olmasından dolayıdır.

Dolayısıyla, Batı’da yüzleşme pratiklerini yetersiz bulup “gerçek bir yüzleşme” gerekliliğinden bahsedebilmek, Amery’nin ısrarla inat ettiği gibi yüzleşme sorununu bir anlamda “suç ve kefaretin ötesinde” gerçek bir talep olarak gündeme getirmek mümkün ve gerekliyken, bizdeki sorun hala daha “suç ve kefaretin berisinde” inkarcılığın aşılabilmesi, suçu ve suçluluğu tümden ve mutlak olarak reddeden iradenin aşındırılabilmesi sorunu olarak formüle edebiliriz. İnkar mekanizması bu noktada çarpık, yetersiz, eksik ya da sorunlu olsun bizzat yüzleşme gerekliliğinin inkarıdır. Milli irade, kollektif suç, kollektif direnç: “Bitmeyen inkar, en uzun soykırım“ın özeti. Biz suç işlemedik ile gerekirse yeniden yaparız arasında salınan söylemlerle kolayca kurbanların suçlanmasına ve bu suçlamayla da kendini yüceltmeye geçilir.  Çünkü kurbanlar sadece öldürülüp yok edilmemiş beraberinde bütün varlıklarına el konularak üzerine başka bir hayat kurulmuştur. İnkarın şiddeti suçun büyüklüğüyle orantılı olduğu kadar kendi varlığının devamlılığını bu suça borçlu olmasından da kaynaklıdır demek ki. Türklük ethosu içinden çıkılmaz bir katılığa mecbur edilmiş gibidir.

Jean Amery’nin olağanüstü duyarlılıkla kaleme aldığı –Suç ve Kefaretin Ötesinde/ Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri alt başlıklı- denemelerinde  bahsettiği şey, “insanlığa karşı suç” olarak Nazizmin hukuken de ahlaken de siyaseten de mahkum edildiğine inanmamasıdır.  Nazi liderler yargılanmış, insanlığa karşı suç kavramı ekseninde cezalandırılmış, suç kabul edilmiştir. Ama Amery, soykırımdan yirmi yıl sonra, artık geçmişin geçmişte kalması gerektiğinin söylenebildiği zamanlarda, “sahici bir yüzleşme”nin olabilirliğine ve gerekliliğine dair hayalkırıklığıyla yazar, çünkü hiçbir şey geçmemiştir, geçmeyecektir, bilakis yüzleşmeyi bir yanılsamaya dönüştürmemek gerektir.

Sahici bir yüzleşme Amery’e göre  “suç ve kefaretin ötesinde” gerçekleştirilmelidir. Bu da her şeyden önce, zamana ve gerçekliğe dair toplumsal ve siyasal mutabakatın, tarih tasavvurunun, kimliğin ve toplumsal gövdenin genel geçer kabullerinin sorgulanmasını, kurbanı kurban oluşa mıhlayan olayın suçluyu da suçuna geri döndüren bir hesaplaşmasını gerektirir. Amery bunda ısrar eder, geçmiş öylece geçip giden bir şey değildir çünkü; olanların yeniden olmasını engelleyecek tek imkan kurbanın mağduriyeti değil suçun bilincidir, bunun bir işareti olarak suçlunun suçunu üstlenmesidir.

Olanlar oldu, her şey geçer, zaman her şeyin ilacıdır fikri esasen geçersizdir; benzer suçların yeniden olabilirliğini engelleyecek ya da hiç değilse engelleme niyetini ve sorumluluğunu belirginleştirecek bağışlanma yolunun belirginleşmesi gerekir. Amery’nin, ısrarla zamanın hiçbir şeyi iyileştirmediğini, geçmişin geçmediğini –nedenleriyle birlikte- anlatmasının nedeni budur. Giriştiği hesaplaşma, yüzeysel -şekilsel ve yetersiz- bile olsa bir yüzleşme söyleminin ortalıkta olduğu, bir şekilde suçun kabul edildiği ve belirli bir çerçevede suçun mahkum edilip suçluların cezalandırıldığı bir olaya yöneliktir üstelik. Suçun mahiyetinin, dehşetinin, varlıkta açtığı gediğin geçici bir “suç ve kefaret” anına indirgemezliğidir söylemek istediği.

Biz de ise, Ermeni Soykırımı, devletin kuruluşu ve onun gövdesini oluşturan toplumsalın inşasına bağlı bir suç olması itibariyle tümüyle inkar edilmektedir. Kollektif inkar, burada yüzleşme kavramını ve talebini çok daha derin ve ağır bir travmatik gerçeklik haline getirir. İnkardaki direncin süregiden şiddeti de dehşetin yok sayılmasından, suç mahalinin bir eve dönüştürülmesinden kaynaklanıyordur. yüzeysel bile olsa yumuşaklık mümkün değildir inkarın katılaltırdığı gövdede. Suçu tümüyle reddetme ve hatta asıl kendini mağdur görme halini de bu noktada ele alabiliriz.  Suçla katılaşan varlığa basit bir suçsuzluk hijayesi yetmez, gururla bezeli bir masumiyet anlatısı da gereklidir. “Ulusal egemenlik” ilanı en kestirme yoldan -bedeli de bu yüzden ağırdır- böylece kurulur.

Bugünü geçmişle yargılayıp mahkum etmek, atalarının suçunu sonraki nesillere birebir atfedip onları cezalandırmayı talep etmek meselesi değil elbette bu. Ama biliniyor, herhangi bir şeklide yüzleşilmeyen, adı konulamayan suçlar da suç olarak işlenmeye devam ediyordur aslında. Buradaki sorun da, inkar dolayısıyla herhangi bir yüzleşme yolunun asla açılamıyor oluşundan kaynaklanıyor. Yüzleşmenin nasıl olabileceğini, olması gerektiğini konuşabilmenin, tartışıp sorgulayabilmenin çok uzağındayız bu haliyle. Hala.

Kollektif suç kollektif yalanlarla olumsuzlanıyor. Ötekinin yasının reddi, kendi suçunun inkarıyla iç içe geçiyor; bu ise, kaçınılmaz, yıkıcı şiddet dolu bir bilincin norma dönüşmesini getiriyor beraberinde. “Bir bebekten katil yaratan karanlığı”n özel nedenlerini tarihin bu karanlık yüzünde deşifre edebiliriz ancak. Meselenin bir de maddi arkaplanı var elbette. Sadece kimliğin inşası değil maddi varlıkların gaspı da söz konusu, ki yüzleşme korkusunun bir başka boyutunu tam da bu noktada bulabiliriz.

Wladyslaw Pasikowski’nin Hasattan Sonra adıyla izlediğimiz 2012 yapımı Poklosie filminde bir örneğini gördüğümüz hadisedir bu. Film, tarihle bir yüzleşme arzusunun sonucudur; anlatılanlar da sadece kurgulanmış değil, tarihi gerçekliklere dayalıdır. Neyi ne kadar sorguladığını, sorgulamasının nereye vardığını tartışmaya açık tutarak dışarda bırakacağım. Film kusaca, Polonya’nın Jedwabne köyünde Nazilerle işbirliği yapan Leh köylülerin Yahudi komşularını öldürmelerini konu alıyor. Ama film boyunca anlıyoruz ki, işbirliği ve hatta öldürmemelerinde ibaret değildir sorunun büyüklüğü, kasabanın çok daha derin bir sırrı daha vardır. Bütün kasabayı, sonraki kuşakları da suçun bir parçası haline getiren bir sır. O da bu kasabanın orada kendilerinin katlettiği kurbanların toprakları üzerine kurulduğudur. 1915’teki gibi, kurbanlarının maddi varlıklarına, topraklarına, çocuklarına el koyma ve üzerine bir hayat inşa etme halidir gördüğümüz. Film açıkca sonunda ne olabileceğini, yüzleşmenin nasıl sağlanabileceğini, geçmişin nasıl aşılabileceğini gösteremiyor. Bildik bir çözümle noktalanıyor hikaye, Nazizm-sonrası kurulan yeni dünya düzenine uyarlanmış bir son bile diyebiliriz. Fakat söylenmesi gereken yine şudur burada, biz filmin işaret ettiği o noktada dahi değiliz yüzleşme sorunu bakımından.

Bugün, eğer suç ve kefaretin ötesinde bir yüzleşme imkanından bahsedebilecek, daha doğrusu gerçek bir yüzleşmenin ne olabileceğinden bahsetmek zorundaysak öncelikle berisinde inkar ve suçu yansıtma iradesinin aşılabilmesi, o mekanizmanın geriletilebilmesi gerek. Bundan dolayıdır ki yüzleşmenin nasılını değil yüzleşememenin nedenini konuşmak zorundayız daha. Gidişat o yönde değil elbette,  görüyor, yaşıyoruz. Zamanla iyileşmeyen yaraları birbimize hatırlatmak zorundayız bu yüzden.

bugün günlerden hrant

19 Ocak 2016

hrantdink

19 ocak 2007. Bugün günlerden Hrant. Bizi suçtan, ötekini yaşadığı büyük felaketin dehşetinden çıkarabilecek kişiydi Hrant. “Suç ve kefaretin ötesi”nde bir hayatın mümkünlüğünü anlatıyordu hepimize. Büyüleyici olan ve sahici olan buydu. Çatlağını bulan su gibi akmış, güvercin tedirginliğiyle, böylesi bir imkanın aklını ve kalbini oluşturmuştu dilinde. Büyük bir hikaye anlatıcısıydı. Hakikatle bağ kurmamızın, kollektif yalanlardan kurtulmamızın istisnai sesiydi. Sesiydi katillerini korkutan ve harekete geçiren şey de. Varlığında dile gelen gerçeğin gücüydü: 1915’ten 2016’ya sürüp gitmekte olan, sürüp gidecek olan, yeni kıyımlarla sürüp giden o Büyük Felaket’in temsilcilerini harekete geçiren şey. Bu yüzden aslında hepimizin gözleri önünde katledildi bir anlamda. Katlinde bile cansız bedeniyle o gerçeğin dile gelişi ve hakikatin ve dolayısıyla adaletin imkanı olmaya devam ediyor Hrant. O büyük hikayeyi anlatmaya devam ediyor…