Bastırılan durmaksızın geri döner. Tarihin karanlık yüzüyle yüzleşmek bir zorunluluk. Bu ise, bugün yaşadığımız toplumsal hayatın başlangıcına -kuruluş anına- dönmeyi gerektiriyor. Fakat yüzleşme söyleminin kendi başına fazla bir anlamı olmadığını da biliyoruz. İçeriğinde neyin yer aldığı, yüzleşme jestinin yönünü neyin tayin ettiği önemli. Evet, gerçekte kim olduğumuzu bilmek için döneriz travmatik anlara ya da dönmek zorundayızdır, fakat gerçekliğimi kuran fantazmayıboydan boya katetmek basit ya da bir anlık bir süreç değildir.
Batıdaki kollektif suçlar bahsinde yüzleşme hamlelerinin yetersizliği bu bağlamda çerçeveleyebiliriz. Bizde ise durum bu noktada bile değildir; suçun inkarı ve “kollektif benliğin” yaslandığı kendi kendini yüceltme söylemi en yüzeysel ya da sınırlı anlamında bile yüzleşmeye yaklaşma olanağı tanımamaktadır. Dolayısıyla “gerçeğin çağrısına kulak vermek” anlamında yüzleşme jesti politik alanda hangi biçimde belirirse belirsin sert bir inkar mekanizmasıyla karşı karşıyadır. İnkar mekanizması kimliğin ve dolayısıyla onunla işleyen toplumsal-siyasal yapının kendini koruma girişimidir, suçun inkarı beraberinde ne türden olursa olsun yüzleşme gerekliliğinin de inkarı anlamına gelir. Kollektif irade insanlar gerçeği bilmediği için değil bilakis bildiği gerçeklerin kabulü kendi varlığını tehdit ettiği için şiddetli bir bastırmayla varolabiliyordur.
Türkiye’nin moder siyasal kısa tarihine böylece işaret ederek doğrudan Ermeni Soykırımı’na yönelebiliriz, çünkü “Türklük Ethos”nun kuruluşunda ve sürdürülüşünde tam da bu suç ve inkar mekanizmasıyla karşı karşıyayız.
“Devleti ve milletiyle bir bütün olan” Türkiye Cumhuriyeti’nin, bir inkar mekanizmasıyla kollektif ruhunu ayakta tuttuğunu söylediğimizde Ermeni Soykırımı’nın basitçe bir suçun ve suçluluğun reddi meselesi olmadığını söylemiş oluruz. “Devletin bekası” bizzat bu suç etrafında-üzerinde inşa edilmiş olduğunda dolayıdır ki, şiddetli bir inkar mekanizması olmaksızın türklüğün bütünlüğü sağlanamıyordur. “Milli birlik ve bütünlük” söyleminin harcı inkarla karılabiliyordur ancak. 1915’i Felaketini diğer soykırımlardan ayıran şeydir bu: Herhangi bir yüzleşme talebi, en yüzeysel halinde bile birliğin içsel geçerliliğini tehdit etmektedir. İnkarın toplumsal varlığımıza -neredeyse genetik olarak- aktarıldığını söyleyebiliriz. Kaskatı bir tarih bilgisi ve bilincine dönüşmüştür bu ideolojik-genetik aktarım. Burjuva tarzda bir siyasal yüzleşmenin dahi olanaksıza yakın olmasının nedeni de bu yıkıcı katılıktır elbette. Herhangi bir yüzleşme gerekliliğinin reddedilmesi ideolojik bir zorunluluktur: Varlığını Türk varlığı’na armağan etmenin yegane yoludur bu, başlangıçta olduğu gibi bugünde aynı şiddetle işleyen yapıya sahiptir. Suçun ağırlığını taşıyamama ya da utanç nedeniyle üstesinde gelememe durumundan bahsetmiyoruz inkarla; inkarın mutlaklaşmasının nedeni bizzat kendi kollektif varlığını bu suça borçlu olmasından dolayıdır.
Dolayısıyla, Batı’da yüzleşme pratiklerini yetersiz bulup “gerçek bir yüzleşme” gerekliliğinden bahsedebilmek, Amery’nin ısrarla inat ettiği gibi yüzleşme sorununu bir anlamda “suç ve kefaretin ötesinde” gerçek bir talep olarak gündeme getirmek mümkün ve gerekliyken, bizdeki sorun hala daha “suç ve kefaretin berisinde” inkarcılığın aşılabilmesi, suçu ve suçluluğu tümden ve mutlak olarak reddeden iradenin aşındırılabilmesi sorunu olarak formüle edebiliriz. İnkar mekanizması bu noktada çarpık, yetersiz, eksik ya da sorunlu olsun bizzat yüzleşme gerekliliğinin inkarıdır. Milli irade, kollektif suç, kollektif direnç: “Bitmeyen inkar, en uzun soykırım“ın özeti. Biz suç işlemedik ile gerekirse yeniden yaparız arasında salınan söylemlerle kolayca kurbanların suçlanmasına ve bu suçlamayla da kendini yüceltmeye geçilir. Çünkü kurbanlar sadece öldürülüp yok edilmemiş beraberinde bütün varlıklarına el konularak üzerine başka bir hayat kurulmuştur. İnkarın şiddeti suçun büyüklüğüyle orantılı olduğu kadar kendi varlığının devamlılığını bu suça borçlu olmasından da kaynaklıdır demek ki. Türklük ethosu içinden çıkılmaz bir katılığa mecbur edilmiş gibidir.
Jean Amery’nin olağanüstü duyarlılıkla kaleme aldığı –Suç ve Kefaretin Ötesinde/ Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri alt başlıklı- denemelerinde bahsettiği şey, “insanlığa karşı suç” olarak Nazizmin hukuken de ahlaken de siyaseten de mahkum edildiğine inanmamasıdır. Nazi liderler yargılanmış, insanlığa karşı suç kavramı ekseninde cezalandırılmış, suç kabul edilmiştir. Ama Amery, soykırımdan yirmi yıl sonra, artık geçmişin geçmişte kalması gerektiğinin söylenebildiği zamanlarda, “sahici bir yüzleşme”nin olabilirliğine ve gerekliliğine dair hayalkırıklığıyla yazar, çünkü hiçbir şey geçmemiştir, geçmeyecektir, bilakis yüzleşmeyi bir yanılsamaya dönüştürmemek gerektir.
Sahici bir yüzleşme Amery’e göre “suç ve kefaretin ötesinde” gerçekleştirilmelidir. Bu da her şeyden önce, zamana ve gerçekliğe dair toplumsal ve siyasal mutabakatın, tarih tasavvurunun, kimliğin ve toplumsal gövdenin genel geçer kabullerinin sorgulanmasını, kurbanı kurban oluşa mıhlayan olayın suçluyu da suçuna geri döndüren bir hesaplaşmasını gerektirir. Amery bunda ısrar eder, geçmiş öylece geçip giden bir şey değildir çünkü; olanların yeniden olmasını engelleyecek tek imkan kurbanın mağduriyeti değil suçun bilincidir, bunun bir işareti olarak suçlunun suçunu üstlenmesidir.
Olanlar oldu, her şey geçer, zaman her şeyin ilacıdır fikri esasen geçersizdir; benzer suçların yeniden olabilirliğini engelleyecek ya da hiç değilse engelleme niyetini ve sorumluluğunu belirginleştirecek bağışlanma yolunun belirginleşmesi gerekir. Amery’nin, ısrarla zamanın hiçbir şeyi iyileştirmediğini, geçmişin geçmediğini –nedenleriyle birlikte- anlatmasının nedeni budur. Giriştiği hesaplaşma, yüzeysel -şekilsel ve yetersiz- bile olsa bir yüzleşme söyleminin ortalıkta olduğu, bir şekilde suçun kabul edildiği ve belirli bir çerçevede suçun mahkum edilip suçluların cezalandırıldığı bir olaya yöneliktir üstelik. Suçun mahiyetinin, dehşetinin, varlıkta açtığı gediğin geçici bir “suç ve kefaret” anına indirgemezliğidir söylemek istediği.
Biz de ise, Ermeni Soykırımı, devletin kuruluşu ve onun gövdesini oluşturan toplumsalın inşasına bağlı bir suç olması itibariyle tümüyle inkar edilmektedir. Kollektif inkar, burada yüzleşme kavramını ve talebini çok daha derin ve ağır bir travmatik gerçeklik haline getirir. İnkardaki direncin süregiden şiddeti de dehşetin yok sayılmasından, suç mahalinin bir eve dönüştürülmesinden kaynaklanıyordur. yüzeysel bile olsa yumuşaklık mümkün değildir inkarın katılaltırdığı gövdede. Suçu tümüyle reddetme ve hatta asıl kendini mağdur görme halini de bu noktada ele alabiliriz. Suçla katılaşan varlığa basit bir suçsuzluk hijayesi yetmez, gururla bezeli bir masumiyet anlatısı da gereklidir. “Ulusal egemenlik” ilanı en kestirme yoldan -bedeli de bu yüzden ağırdır- böylece kurulur.
Bugünü geçmişle yargılayıp mahkum etmek, atalarının suçunu sonraki nesillere birebir atfedip onları cezalandırmayı talep etmek meselesi değil elbette bu. Ama biliniyor, herhangi bir şeklide yüzleşilmeyen, adı konulamayan suçlar da suç olarak işlenmeye devam ediyordur aslında. Buradaki sorun da, inkar dolayısıyla herhangi bir yüzleşme yolunun asla açılamıyor oluşundan kaynaklanıyor. Yüzleşmenin nasıl olabileceğini, olması gerektiğini konuşabilmenin, tartışıp sorgulayabilmenin çok uzağındayız bu haliyle. Hala.
Kollektif suç kollektif yalanlarla olumsuzlanıyor. Ötekinin yasının reddi, kendi suçunun inkarıyla iç içe geçiyor; bu ise, kaçınılmaz, yıkıcı şiddet dolu bir bilincin norma dönüşmesini getiriyor beraberinde. “Bir bebekten katil yaratan karanlığı”n özel nedenlerini tarihin bu karanlık yüzünde deşifre edebiliriz ancak. Meselenin bir de maddi arkaplanı var elbette. Sadece kimliğin inşası değil maddi varlıkların gaspı da söz konusu, ki yüzleşme korkusunun bir başka boyutunu tam da bu noktada bulabiliriz.
Wladyslaw Pasikowski’nin Hasattan Sonra adıyla izlediğimiz 2012 yapımı Poklosie filminde bir örneğini gördüğümüz hadisedir bu. Film, tarihle bir yüzleşme arzusunun sonucudur; anlatılanlar da sadece kurgulanmış değil, tarihi gerçekliklere dayalıdır. Neyi ne kadar sorguladığını, sorgulamasının nereye vardığını tartışmaya açık tutarak dışarda bırakacağım. Film kusaca, Polonya’nın Jedwabne köyünde Nazilerle işbirliği yapan Leh köylülerin Yahudi komşularını öldürmelerini konu alıyor. Ama film boyunca anlıyoruz ki, işbirliği ve hatta öldürmemelerinde ibaret değildir sorunun büyüklüğü, kasabanın çok daha derin bir sırrı daha vardır. Bütün kasabayı, sonraki kuşakları da suçun bir parçası haline getiren bir sır. O da bu kasabanın orada kendilerinin katlettiği kurbanların toprakları üzerine kurulduğudur. 1915’teki gibi, kurbanlarının maddi varlıklarına, topraklarına, çocuklarına el koyma ve üzerine bir hayat inşa etme halidir gördüğümüz. Film açıkca sonunda ne olabileceğini, yüzleşmenin nasıl sağlanabileceğini, geçmişin nasıl aşılabileceğini gösteremiyor. Bildik bir çözümle noktalanıyor hikaye, Nazizm-sonrası kurulan yeni dünya düzenine uyarlanmış bir son bile diyebiliriz. Fakat söylenmesi gereken yine şudur burada, biz filmin işaret ettiği o noktada dahi değiliz yüzleşme sorunu bakımından.
Bugün, eğer suç ve kefaretin ötesinde bir yüzleşme imkanından bahsedebilecek, daha doğrusu gerçek bir yüzleşmenin ne olabileceğinden bahsetmek zorundaysak öncelikle berisinde inkar ve suçu yansıtma iradesinin aşılabilmesi, o mekanizmanın geriletilebilmesi gerek. Bundan dolayıdır ki yüzleşmenin nasılını değil yüzleşememenin nedenini konuşmak zorundayız daha. Gidişat o yönde değil elbette, görüyor, yaşıyoruz. Zamanla iyileşmeyen yaraları birbimize hatırlatmak zorundayız bu yüzden.