Benim felsefeye ilgim materyalizm ve onun eleştirel işlevi sayesindedir: bilimsel bilgiyi onun mistifiye edilmiş tüm ideolojik bilgiselliğinin karşısına almaktır. Ahlaki temelde bir mit ya da yalan karşıtlığından değil, onların akılcıl ve sistematik eleştirisinden bahsediyorum.
Louis Althusser [kaynak]
Burada bır zamandır okumaya çalıştığım bir felsefi metinden kısaca sözetmek istiyorum. Zira şu ana dek metnin sadece 2 bölümünü yani 50 sayfasını okuyabildim. Bu da kitabın sadece 3’te 1’ine tekabül ediyor. Şunu itiraf etmek zorundayım: Bu 50 sayfayı okumak bana 500 sayfa okumak gibi geldi. Bunun nedenlerinin başlıcaları arasında benim “felsefeci” olmadığım gerçeği yatıyorsa da, bundan öte metnin Kant sonrası felsefeye, modernist felsefeye olan özgün eleştirisinin ince noktaları ve ziyadesiyle yoğunluğu okunuşunu zorlaştırdığını eklemek gerekiyor. Halbuki metnin son yılların felsefi metinleri içerisinde en yalın, en tutarlı, en takip edilebilir bir dille yazıldığını düşünmeme rağmen, bu böyle oldu. Yazar: Quentin Meillassoux, Kitap: After Finitude: An Essay on the Necessity on Contingency (Sonluluk Sonrası : Vukuu Belli Olmamanın Gerekliği Üzerine Bir Deneme) –Biliyorum çok daha iyi çevrilebilirdi bu başlık ama ben beceremedim-
Metnin içeriğinden söz etmezden önce, “felsefeci” olmayanlar için “felsefe”nin gerekli olup, olmadığı sorusunu yeniden sormak gerektiğini düşünüyorum. Gerçi metin şimdiki haliyle buna da yanıt veriyor, ama ben kendi yanıtlarımı vereyim: Evet, felsefe gerekli, hem de günümüzün zıvanadan çıkmış psikotik dünyasında her zamankinden daha fazla gerekli. Badiou şurada “eski güzel günlerde”, bir kadına Tanrı’nın yokluğunun ispatından bahsetmenin mesela ona badminton oynamayı teklif etmekten çok daha çekici ve ayartıcı olduğunu söylüyor. Evet, ama artık Zeitgeist’ın borusu böyle ötmüyor ne yazık ki , öyleyse “düşüncenin seksiliği”nin 60’larda ve 70’lerdeki geçerliliğini şimdilerde yitirdiğini açıkyüreklilikle söylememiz lazım. (Ha felsefi görünüm altında dinsel bir formasyon içeren metinlerle hala çekici olabilme şansınız var elbet. Zira artık “cool” olmanın ancak kul olmaktan geçebildiği bir çağdayız. Öteki’ne bu yönde yaranmak için Tanrıların bile kolaylıkla ayaklar altına alındığı zamanlardayız. Bu yüzden artık gerçek anlamıyla bir Müslüman, Yahudi ya da Hristiyan namevcut, sadece onların küçük harfli modernist kimliksel versiyonları var iddiasındayız. ) Çünkü düşünce, eskisinden çok daha “ağır” geliyor psikotik dünyamızın fertlerine. Sebebi de tam da dünyanın psikotik olmasından yani “efendi gösteren”lerinden paramparça olmasında ya da popüler Nietzschevari söylemle bu durum “Tanrının ölümü”nden kaynaklanıyor. Bahsi geçen Tanrı sadece dindarlar için değil tabii, en başta ideolojik herhangi bir ayağa kendini yaslamak isteyen herkes için, modern birey için: aşık için, sanatçı için, militan için, ve hatta iddia edilebilir ki bilim insanı için bile bu ciddi bir “sorunsalı” teşkil ediyor. Bu sorunu yaratan da bizzat bahsettiğim metnin üzerinden durduğu Kant sonrası “eleştirel felsefe”nin de yardım ettiği süreçsel bir değişimde gizli. Dogmatizmin yani kartezyen bir Mutlak’ın (Descartes özelinde Tanrı’nın mükemmeliğinden kaynaklı) kanıtlanışının yıkıcı eleştirisiyle bu süreç başlıyor diyebiliriz. Zira Kant’a göre Tanrı’nın varlığı da yokluğu da kanıtlanamaz.
Şimdi metnin anlattıklarına dayanarak şu temel noktalardan bahsetmek gerekecek: Birincil ve ikincil nitelikler. Kitaptaki mum örneğindeki gibi, süje (özne) muma dokunursa yanar. “Yanmak” mum’a yani objeye (nesneye) özgü birşey değil, sadece öznenin onla ilintisi göze alındığında mum’a atfedilecek bir nitelik. Buna bilindiği üzere “ikincil nitelik” deniyor. Birincil nitelikler ise bir “ilinti ya da ilişki”den bağımsız olarak objenin kendi içinde (in itself) barındırdığı özelikler toplamıdır, denebilir. Nesnenin özneden bağımsız birincil nitelikleri ne olabilir peki? Örneğin, Descartes için boyut, uzunluk, derinlik vs. bu birincil nitelikler kapsamına girer. Metinde de belirtildiği üzere bir nesnenin matematiksel olarak algılanabilecek tüm özeliklerini rahatlıkla “birincil nitelikler” sınıfına koyabiliriz. Ama mesela elimdeki topun rengi mavi derken, “mavilik” onu algılayabilecek bir özne olmadığında anlamlı olmayacağı için birincil olarak topa ait nitelendirilemez. İşte Meillassoux’un kitap boyunca tüm Kant sonrası felsefe eleştirileri, nesnenin birincil ve ikincil nitelikleri arasındaki yarılmadan kaynağını alıyor. Zira mesela Kant’a göre nesnenin birincil dediğimiz nitelikleri, yani “kendisi-için” olanı (noumenon) bilinemez. Evet “düşünülebilir, akıl yürütülebilir” ama bilinemez. Fakat Kant’a göre “kendisi için nitelikler” yine de “çelişik değildirliği” içinde barındırır. Ama neden? (Metindede sözü edildiği üzere Kant sonrası bir sürü düşünür kendinde olan’ın da aslında çelişik olabileceğini savunuyorlar; bu yüzden kendinde olan hakkında konuşulurken ‘çelişkili’ bir önermenin de sözüedilebileceğini peşinen kabullenmiş oluyorlar! ) Kant sonrası filozofların, özellikle taa bunu günümüze kadar getirdğimizde yapısalcılık sonrası felsefecilerin tüm düşünce sistemlerinin bel kemiği burası işte:
“Özne olmadan (öznesiz) bir ‘nesne’den söz edilemez.” Yani öznenin algılayamadığı bir nesneyi değil düşünmenin, bahsetmenin bile imkanı yok. Meillassoux buna kısaca “ilinticilik” (correlationism) adını veriyor ve kitabnın tamamında ilinticiliğin felsefenin “dincileşmesine” nasıl adım adım yol açtığının öyküsü olarak veriliyor. Öykü dememe bakmayın, çok tutarlı ve sağlam felsefi argümanlar sunularak sağlanıyor bu.
İlinticilikle çatışkı içinde olacak basit bir örneklemeyle başlıyor herşey. Şöyle ki, günümüz bilimi karbon analizleriyle evrenin başlangıç tarihi (13.5 milyar yıl önce), hayatın başlangıcı (3.5 milyar yıl önce), Homo habilis denen ilk insan türünün orjini (2 milyon yıl önce) vs. ile ilgili kaba da olsa geçerli ve doğru rakamlar verebiliyor. Yalnız bu rakamların geçtiği zamanlarda “özne” diye birşey yoktu. Varolan nesneyle etkileşimde bulunabilen bir özne namevcuttu. Ama bilim, günümüzde elindeki gelişmiş tekniklerle bu gibi olayların varlığı hakkında bir bilgi edinmemezi sağlayabiliyor. Peki ilintici bu durumda buna ne diyecektir? Eğer bilgi, sadece bir nesne ve öznenin biraraya gelişiyle sağlanabiliyorsa, bilim bu durumda aslında hiç öznenin olmadığı bir zamandan nasıl söz edebilir? İlilnticilik bunun hakkında ne diyebilir? İilinticilik bu durumda “bilime”de mi aslında varolması mümkün türlü anlatılardan biri olma sıfatını vermek gibi obskür (saçma) bir konuma düşecektir? Mesela fenemonolojiyi baz alsak, Heiddegerimsi bize verilen şeyler bütünü ve “içine düştüğümüz dünya” ya da Dasein’dan kaynağını alan bir felsefe bunun hakkında nasıl bir yorumda bulunabilir? Bu sorular ilmik ilmik örülmesi gereken kapsamlı bir eleştiriyi hakeediyor. Ve günümüz otantik materyalistlerine de böyle bir görev düşüyor.
Meilllassoux’un somut argümanlarla işaret ettiği üzere dogmatik felsefe için, mesela Descartes’ın metodolojisi için bu soruların bir problem olmadığı zahir ancak iş ilinticiliği içine alan eleştirel felsefe’ye geldiğinde böylesi bir bilimsel önermeyle düpedüz bir çatışkı ortaya çıkıyor. Meilllassoux bu çatışkıyı inanılmaz bir titizlikle gözler önüne seriyor: Aslında eleştirel felsefe kendi spesifik okuluna bağlı olarak ne kadar mırın kırın etse de, kendi temel kaynağını yani ilinticiliği dıştalayamayacağından, böylesi özneyi önceleyen bir zamana ve mekana kendini bağlayamayacağından ve bilim insanının bunun lafını ederken, lafını ettiği bilimsel gerçekliğii deneyimleyemeyeceğinden dem vuracak ve “ilinticiliğinin” dozuna göre mesela bu “bilimsel açıklamayı” belki anlatı düzeyine indirmeye kadar varabilecektir. Çünkü eleştirel felsefe ve onun aşırıya varmış haliyle günümüzün yapısalcı sonrası felsefesi Mutlak lafızını duyduğu anda geri sıçrayış yapmak zorunluluğunu kendi doğası gereği hissedecektir. Meilllasoux’un vurguladığı önemli nokta ise pencereden kovulan mutlak’ın (ki iyi ki kovuldu, buna bir lafımız yok tabii ki), çok başka bir dinsellikte bacadan geri geldiğidir. ABD’deki binlerce new age inançtan tutun, ufolulara inananlardan Afganistan’daki Talibancılara, fanatik evanjalistlere vs. kadar bir sürü örnek verilebilir buna. Ki aslında, bundan çok daha önemlisi “günümüz sıradan insanında” da aynı “dinselliğin” hali hazırda ete kemiğe bürünmüş olmasıdır burada söz konusu olan.
Sözün kısası ilinticilik ve bunun gitgide aşırıya kaçmış türleri, tarihsel olarak dogmatizmin düşünceye olan kötülüklerini engellerken , “mutlak”tan kaçınayım derken başka bir tür fanatizmin kapılarını açtı. Bir sürü “inanç”, örneğin “Ufolara inanmak”, “Hristiyanlık”, “uçan omletlerin dansı” gibi birbirinden çok farklı temeller üzerinden yükselen “inançları” eşdeğerleştirdi. Böylelikle bir Hristiyanın ya da Müslüman bir teologun kendi monoteistik ya da mesela Eski Yunan’ın politeistik inançsal temeline dair bir metafiziksel bir önermede bulunması “imkansızlaştırıldı”. Ama metafizik pencereden kovulurken, paradoksal olarak tüm inançlar kendi dayandıkları rastgele bir “mutlak”ı kendilerine rehber edinme şansını elde etmiş oldular. Çünkü nasıl olsa “kendinde olan” (in itself) bilinemezdi. Bilinemeyecek ve hatta birçok okula göre düşünülemeyecek bir mutlak var ise eğer, bu durumda onun hakkında “akla dayanmayan” her türlü önermeyi yapma hakkı kendine görülebilir. İşte modernist eleştirel felsefenin gelip vardığı ve tökezlediği nokta tam da burası: Mutlak’ı dışarı çıkarıp attığımızda bunu bir metafizik’e yaslanmak gereği duymadan rahatça meşrulaştırmak serbestisi. Öyle ki, bu “inançlar” arasından bir ayrım yapabilmek, onların mantıksallığını sorgulamak ve hatta karşılaştırmak şansımız “ilinticilere” göre zaten yok!
Günümüzde “rasyonalist ateizm” adına ortaya çıkanlar bile “din”i böyle bir temele dayanarak eleştiriyorlar maalesef. Onlar da (Dawkins ve Hitchens gibileri) eleştirilerini bu temele yaslama rahatlığıyla yaparlarken, farkında olmadıkları şey, aslında eleştirdikleri inanç sistemleriyle aynı düzeyde bir metodolojiyi kullanıyor olmaları… Ve bu yüzden bir tür akıl’dan yola çıktıklarını iddia ederken, eninde sonunda akıl almayacak dinsel bir yola sapmaları pek şaşırtıcı olmuyor. (Hitchens gibiler Irak Savaşı’nı dinler arası kavgaya bağlayacak kadar akılsızlaşabiliyor, bağnazlaşabiliyor mesela.)
Peki buna verilecek yanıt yeni bir “dogmatizm” mi olmalı? Elbette ki hayır. Ama eleştirel felsefenin bunun dışında bilgiye “seksilik” katarak onu bir metinler ve metnin hükümranlığından kopamayan sığlığa dönüştürmesi gibi sayılacak zilyon tane zehrini akılda tutup, yeni bir spekülatif materyalist duruşa ihtiyaç var. Tam da bu yüzden Meilllasoux’un bu yoğun metni büyük önem arzediyor. Öyle ki, daha şimdiden felsefe dünyasında Meilllassoux ve onun eleştirisinden yola çıkıp türlü türlü geleneksel olmayan arayışlara girişilmiş durumda olması umut verici.
Bunu Türkiyeliler olarak farkında olmak daha da önemli. Çünkü ülkemizde politik ve kültürel konumundan kaynaklı olarak, (sözde) felsefe, metnin kendisini aşabilmiş değil, ve sırf bu yüzden “metin ve referans sıralamak”, örneğin Hegel’den ya da (eğer bizim felsefeci iddiasındaki zatın zihinsel kapasitesi o denli bile gelişmemişse) Derrida ve türevlerinden yola çıkıp “obsküranist” bir kendi içinde “tutarlı” (ki tutarsız olanları daha fazla ama neyse!) ama “fantastik” girişimlerde bulunmak gayet kolay ve yarı-entel müritler tarafından “felsefeci” etiketi yapıştırılmaya yeter durumda ne yazık ki. Halbuki felsefe, imaj’daki ve söz’deki parlaklığın çok ötesinde bir araştırmaya, hakikatın ve gerektiğinde karanlığın kendisine doğru inatçı ve yine yeri geldiğinde gayet “sıkıcı” olabilecek bir mecraya açılmakla gerçeklenme şansı bulabilir. Sırf bu yüzden olsun kendi efendi gösterenini kaybetmiş psikotiklerin ya da şimdinin nihilistlerinin boşluklarını doldurmak, fantazilerini sağlama almak için felsefe’nin araçlaştırıllaştırılarak hadım edilmesine engel olmak, onu bu türden bir gericilikten kurtarmak gerek! Bu da hepimize, bilimcisinden militanına kadar sistematik ve kararlı bir çaba gösterimini gerekli kılıyor. Ve Meillassoux’un After Finitude‘u bu yönde atılmış ilk ve çok önemli bir adım, ve şükürler olsun ki meyvelerini de şimdiden veriyor.