Archive for the ‘diger’ Category

Postfelsefe nasıl hadım eder ya da neden XI. tez tersine çevirilmeli üzerine

04 Ekim 2009

Benim felsefeye ilgim materyalizm ve onun eleştirel işlevi sayesindedir: bilimsel bilgiyi onun mistifiye edilmiş tüm ideolojik bilgiselliğinin karşısına almaktır. Ahlaki temelde bir mit ya da yalan karşıtlığından değil, onların akılcıl ve sistematik eleştirisinden bahsediyorum.

Louis Althusser [kaynak]

Burada bır zamandır okumaya çalıştığım bir felsefi metinden kısaca sözetmek istiyorum. Zira şu ana dek metnin sadece 2 bölümünü yani 50 sayfasını okuyabildim. Bu da kitabın sadece 3’te 1’ine tekabül ediyor. Şunu itiraf etmek zorundayım: Bu 50 sayfayı okumak bana 500 sayfa okumak gibi geldi. Bunun nedenlerinin başlıcaları arasında benim “felsefeci” olmadığım gerçeği yatıyorsa da, bundan öte metnin Kant sonrası felsefeye, modernist felsefeye olan özgün eleştirisinin ince noktaları ve ziyadesiyle yoğunluğu okunuşunu zorlaştırdığını eklemek gerekiyor. Halbuki metnin son yılların felsefi metinleri içerisinde en yalın, en tutarlı, en takip edilebilir bir dille yazıldığını düşünmeme rağmen, bu böyle oldu. Yazar: Quentin Meillassoux, Kitap: After Finitude: An Essay on the Necessity on Contingency (Sonluluk Sonrası : Vukuu Belli Olmamanın Gerekliği Üzerine Bir Deneme) –Biliyorum çok daha iyi çevrilebilirdi bu başlık ama ben beceremedim-

Metnin içeriğinden söz etmezden önce, “felsefeci” olmayanlar için “felsefe”nin gerekli olup, olmadığı sorusunu yeniden sormak gerektiğini düşünüyorum. Gerçi metin şimdiki haliyle buna da yanıt veriyor, ama ben kendi yanıtlarımı vereyim: Evet, felsefe gerekli, hem de günümüzün zıvanadan çıkmış psikotik dünyasında her zamankinden daha fazla gerekli. Badiou şurada “eski güzel günlerde”, bir kadına Tanrı’nın yokluğunun ispatından bahsetmenin mesela ona badminton oynamayı teklif etmekten çok daha çekici ve ayartıcı olduğunu söylüyor. Evet, ama artık Zeitgeist’ın borusu böyle ötmüyor ne yazık ki , öyleyse “düşüncenin seksiliği”nin 60’larda ve 70’lerdeki geçerliliğini şimdilerde yitirdiğini açıkyüreklilikle söylememiz lazım. (Ha felsefi görünüm altında dinsel bir formasyon içeren metinlerle hala çekici olabilme şansınız var elbet. Zira artık “cool” olmanın ancak kul olmaktan geçebildiği bir çağdayız. Öteki’ne bu yönde yaranmak için Tanrıların bile kolaylıkla ayaklar altına alındığı zamanlardayız. Bu yüzden artık gerçek anlamıyla bir Müslüman, Yahudi ya da Hristiyan namevcut, sadece onların küçük harfli modernist kimliksel versiyonları var iddiasındayız. ) Çünkü düşünce, eskisinden çok daha “ağır” geliyor psikotik dünyamızın fertlerine. Sebebi de tam da dünyanın psikotik olmasından yani “efendi gösteren”lerinden paramparça olmasında ya da popüler Nietzschevari söylemle bu durum “Tanrının ölümü”nden kaynaklanıyor. Bahsi geçen Tanrı sadece dindarlar için değil tabii, en başta ideolojik herhangi bir ayağa kendini yaslamak isteyen herkes için, modern birey için: aşık için, sanatçı için, militan için, ve hatta iddia edilebilir ki bilim insanı için bile bu ciddi bir “sorunsalı” teşkil ediyor. Bu sorunu yaratan da bizzat bahsettiğim metnin üzerinden durduğu Kant sonrası “eleştirel felsefe”nin de yardım ettiği süreçsel  bir değişimde gizli. Dogmatizmin yani kartezyen bir Mutlak’ın (Descartes özelinde Tanrı’nın mükemmeliğinden kaynaklı) kanıtlanışının yıkıcı eleştirisiyle bu süreç başlıyor diyebiliriz.  Zira Kant’a göre Tanrı’nın varlığı da yokluğu da kanıtlanamaz.

Şimdi metnin anlattıklarına dayanarak şu temel noktalardan bahsetmek gerekecek: Birincil ve ikincil nitelikler. Kitaptaki mum örneğindeki gibi, süje (özne) muma dokunursa yanar. “Yanmak” mum’a yani objeye (nesneye) özgü birşey değil, sadece öznenin onla ilintisi göze alındığında mum’a atfedilecek bir nitelik. Buna bilindiği üzere “ikincil nitelik” deniyor.  Birincil nitelikler ise bir “ilinti ya da ilişki”den bağımsız olarak objenin kendi içinde (in itself) barındırdığı özelikler toplamıdır, denebilir. Nesnenin özneden bağımsız birincil nitelikleri ne olabilir peki? Örneğin, Descartes için boyut, uzunluk, derinlik vs. bu birincil nitelikler kapsamına girer.  Metinde de belirtildiği üzere bir nesnenin matematiksel olarak algılanabilecek tüm özeliklerini rahatlıkla “birincil nitelikler” sınıfına koyabiliriz. Ama mesela elimdeki topun rengi mavi derken,  “mavilik” onu algılayabilecek bir özne olmadığında anlamlı olmayacağı için birincil olarak topa ait nitelendirilemez.  İşte Meillassoux’un kitap boyunca tüm Kant sonrası felsefe eleştirileri, nesnenin birincil ve ikincil nitelikleri arasındaki yarılmadan kaynağını alıyor. Zira mesela Kant’a göre nesnenin birincil dediğimiz nitelikleri, yani “kendisi-için” olanı (noumenon) bilinemez. Evet “düşünülebilir, akıl yürütülebilir” ama bilinemez. Fakat Kant’a göre “kendisi için nitelikler” yine de “çelişik değildirliği” içinde barındırır.  Ama neden?  (Metindede sözü edildiği üzere Kant sonrası bir sürü düşünür kendinde olan’ın da aslında çelişik olabileceğini savunuyorlar;  bu yüzden kendinde olan hakkında konuşulurken ‘çelişkili’ bir önermenin de sözüedilebileceğini peşinen kabullenmiş oluyorlar! ) Kant sonrası filozofların, özellikle taa bunu günümüze kadar getirdğimizde yapısalcılık sonrası felsefecilerin tüm düşünce sistemlerinin bel kemiği burası işte:

Özne olmadan (öznesiz)  bir ‘nesne’den söz edilemez.” Yani öznenin algılayamadığı bir nesneyi değil düşünmenin, bahsetmenin bile imkanı yok.  Meillassoux buna kısaca “ilinticilik” (correlationism) adını veriyor ve kitabnın tamamında ilinticiliğin felsefenin “dincileşmesine” nasıl adım adım yol açtığının öyküsü olarak veriliyor. Öykü dememe bakmayın, çok tutarlı ve sağlam felsefi argümanlar sunularak sağlanıyor bu.

origin-of-the-universeİlinticilikle çatışkı içinde olacak basit bir örneklemeyle başlıyor herşey. Şöyle ki, günümüz bilimi karbon analizleriyle evrenin başlangıç tarihi (13.5 milyar yıl önce), hayatın başlangıcı (3.5 milyar yıl önce), Homo habilis denen ilk insan türünün orjini (2 milyon yıl önce) vs. ile ilgili kaba da olsa geçerli ve doğru rakamlar verebiliyor. Yalnız bu rakamların geçtiği zamanlarda “özne” diye birşey yoktu. Varolan nesneyle etkileşimde bulunabilen bir özne namevcuttu.  Ama bilim, günümüzde elindeki gelişmiş tekniklerle bu gibi olayların varlığı hakkında bir bilgi edinmemezi sağlayabiliyor. Peki ilintici bu durumda buna ne diyecektir? Eğer bilgi, sadece bir nesne ve öznenin biraraya gelişiyle sağlanabiliyorsa, bilim bu durumda aslında hiç öznenin olmadığı bir zamandan nasıl söz edebilir? İlilnticilik bunun hakkında ne diyebilir? İilinticilik bu durumda “bilime”de mi aslında varolması mümkün türlü anlatılardan biri olma sıfatını vermek gibi obskür (saçma) bir konuma düşecektir? Mesela fenemonolojiyi baz alsak, Heiddegerimsi bize verilen şeyler bütünü ve “içine düştüğümüz dünya” ya da Dasein’dan kaynağını alan bir felsefe bunun hakkında nasıl bir yorumda bulunabilir? Bu sorular ilmik ilmik örülmesi gereken kapsamlı bir eleştiriyi hakeediyor. Ve günümüz otantik materyalistlerine de böyle bir görev düşüyor.

Meilllassoux’un somut argümanlarla işaret ettiği üzere dogmatik felsefe için, mesela Descartes’ın metodolojisi için bu soruların bir problem olmadığı zahir ancak iş ilinticiliği içine alan eleştirel felsefe’ye geldiğinde böylesi bir bilimsel önermeyle düpedüz bir çatışkı ortaya çıkıyor. Meilllassoux bu çatışkıyı inanılmaz bir titizlikle gözler önüne seriyor: Aslında eleştirel felsefe kendi spesifik okuluna bağlı olarak ne kadar mırın kırın etse de, kendi temel kaynağını yani ilinticiliği dıştalayamayacağından, böylesi özneyi önceleyen bir zamana ve mekana kendini bağlayamayacağından ve bilim insanının bunun lafını ederken, lafını ettiği bilimsel gerçekliğii deneyimleyemeyeceğinden dem vuracak ve “ilinticiliğinin” dozuna göre mesela bu “bilimsel  açıklamayı” belki anlatı düzeyine indirmeye kadar varabilecektir. Çünkü eleştirel felsefe ve onun aşırıya varmış haliyle günümüzün yapısalcı sonrası felsefesi Mutlak lafızını duyduğu anda geri sıçrayış yapmak zorunluluğunu kendi doğası gereği hissedecektir.  Meilllasoux’un vurguladığı önemli nokta ise pencereden kovulan mutlak’ın (ki iyi ki kovuldu, buna bir lafımız yok tabii ki), çok başka bir dinsellikte bacadan geri geldiğidir. ABD’deki binlerce new age inançtan tutun, ufolulara inananlardan Afganistan’daki Talibancılara, fanatik evanjalistlere vs. kadar bir sürü örnek verilebilir buna. Ki aslında, bundan çok daha önemlisi “günümüz sıradan insanında” da aynı “dinselliğin” hali hazırda ete kemiğe bürünmüş olmasıdır burada söz konusu olan.

Sözün kısası ilinticilik ve bunun gitgide aşırıya kaçmış türleri, tarihsel olarak dogmatizmin düşünceye olan kötülüklerini engellerken , “mutlak”tan kaçınayım derken başka bir tür fanatizmin kapılarını açtı. Bir sürü “inanç”, örneğin “Ufolara inanmak”, “Hristiyanlık”, “uçan omletlerin dansı” gibi birbirinden çok farklı temeller üzerinden yükselen “inançları” eşdeğerleştirdi.  Böylelikle bir Hristiyanın ya da Müslüman bir teologun kendi monoteistik ya da mesela Eski Yunan’ın politeistik inançsal temeline dair bir metafiziksel bir önermede bulunması “imkansızlaştırıldı”. Ama metafizik pencereden kovulurken, paradoksal olarak tüm inançlar kendi dayandıkları rastgele bir “mutlak”ı kendilerine rehber edinme şansını elde etmiş oldular. Çünkü nasıl olsa “kendinde olan” (in itself) bilinemezdi. Bilinemeyecek ve hatta birçok okula göre düşünülemeyecek bir mutlak var ise eğer, bu durumda onun hakkında “akla dayanmayan” her türlü önermeyi yapma hakkı kendine görülebilir. İşte modernist eleştirel felsefenin gelip vardığı ve tökezlediği nokta tam da burası: Mutlak’ı dışarı çıkarıp attığımızda bunu bir metafizik’e yaslanmak gereği duymadan rahatça meşrulaştırmak serbestisi. Öyle ki, bu “inançlar” arasından bir ayrım yapabilmek, onların mantıksallığını sorgulamak ve hatta karşılaştırmak şansımız “ilinticilere” göre zaten yok!

Günümüzde “rasyonalist ateizm” adına ortaya çıkanlar bile “din”i böyle bir temele dayanarak eleştiriyorlar maalesef. Onlar da (Dawkins ve Hitchens gibileri) eleştirilerini bu temele yaslama rahatlığıyla yaparlarken, farkında olmadıkları şey, aslında eleştirdikleri inanç sistemleriyle aynı düzeyde bir metodolojiyi kullanıyor olmaları… Ve bu yüzden bir tür akıl’dan yola çıktıklarını iddia ederken, eninde sonunda akıl almayacak dinsel bir yola sapmaları pek şaşırtıcı olmuyor. (Hitchens gibiler Irak Savaşı’nı dinler arası kavgaya bağlayacak kadar akılsızlaşabiliyor, bağnazlaşabiliyor mesela.)

Peki buna verilecek yanıt yeni bir “dogmatizm” mi olmalı? Elbette ki hayır. Ama eleştirel felsefenin bunun dışında bilgiye “seksilik” katarak onu bir metinler ve metnin hükümranlığından kopamayan sığlığa dönüştürmesi gibi sayılacak zilyon tane zehrini akılda tutup, yeni bir spekülatif materyalist duruşa ihtiyaç var. Tam da bu yüzden Meilllasoux’un bu yoğun metni büyük önem arzediyor. Öyle ki, daha şimdiden felsefe dünyasında Meilllassoux ve onun eleştirisinden yola çıkıp türlü türlü geleneksel olmayan arayışlara girişilmiş durumda olması umut verici.

Bunu Türkiyeliler olarak farkında olmak daha da önemli. Çünkü ülkemizde politik ve kültürel konumundan kaynaklı olarak, (sözde) felsefe, metnin kendisini aşabilmiş değil, ve sırf bu yüzden “metin ve referans sıralamak”, örneğin Hegel’den ya da (eğer bizim felsefeci iddiasındaki zatın zihinsel kapasitesi o denli bile gelişmemişse) Derrida ve türevlerinden yola çıkıp “obsküranist” bir kendi içinde “tutarlı” (ki tutarsız olanları daha fazla ama neyse!)  ama “fantastik” girişimlerde bulunmak gayet kolay ve yarı-entel müritler tarafından “felsefeci” etiketi yapıştırılmaya yeter durumda ne yazık ki. Halbuki felsefe, imaj’daki ve söz’deki parlaklığın çok ötesinde bir araştırmaya, hakikatın ve gerektiğinde karanlığın kendisine doğru inatçı ve yine yeri geldiğinde gayet “sıkıcı” olabilecek bir mecraya açılmakla gerçeklenme şansı bulabilir.  Sırf bu yüzden olsun kendi efendi gösterenini kaybetmiş psikotiklerin ya da şimdinin nihilistlerinin boşluklarını doldurmak, fantazilerini sağlama almak için felsefe’nin araçlaştırıllaştırılarak hadım edilmesine engel olmak, onu bu türden bir gericilikten kurtarmak gerek! Bu da hepimize, bilimcisinden militanına kadar sistematik ve kararlı bir çaba gösterimini gerekli kılıyor. Ve Meillassoux’un After Finitude‘u  bu yönde atılmış ilk ve çok önemli bir adım, ve şükürler olsun ki meyvelerini de şimdiden veriyor.

ceylan

02 Ekim 2009

ceylanKızının bombayla parçalanan gövdesini toplayıp eteğiyle taşıyan anneyi havsalamızın alabiliyor olması, toplumsal bir cinnetin acımasız gerçekliğinde yaşadığımızın işaretidir olsa olsa. Büyük idealler ve büyük davalar, büyük acımasızlıklarla nasır bağlatır insanın derinliklerinde. “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”, bütün bir hayatı kirleten ve yaşanmaz kılan bir acımasızlığa ortak etmiştir yürekleri çoktan.

jenseits

15 Şubat 2008

“Birey, kendi kavramıyla ölçüldüğünde, gerçektende Hegel’in felsefesinin öngördüğü kadar boş ve geçersiz bir konuma düşmüştür; ama bireyin kendi açısından bakıldığında özsel olan da görünüşte anormal bir durum gibi yaşamasına izin verilen o mutlak olumsallıktır. Dünya sistematikleştirilmiş dehşettir; ama bu yüzden dünyayı bütünüyle bir sistem olarak düşünmek de ona fazla değer biçmek olur; çünkü birleştirici ilkesi nifaktır ve genelde tikelin uzlaşmazlığını olduğu gibi koruyarak sağlıyordur uzlaşmayı. Canavarlıktır dünyanın özü; ama görünüşü, sürüp gitmesini sağlayan yalan, bugün için hakikatin vekilidir”

Minima Moralia, 116, Thedor Adorno

tren istasyonuna çıkan merdivenlerin altında uyurken ya da otururken görüyordum onu çoğunluk….işe, okula, alışverişe, bir randevuya, herhangi bir amaç ya da gereksinimle bir yerlere koşuşturan, hareket eden kalabalıklar arasında…..karton kutular ve tahta kasalardan oluşan bir mekanı vardı….aşklarköpekler’deki o eski gerillayı getiriyordu aklıma…..yalnız etrafında köpekler yoktu ve pejmürdeliği sınırsızdı…..onun eski bir gerilla olduğunu varsaymam oysa romantik zırvalıkların bir parçası, bunu artık daha iyi anlıyorum….saçı sakalı birbirine karışmış, asla münzevilik barındırmayan bir yalnızlığa gömülmüştü….resmi anlamda herhangi bir kağıda sahip değildi, ne de herhangi bir toplumsal ilişkiye…..konuştuğuna hiç tanık olmamıştım…..yaşamıyla ilgili bir çok farklı hikayeler anlatılıyordu…..kendini dil’den de sürmüştü belkide…..bir çok kez alıp götürmüşler, temiz giysiler, yemek yiyebileceği ve barınabileceği sıcak bir yer vermişler, her seferinde aynı şekilde her şeyi bırakıp dışarıya gitmiş…..ya da kaçmış demek gerek belki de……bakışlarında saydam ve geçirgen olmayan bir ifadesizlik vardı, kelimenin tam anlamıyla karanlığın yüreğine(joseph conrad) yerleşmişti belkide….kuntz’un “dehşet! dehşet!” diye haykırdığı o son ana……o bakışları düşündükce dışarı dediğim şeyin tasavvur edebileceğimiz zamansal ve mekansal düzenlemelerle ve algılamalarla anlaşılamayacağını görüyorum…insanı delip geçen, herhangi bir anlam kırıntısına, ilişkiye ve tercümeye olanak vermeyen bir dehşet bakıştı onunkisi….yanından her geçişimde duyduğum bir dehşet……ulaşabilmek olanaksızdı….onu görmüyoruz diye düşünmüştüm ilk seferinde…..sonra aslında onun da bizi görmediğini düşündüm…şimdi-ve-burada, fakat bambaşka bir boyutta yaşıyor….bildiğimiz anlamda zamanın ve mekanın düzenini iptal etmiş, bizimle yaşamıyor asla, ve dahası sürdürdüğümüz hayatı varlığıyla bizzat sorunsallaştırıyordu…..yargılamadan, herhagi bir şekilde sorgulamadan, soru sormadan, sırf varlığıyla…..bu yüzden sürekli alınıp götürülüyor ve kapatılmaya çalışıyor olsa gerek……bunları düşünürken, onunla her karşılaşmanın sonrasında olmuş olduğum herşeyden yeniden ve yeniden tiksindim…..onun orada olmaklığıyla kendini kapattığı dehşet, içinde kendi hayatımız diye ahkam kestiğimiz büyük kapatılma‘nın dehşetini apaçık kılıyordu yalnızca…..öyle ya da böyle, ona lanetler yağdırırken bile bir dolu anlamlar yüklediğimiz dünya sefilleşiyordu……her tür anlamı iptal eden bakışlarındaki saydamsızlık, benim dünyaya getirebileceğim bütün inceltilmiş eleştirilerin, bütün etkileyici itirazların, okuyan çoğu insanın da hoşuna gidecek karşı çıkışların hepsini katlanılmaz bir sefilliğe dönüştürüyordu daha dile gelmeden…..sefaletin eleştirisi ve eleştirinin sefaleti…..zamanın ve mekanın düzenine nasıl ait olduğumuzu, onu nasıl yeniden ürettiğimizi, karşı olma konumlarında bile onu nasıl süreklileştiridiğimizi dehşetli bir şekilde duyuyorum o bakışları hatırladıkça…..bildiğimiz anlamda zamanın ve mekanın dışındaydı…..kacımız gercekten kendine ait olduğunu söylebileceğimiz bir zamana sahip diye soruyorum sık sık…..zamanın ve mekanın düzeninde kendimiz dediğimiz şey kendimiz değiliz asla…….bunu belki çoktan biliyoruz…..ama bilmek neyi değiştirir…..kişi zamanı kendisine ait kılmamalıdır, aksine zamanı kendiyle birlikte parçalamalıdır….nasıl peki?…tam bir çıkışsızlık….her halükarda “zamanin ve mekanin düzeni“ne yenik durumdayız…..üretimin ve tüketimin bütün carklarından geriye cekilmek, her tür insani ihtiyacın ve gerekliliğin dışınana çıkmak, ancak insanin kisisel olmayan bir felaketi kişi olarak üstlenmesiyle mümkün…..oraya bilgiyle gidilemeyeceği çok açık….her tür hamle, dile getirilen her tür inceltilmiş eleştiri, her tür bilgi kırıntısı, her tür kendilik, çoktandır yaşamın yaşamadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye hizmet etmek olacaktır…..

o kayıp ruhun, her türden özne konumunu yadsıyarak üstlendiği dehşet bu hizmetin reddidir….

dada…

24 Kasım 2007

hakanergün10

“….yaratıklar arasından güçsüzlerin dansı olan mantığın ortadan kaldırılması Dada’dır; her hiyerarşinin ve uşaklarımız tarafından, değerler için kurulan her toplumsal denklemin ortadan kaldırılması Dada’dır; her nesne, bütün nesneler, duygular ve karanlıklar, hortlaklar ve paralel çizgilerin kesin şoku savaşmak için araçtır: İşte bu da Dada’dır; belleğin ortadan kaldırılması Dada’dır; arkeolojinin ortadan kaldırılması Dada’dır; yalvaçların ortadan kaldırılması Dada’dır; doğallığın dolaysız ürünü olan her tanrıdaki tartışmasız mutlak inanç Dada’dır.(…)”

[ Modernliğin Serüveni (YKY), “Dada Hiçbir Anlama Gelmez”, Tristan Tzara ]

aynanın arkası……ndan

05 Haziran 2007

[Yazar, bir ev kurar metninde.Kağıtları, kitapları, kalemleri ve evrakları bir odadan ötekine taşıyıp duruken yol açtığı kargaşanın aynısını düşüncelerinde de yaratır.Kah memnun kah huzursuz, içine gömüldğüğü eşyalardır bu düşünceler.Onları şefkatle okşar, kullanır, eskitir, karıştırır, yerlerini değiştirir, tahrip eder. Artık bir yurdu kalmamış kişi için yaşanacak bir yer olur yazı. Orada, tıpkı vaktiyle baba evindeki gibi, çöp ve lüzumsuz eşyanın da birikmesi kaçınılmazdır. Ama şimdi bir kilerden veya sandık odasından yoksundur ve yaten bu artıklardan ayrılmak da kolay değildir. O da, sonunda sayfalarını hep ıvır zıvırla doldurmak pahasına, odadan odaya sürükleyip durur bunları.Kişi kendine acıma duygusuna yenik düşmemek için bir teknik zorunluluğa da dikkat etmelidir: Zihinsel gerilimin gevşeme olasılığına karşı her zaman uyanık olmak ve yapıtın üzerinde kabuk bağlamaya veya hedefsizce oraya buraya sürüklenmeye başlamış herşeyi atmak -üstelik şimdi yavan ve cansız biçimde bu artıkların geçmişte, bir tatlı dedikodu gibi, büyümeyi kolaylaştıran o sıcak atmosferi beslemiş olduğunu bile bile.Sonunda yazara kendi yazılarında bile yaşanacak yer kalmamıştır.]

(metindeki vurgular bana ait kk.)

Minima Moralia, Theodor Adorno

teknolojiye karşı…

04 Haziran 2007

Teknolojinin içinde teknolojiye muhalif olmak. Nereye kadar? Nasıl? Önemli bir soru: Hayatımızda sahip olduğumuz her şeye gerçekten ihtiyacımız var mı? Bir tür cevap ya da  cevap için işaret noktası:

“Sahip oldukların sonunda sana sahip olur” (Dövüş Kulübü, Chuck Palahniuk).

Hesaplaş.

ahlak sorunu

01 Haziran 2007

[Bugün insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur]

Bu sözün başka bir çevirisi de Orhan Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan tarafından şöyle yapılmış:

[Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi “evimizde” hissetmemek, ahlakın bir parçasıdır]

Minima Moralia, Theodor Adorno

Geri Dön! Her şey Affedildi!

09 Mayıs 2007

….

[ Tıpkı barfiksde büyük dönüşü yapmaya çalışan jimnastikçi gibi her çocuk, er ya da geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen talih çarkını kendisi için çevirir. Çünkü, yalnız onbeşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey bizi cezbedecektir. Dolayısıyla, hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: Onbeşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırksekiz saat, tıpkı alkalik çökeltide oolduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.]

                                                        Son Bakışta Aşk, Walter Benjamin

bütün teoriler gridir

23 Nisan 2007

Silent

“hayat ağacı yeşildir, teori ise gri” derdik eskiden, ne saçma söz…….

hayat ağacı yeşilse bile, ‘bütün teoriler gridir’ (Baudrillard), ve kim konusabilir teorinin ötesinde ya da üstünde…..

bir yaprak kurdu olsaydık, ya da yaprağın kendisı, asla bilemeyeceğimiz ve bilmediğimiz için gerçek olan bir yaşamımız olurdu…..oysa biz durmadan yayılan bilgiyle puslu hayatlar sürüyoruz yalnızca…

yanlış bir hayatı doğrulamaya çalışıyoruz düsünmekle…..

“modern yanılsamalar” bize yanılsamanın hiç de modern olmadığını gösteriyor durmadan…..

bu yanılsama‘nin gerçekliği’nde, Devrim‘ler de Düzen‘in emniyet sübaplarıdir….

her zaman kaçışı denemek gerekir…..

anlamaya çalıştıkça

05 Nisan 2007

kelebektoplamak

9. [Yaşam, anlamaya çalıştıkça kaybettiğimiz bir şey, değil mi? Anlamaktan yorulduğunda, her şeyi ve kendini olduğu gibi bırak. Bunun ne kadar imkansız olduğunu göreceksin. Ama dene. Neyse o olmak insana kapalı. Bir şey olmak, varlığını varkılmak zorundasın; ve herşeyi anlamak ve açıklamak…..kendine ve başkalarina….bunun bir tuzak olduğunu anladığında dur artık. Kendini durdur! Her şeye bir anlam vermeye ve açıklamaya çalışman boşuna, kabul et. Anlamasız bir varlık olarak, olabilirse, sadece yaşa.]