Archive for the ‘iadeli-taahhütlü’ Category

nazizm sonrası dünya

08 Mayıs 2020

8 Mayıs Nazi rejiminden “kurtuluş” günü Almanya’da. 1945’te bugün Nazi devlet erkinin teslim olması ve Hitler’in intiharı ardından “3. Reich” iktidarı yıkılıyor. Hitler’in “kanuna uygun” olarak nasıl egemenlik kurduğu, insanların kalpleriyle hangi yollardan bağ kurup sonrasında kendi iktidarını mutlak surette uyulacak “yeni kanun” haline getirdiği hâlâ en önemli sorun. İnsanın ve iktidarın tabiatına dair şüphesiz büyük dersler var bu tarihsel olayda.

Nazizm sonrası dünya da “kolektif rıza üretme tekniği” açısından bir başka büyük sorun oluşturuyor. Elbette, büyük bir kötülüğü alt etme söyleminden ivme alan bir güç söz konusu; hukuk, demokrasi ve insan hakları kavramları bu söylemsel gücün enstrümanları olarak işlev görüyor ve “yeni dünya düzeni” kuruluyor. Daha ilginç olanı, bu sırada “yüzleşme” kavramı da araçsallaştırılıp yeni dünya inşasının ideolojik harcında kullanılıyor. Bugün artık hiç de adil, eşit ve özgür olmadığını bildiğimiz dünyanın inşasında “bir daha asla” söylemi bile kollektif bilincin yönlendirilmesi için araçsallaştırılıyor.

Yasal ve hukuki ama ne etik ne de politik olarak geçerli bir dünya bu. İki kutupluluktan, duvarla ayrılan bloklardan, duvarın yıkılışından bahsetmiyoruz yalnızca. Tekleyen, sınırları aşınan bir “yeni dünya düzeni”nden bahsediyoruz. Üzerinde yükseldiği “hukuk” ve “insan hakları” kavramları da artık söylemsel işlevlerini yerine getiremiyor. Bir yanda sürekli yükselen faşizan dalga, öte yanda durmaksızın artan göç hareketleriyle sınırlar zorlanıyor. Küresel salgın bir başka cepheden, aynı gerçekliğin bir başka yüzeyinden, şu ya da bu toplumsal sorunlardan da öte bizzat insan varlığının yıkıcı sonuçlarından biri olarak dünyanın sürdürülebilir olmadığını gösteriyor bugün.

Korona virüsünün metaforlaştırılıp “ortak düşman”a dönüştürülme gayretinde, “kötülük söylemi”nin dolaşıma sokulma biçimlerinde ve “insanlık adına savaş” klişelerinin yaygınlaşma eğiliminde de nitekim yeniden Nazizm sonrası yakalanan fırsatı yakalama ya da yaratma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Burada pek umutlu bir durum yok, böylece kotarılacak olası bir yeni dünya düzeninin çok daha büyük ve şiddeti derinleşmiş bir eşitsizlik ve adaletsizlik düzeni olacağını kestirmek zor değil.

Kötülüğe işaret ederek, sanal ya da gerçek -çoğunlukla gerçek- bir kötülüğe karşı olma konumuna yerleşerek kendini meşrulaştıran politik söylem ve zihniyet biçimleri yatıyor bu sanki neredeyse kendiliğinden işleyen politik alan içinde. Nazizm sonrası asıl hesaplaşılması gereken şeylerden biriydi bu politik işleyiş mekanizması. Bütün politik söylemlerin sınırlarını belirleyen bir mekanizmayı kökleştirdiği için. Maalesef böyle bir hesaplaşma iradesi ya da fikri hiç işlemedi. Bugün, Nazizm sonrasını gerçek anlamda bir kurtuluş olarak görebilmek için belki de anlamı olan tek şey “yüzleşme” kavramını kurtarma kaygısı ve politik alanın söylemsel ve zihinsel klişeleriyle “hesaplaşma” çabasıdır.

başka dünyanın kuşları

01 Temmuz 2018

“Altı yaşına gireceği senenin baharının sonlarına doğru, Jane’in zihninde farklılığına dair daha karmaşık bir farkındalık ormanın derinliklerindeki tuhaf bir bitki gibi şekillenmeye başladı. Kendisini gizli, sessiz bir yaratık gibi hissettiği oluyordu, sanki görünmezdi, insan, çocuk, kız değildi de daha ziyade bilinemez bir şeyin hayaletiydi.” (sf.66)

 

başka dünyanın kuşları’ında (brad watson, çeviri; seda çıngay mellor, kafka beden bir varoluş sorunu olarak beliriyor. bütün hikaye, başından sonuna, “anatomi kaderdir” cümlesi üzerinden düşüneceğimiz türde bir varoluş sorununu belirginleştiriyor. bilincin kendi varlığını anlamlandırma çabasının sınırıdır beden. anatomi kaderdir cümlesinde de kim ya da ne olduğumuza dair sınırlardır tartışmaya açılan. cinsiyet ayrımı, cinsel fark sorusundan da öte bir kaderdir burada söz konusu olan. doğumundan itibaren hikayesini izlediğimiz bayan jane’in bedenindeki anatomik tuhaflığı anlama, bu tuhaflıkla baş etme ve en sonunda da bununla birlikte yaşama çabası, başından sonuna “hayatın anlamı” sorusunu beraberinde sürüklüyor. bunu yaparken de hayatın anlamı sorusunu şık bir klişe olmaktan çıkarıyor. bedensel bozukluğunu farkettikçe endişelere kapıldığı fakat ne olduğunu da tam anlamlandırmadığı küçük yaşlarda ormana kaçıp göz yaşlarına boğulduğu bir sahne var. zerre kadar melodram içermeyen bir sahne bu, doğrudan bedeni ait olduğu yere doğaya götürdüğü için önemli: beden doğaya aittir ve doğada aslında doğaya ait olmayan hiçbir şey yoktur. bilinç doğaya aitliğini bilir elbette, fakat bunu doğa içinde ikinci bir doğa olarak tasarlar ve beden, bu nedenle, tasarlanmış bedensellik olarak yaşanır. dile giriş. bedensel bozukluklar, tuhaflıklar ve çarpıklıklar bir anlamda beden sorusunun geri bildirimidir bu nedenle. yaşlanmak gibi. jane’nin hikayesinde anlayacağımız şey, iyileşmenin “tıbben düzeltilebilir” olmak anlamına gelmediğidir. bedenle kurduğumuz ilişki hayatla kurduğumuz ilişkinin açığa çıktığı yerdir, bu da nihai olarak kim ya da ne olduğumuzla, hayatın neliğinden öte o hayatı nasıl yaşadığımızla ilgili soruların karşılık bulacağı yeri gösterir. jane’in hikayesinin etkisi yaşamını yalansızlığa dönüştürme çabasından kaynaklanır bu noktada. rüyalar ve kitaplar da tıpkı doğa gibi iyileşmenin unsurlarıdır. flaubert’in saf bir yürek romanını büyülenerek, hayretler içinde kalarak ve en sonunda da göz yaşlarına boğularak okur. ne olduğunu hatırlamadığı tuhaf ve sarsıcı rüyalardan yine göz yaşları içinde uyanır. bu göz yaşları kendi kendine acımakla ilgili değildir elbette. her seferinde arınmanın, hafiflik duygusunun ve hayatı olumlamanın izlerini bırakır geride. hikaye boyunca hüznüne bir isim veremez jane, insanlar arasında insanlara rağmen bir hayalet olarak sürdürür hayatını ve kendini kendi olarak inşa eder. ağır bir kabullenme meselesidir bu, çünkü eksiği, olmazları katederek ulaşır olduğu şeye. bedenin sınırlarında bilinemez bir şeyin hayaleti sürekli duyurur kendini. o hayaletle barışmaktır biraz da yaşamak jane için. “baba, dedi jane. ben iyiyim. kimsem oyum işte. bununla nasıl yaşayacağımı biliyorum” (sf.250) roman, “spinoza’nın sevinci nerden geliyor” sorusuna bir cevap sayılabilir. sonunda kitabın başındaki flaubert epigrafının anlamını daha iyi anlarız: “o da başka herkes gibi kendi aşk hikayesini yaşamıştı”.

cami ile kışla arasında

16 Temmuz 2016

Kafası kesilerek öldürülen asker haberi, başka bir karanlık çağa geçişin adının konulması olarak anlaşılabilir. Süregiden bir karanlığın içinde yeni dönemin özel bir jestle ve kanla mühürlenmesi.

Bir müsamere niyetiyle hazırlanmış dahi olsa, ya da Fettullahçılarla Tayyipcilerin kapışması dahi olsa, ya da hatta isterse kendilerini Türkiye’nin gerçek sahibi ve teminatı olarak gören en hakiki laik askerler tarafından bile gerçekleştirilmiş olsa, “ordu-millet el ele”nin geldiği bu yer, bu darbe ve karşı-darbe sahnesinin, ne sivilleşmenin ne de herhangi bir anlamda özgürlük arzusunun karşılığı olmayan bir dönüşüm sürecinin sonucudur. Devletin ele geçirilmesi ve dizayn  edilmesi sürecinin son tamamlayıcı hamlesi diyebiliriz buna.

Özetle, “camiler kışlamız/minareler süngümüz” zihniyetinin fiilen olduğu kadar sembolik olarak da kışlayı alt ettiği ve siyasal karşılığını somutlaştırdığı bir durum oldu dün gece sahnelenen darbe girişimi. Öyle ki, bu sahne aracılığıyla söz konusu zihniyetin, devleti tümüyle diyazn etmenin yanı sıra kendine has bir “sivil toplum”u gövdeleştirdiğinden de bahsedebiliriz artık.

Buraya elbette uzun bir darbeler tarihinden geçerek gelindi. Her seferinde kışlanın hakimiyetiyle sonuçlanan ve hiçbir zaman gerçek anlamda bir hesaplaşma ve sivilleşme süreciyle içinden çıkılmayan uzun bir sürecin sonunda buraya geldik: Üniformalı askerlerin laik-otoriter düzeninden, kafa kesen üniformasız askerlerin dinci-tahakküm düzenine.

Demokrasi kendinde hiçbir şeydir; kelle avcılarının düzeninin adı dahi olabilir kolayca. Cumhuriyet, kimin elinde olursa olsun, kendinde bitmeyen bir kabusun adı da olabilir yalnızca. Dolayısıyla, “darbelere karşı olmak” lafının düz bir anlamı, yani toplumsal alanda sivil ve yaşanabilir bir hayatı işaret edecek anlamda sarih bir karşılığı yoktur aslında.

Darbelere karşı olmak lafı, eski ve yeni Türkiye’nin siyasal terminolojisinde ve siyasal hayatında kendiliğinden gerçek bir demokrasi arzusuna karşılık gelmiyor ne yazık ki.

Şu olan bitenler içerisinde “sivilleşme” sözcüğü de, bir iyileşme belirtisi, bir iyilik imkanı olmaktan çok öte ve tam ters anlamda, kışla’nın karanlık çağından cami’nin karanlık çağına geçişin adı ve karanlık sureti olarak görünüyor yalnızca. Darbenin -“kalkışmasının”- kendisi sahte olmayabilir, ama yol açtığı kahramanlık bütünüyle sahte ve oradan belli ki hudutsuz bir güç devşirilmeye çalışılacak.

Cami’nin tahakkümü asıl yeni başlıyor; sahnalenen bu darbe girişimi bunun geçilen en önemli eşiğiydi. Hangi darbeyle ne zaman ve nasıl yüzleşildi ki, şimdi sokağa dökülen kelle avcısı yığınlara bakıp bir sivileşmeden bahsedebilelim. Dün gece yaşanılan ve etkileri sürecek olan dehşeti tabir edebiliriz, ama asıl önemli olan onun da bir parçası olduğu bitmeyen kabustan uyanmanın bir yolunu bulabilmektir.

Geçmişten bugüne şu ya da bu şekilde mücadele edenler için bu anlamda değişen bir şey yok -geçilen eşiği anlamak ve ona göre hazırlanmaktan başka.

______________________________

edit: 22 temmuz 2016. “kafası kesilen asker” haberinin doğru olmadığı netleşti. dezinformasyon  büyük bir sorun. algı yönetimini sağlayabilmek için ihtiyaç duyulan bilgi kirliliği bu yalan haberlerle sağlanıyor. özellikle de kutuplaşma siyasetinde.

sosyal medya yalan haber kullanımını ve yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor, ancak dezinformasyonun asıl üretim ve dağıtım yeri iktidar medyasıdır. kafası kesilen asker yalanının aynı medyada “halk kelle aldı” nevinde -övünülerek ve normalleştirilerek- dolaşıma sokulması ve hemen akabinde “askerin kafası kesildi yalanı” diye karşı atağa geçilmesi, benzer bir durumdur.

büyük “kabataş yalanı”yla aynı kumaştan fakat işletilmesi daha farklı olmuş olan bir yalan haber vakasıdır bu. aynı zamanda elbette “akp karşıtları”nın da haberi kullandığı ve manipülasyon amacıyla sürekli gündemde tutmaya çalıştığı bir gerçek.

yukarıdaki yazıda bahsi geçiyor, ama öne sürdüğüm tez -darbe kalkışması ile kışla ile cami arasındaki iktidar ilişkisinin uğradığı dönüşüm- açısından bu haberin belirleyici bir yeri yok. yalan olmasının da.

bu dönüşüm süreci işliyor. ilan edilen “olağanüstü hal” de, bu dönüşüm sürecinin kurumsallaştırılması için gerekli . tıpkı süregiden ve ikinci bir emre kadar devam etmesi talep edilen “demokrasi nöbeti”nin darbe karşıtlığı adı altında kitleleri biçimlendirmesi gibi. erdoğan’ın darbe kalkışması’nı “allahın bir lütfu” sayması kalenderliğinden değil elbette.

demos’un  kratos ile belki yeni bir sözleşme kotarma görüntüsü altında şekle sokulmaya çalışılan özel bir birleşimi?

neyse. söz konusu haberin yalan olduğunu kaydetmek isterim.

 

yüzleşmek ya da yüzsüzleşmek

03 Haziran 2016

hrant-dink

Alman Federal Meclisi, “Ermeni Soykırımı tasarısı” adıyla gündemde olan tasarıyı dün onaylayarak 1915’te başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan azınlıklara yönelik gerçekleştirilen yokedici kıyımı “yüz kızartıcı” diye niteleyerek adını soykırım olarak koydu. Önceki gün başbakan Binali Yıldırım, “sıradan bir olay” demişti aynı olay için; bu ifade ve bakış açısında kollektif kimliğimize dair çok şey saklı.

Aynı şekilde, türk basının kahir ekseriyetinin bugünkü manşetlerinde de “kendimizi” görebiliriz.  Oysa, elbette biliniyor, bütün bunlar gerçekte “türk insanı”nın kendini görmemesi üzerine, görmek mümkün olmasın diye işletilen mekanizmalar. Milli hezeyanların kollektif benliği sağlamlaştıran bir sıva olarak kullanılması aynı zamanda kendisi de bu sürecin bir ürünü olan politik yüzsüzleşmenin zorunlu bir sonucu.

Suçun inkarının suç işlemeye devam etmenin belirleyici nedenlerinden biri olması gibi. Sağda solda Kürtlere yönelik sayıları ve şiddet boyutları artan linç girişimlerinin, devletin Kürtlere yönelik giriştiği tanklı toplu  savaşın derin nedenlerini de, bu inkar siyasetinin söylem pratiğinde bulabiliriz.

Soykırım tasarısının kabülüne karşı gösterilen tepkileri, aşırılaştıkça tektipleşen hezeyanları bir semptom olarak okumak mümkün ve gerek bu noktada.

Yüz etiği dediğimiz anlayış, Levinasçı anlamıyla bir sorumluluk etiğidir. Kendiliğin başkayla karşılaşmasında beliren bir sorumluluktur söz konusu olan. Asimetrik olan ve her şeye yayılan, herkesi kapsayan bir sorumluluk. Aynı zamanda, kendiliğin kendisiyle olan hesaplaşmasını da içeren bir sorumluluktur bu. Çünkü, Ben’i şimdiden ve gelecekten değil yalnızca geçmişten de sorumlu kılar. Ama sadece kendi yaptıklarımdan değil ötekinin yaptıklarından da sorumluyumdur. Devredilemez, ertelenemez, iptal edilemez bir sorumluluktur bu; sonsuzluğun sonlu olana müdahalesi olarak belirir ve ben’i “her zaman için her şeyden sorumlu” kılar.

En başta da, elbette, ötekine karşı ya da ötekinin karşısında kendi zamansallığımın hesabıyla yüzleşmemi zorunlu kılan bir sorumluluktan söz ediyoruz. Etik olan politik olandır. Yüz etiği, bu noktada özgürlüğü yüz yüzeliğin deneyimi olarak kaydeder. Yüzleşmenin reddi masumiyet değil, sorumluluğumun olumsuzlanması olarak yüzsüzleşmedir. Bunun sonucu ise, en basit haliyle “

b şıkkı

15 Mart 2016

“Terör ve terörist tanımını yeniden yaparak Ceza Kanunu’na derç etmeliyiz. Ya bizim yanımızda olacaklar ya da teröristlerin yanında yer alacaklar. Bu işin ortası yoktur.”

Son konuşmasında muhtarlara değil ama Tıp Bayramı bahanesiyle doktorlar üzerinden hepimize bunları  söyledi Recep Tayyip Erdoğan. Başkanlık lafını etmediyse de, Ankara katliamı üzerine bindirilen “bizden değilseniz onlardansınız”ın anlamı açıkca başkanlıktı. Pek çok bakımdan, 11 Eylül sonrası Bush edasındaydı konuşması.

CdifQZ4WEAEqFK4

8 Mart 2016. Kadınların yürüyüşünden bir kare.

Hobbescu bir siyaset alanında yaşıyoruz çok uzun zamandır. İstisna durumunun daimileştirilmesinden bahsediyorum özetle.

Zamansal sınırlarını ve iç-dış nedenselliklerini her yönüyle kaydetmek zorsa da -öyle ya, ne zaman öyle değildik ki diye sormak mümkün- açılım üstüne açılım yaparak “Yeni Türkiye’yi” inşaa yolunda giderken hızlıca “savaş hükümeti” haline gelen siyasal iktidarın bugünkü durumunu anlamak bakımından bir kaç eşiğe işaret etmek yerinde olacaktır. İlkin, siyasal iktidar açısından bir travma haline gelmiş olan Gezi Olayı’ndan bahsetmek gerek. İkinci olaraksa, 7 Haziran seçimlerindeki hezimeti akılda tutmaktalı; Kürt hareketinin Kobane’deki askeri-siyasi kazanımlarına paralel AK Parti’nin Suriye ekseninde çuvallayan dış politikasını da bu iç hezimet olayı ekseninde almak yerinde olur.

Dün Erdoğan’ı dinlerken Thomas Hobbes’u hatırladım haliyle, istisnanın kural haline sokuluşunun özel bir dönemini yansıtıyordu söyledikleri. Açık açık “bizden değilseniz teröristsiniz” diyebiliyordu, çemberi genişletip öyle HDP ile falan da sınırlı kalmayacağını doğrudan dile getirebiliyordu ekranlarda.Ankara’daki bombalama eylemini gerekçe gösteriyordu bu kez; bombanın toplumu hedef aldığına işaret ederek toplumsal adına siyasal mutlakiyet talep ediyordu bir bakıma.

Hobbes yaşasaydı Erdoğan’ı dinlerken derinlerden çıkıp gelmeye çalışan Leviathan’ın suretini görebilirdi belki ekranda, ama içinden “adam doğru söylüyor” diye geçireceğini tahmin edebiliriz. Nitekim o da rahmetli  ideal çözümün bir tür momarşi olduğunu düşünürdü. Egemen her zaman haklıydı, dahası her daim haklı olmalıydı; yapıp ettikleri tümden yanlış olsa haksızlık ve  kötülükten ibaret olsa bile ses çıkarmamak, itiraz etmemek gerekir, düzen müzen kalmaz her şey kaosa döner allah muhafaza. Bizde “ya başkanlık ya kaos” diye kaos çıkaran bizzat egemenliğin kendisi ama büyük bir teorik sorun sayılmaz bu Hobbes felsefesinde; kaosmuş savaşmış zorbalıkmış, olur böyle şeyler,  egemenin vurduğu yerde istikrar biter sonuçta, Hobbes için önemli olan budur. Erdoğan olmasa mağalarda yaşayıp kıyasıya birbirimizi yok edecektik herhalde fikri çok saçma duruyor tabii ama kime anlatacaksın.

Erdoğan’ın bir grup gence konuşurken “birilerinin dediği gibi insan insanın kurdu değildir” dediği için Hobbes’la çatıştığı falan sanılmasın! Kulaktan dolma duymuş sallıyor öyle, kendisini de eşref-i mahlukat sayıyor zira. insan dediğine bakmayın, insandan kastı kendisi ve katıksız kendisi gibi olanlar. “Biz ve onlar” diye caart diye kolayca ayırması boşuna değil, özel bir maharet de değil, allah vergisi, kendisi şahsen bizzat “biz” demek. Gerisini siz düşünün artık, artık nasıl yaparsınız kendinizi terör’den ayırmak için, entelektüel maharetinize kalmış.

Erdoğan’ın “kardeşlik” dediği şeyle Hobbes’un “barış” dediği şey de bir açıdan benziyor. Arzu ettiği yeni anayasa, yani -anayasayı “toplum söyleşmesi” sayacaksak- istediği yeni toplum söyleşmesiyle kendisine verilecek mutlak güç sayesinde bahsettiği kardeşlik mümkün olacak, Hobbes’ta barış’ı böyle bir mutlak yetki devrinde mümkün görmüştü. Herkes doğa durumundan gelen haklarını egemene devrettiğinde oluşacak olan mutlak egemenlik durumunda ancak barış mümkün olabilir Hobbes’a göre. Tabii Hobbes Erdoğan’a kıyasla felsefe yapıyordu ve daha içtendi, kişisel olarak Leviathan olma arzusunun pencesinde kıvranmıyordu ya da tünelin ucunda görünen karanlıktan kendini kurtarmaya çalışmıyordu; yaptığı şey siyaset felsefesiydi ve kategorik olarak barış dediğinde yalan söylemiyordu!

Her neyse….

Tam bu noktada büyük ve can alıcı -kelimenin gerçek anlamıyla can alıcı zira süreç fiilen canla alıyor- bir paradokstan söz etmek gerektir. Patlayan bombalar, tanklı toplu savaş manzaraları, mehter marşlı nostalji yüklü güç gösterileri, iç-savaş tehlikesi, güvenlik diye diye sürekli yayılan ve derinleşen güvenliksizlik, istikrar dendikçe her alanda yoğunlaşan ve bağlamı belirsizleşen şiddet ortamı vs. vs. “Egemenliğin paradoksu” diyebiliriz buna kısaca, Agamben öyle diyor; bedeli somut olarak kaybolan hayatlar parçalanan bedenler çaresiz kalan insan halleri olan soyutlama düzleminde ise ne kadar devredersek devredelim mutlak bir egemenliğin kurulamayacak olmasından kaynaklanan sonsuz bir paradoks.

Erdoğan müridiyseniz ya da kalben Hobbesçu olduğunun farkında olmayan bir liberalseniz, o kadar kusur kadı kızında da olur diyebilirsiniz içten içe. Hem sıkışsanız bile imdada yetişecek bir “öteki” var devrede nasıl olsa; şimdi bu öteki, kuralsız kaidesiz bir kör “terör” kılığında çıkıyor siyaset sahnesine üstelik; “ama hendek”, “ama terör”, “ama özyönetim” ile içinden çıkamayacağınız bir sıkıntı olabilir mi? Savaşı her yere taşıyacağını söyleyen, tam o esnada da şehrin merkezlerinde, otobüs duraklarında bombalar patlarken “teröre karşı” olmanın tadından yenir mi?

Kural, bu durumda haliyle egemen’in, patron’un, fiili başkan’ın ya da kendisini hayal ettiği gibi söylersek padişah’ın iki dudağı arasındaki istisna’nın mutlaklığına dönüşüyor. Tam da Benjamin’in “içinde bulunduğumuz olağanüstühal istisna değil kuraldır” dediği anlamda bir süreç yaşıyoruz. Yeni bir terör tanımı talep ederken Erdoğan, bu tanımın çoktan yapılmış olduğunu ve fiilen uygulandığını, bizzat o anki kendi konuşmasının bu tanımı ortaya koyduğunu biliyor elbette. İstediği şey onun yasalaşması, bir yasa olarak uygulanması, bahsettiği biz’den olmayanların derdest edildiği bir yasal işleyişe dönüşmesi. Egemenliğin paradoksu sürekli daha fazla egemenlik talebidir aynı zamanda.

Yoksa, ceza yasasına derç edilmesini istediği terör tanımı fiilen uygulanıyor zaten; akademisyenler, yazarlar, öğretim görevlileri işlerinden oluyor, soruşturmalara tabi tutuluyor, dışlanıyor, şeytanlaştırılıyor ve hareketsiz bırakılıyorlar çoktandır. Arzu ettiği uygulamalar yapılıyor, bunun yetmemesinin nedeni söz konusu paradoksun nihai çözümünün olmamasında. Siyasal iktidar ayağının altındaki zeminin kayganlığını fark ettiği anda, güç arzusuna yenileceği bir çarka düşmüş olur. Asla güvende duyamaz kendini, asla tebasına ikna olamaz.

Bir başka konu, önceki günkü Ankara katliamdan sonra özellikle, “hep birlikte terörü kınama” korosuna dahil olup olmamakla ilgili. Biliyorum, bu türden değerlendirmeler yapanlardan şiddetle talep edilen bir şey, iki laf da terör’e karşı edilsin. O da yetmez, somut olarak PKK ve Kürt Siyasi Hareketi lanetlensin, bu olmuyorsa hiç değilse sistematik olarak suçlansın. En son, “savaşı her yere taşıyacağını, her şekilde intikam eylemlerinin yapılabileceğini” resmi olarak söyleyen KCK’nın, mevcut egemenliğin ateşine nasıl odun taşıdığından, Erdoğan’ın savaş hükümetini ona karşı savaşma iddiası ile nasıl meşrulaştırdığından falan bahsedilebilir elbette.

Ne kadar üzerinde durulsa azdır bu meselenin, ama bu soruşturmanın ve sözün tam da “ya bizdensiniz ya da terörist” koşulunun önünde yapıldığını hiçbir şekilde bulanıklaştırmamak gerektir. Bunu engellemenin yolu, Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, yarın Şırnak’ta gerçekleşen ve gerçekleşecek olan kıyıma karşı durmakla Ankara’daki vahşi saldırganlığa karşı durmayı birleştirebilmekten geçer. O “hep birlikte terörü kınama” korosu güçlendikçe savaş ve şiddet sonlanmaz, sadece bazı seslerin, çığlıkların, acıların duyulması engellenmiş, bastırılmış olur.

İstisna hali kurallaşınca ya da başka bir deyişle olağanüstühal olağan hale dönüşünce şehirlerin yıkılması, yanmış, parçalanmış bedenler, sağda solda patlayan bombalar da doğal afetler gibi birlikte yaşamaya alışmamız gerektiği söylenen bir kader görünümüne bürünüyor. Sürekli feryat figan, ama durumda bu yani! Derin bir üzüntü, çaresizlik duygusu, kızgınlık, nefret, acizlik ve çıkışsızlık hali; doğal afetten tek farkı, patlayan bombalardan sonra sağa sola ve birbirine şiddetle yönelen acılı tepkiler oluyor, ki çoğunluk hedefini şaşırmış, şaşırtılmış, her zaman sondan başlayan, nedenlerle sonuçların çorbaya döndüğü ve çoğunlukla da başladığı gibi sonlanan, ölenin öldüğüyle geride kalanın acısıyla kalakaldığı tepkiler…

Sonra? Sonrası, şimdilik, hiç!

“B şıkkı” diyebiliriz yalnızca. Videoyu izlemiş olmalısınız; oradaki kadında B şıkkının ne olduğunu bilmiyordu, bildiği A şıkkı’nı istemediğiydi. “Ya bizdensiniz ya terörist” ikilemine bir cevap verilecekse, oradan başlamalı.

 

hapishane

13 Mart 2016

“Failler işledikleri suçları kendilerinden ve başkalarından kelimelerle gizliyor. Kurbanlarına adlar veriyorlar. Onları yaftalıyorlar”

*

Hapishanenin bir metafor olarak kullanılmasında yeni bir şey yok. Dilden, bedenden, benlikten, kimlikten, akıldan, kültürden vb. hapishane olarak bahsedildiğini sürekli  duyarız. Ruh başlı başına bir hapishanedir, başka bir açıdan dünyanın kendisi bizzat hapishane olarak ifade edilebilir.

John Berger, İstanbul’dan Gelen Telefon‘daki broşürde, bugünkü insani dünyayı anlamak için hapishaneyi bir mecaz olarak değil bir işaret levhası olarak kullanıyor. Metaforlaştırmaktan da kaçınıyor cümlelerinde, “hapishane”yi hepimiz için açıklayıcı olan bir işaret levhasına dönüştürmek istiyor. “İşaret levhaları kendilerini bütünüyle tanımlamazlar, ama paylaşılan bir referans noktası sunarlar.” Bütünlüklü bir kavramlaştırma ya da kavram oluşturmak değil de açıklayıcı -yani içinde yaşadığımız tarihi dönemi tanımlayacak- bir işaret levhası olarak hapishane.

Hepimizin içinde yaşadığı bir “Küresel hapishane”den söz ediyor Berger. Ve içinde yaşadığımız hapishanedeki durumu “ekonomik faşizm” olarak formüle ediyor.

” ‘Biz’ kelimesini gördüğümüzde ya da ekranda duyduğumuzda şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştukları bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir ‘biz’. O halde kendimizden ‘onlar’ diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.

Ne tür bir hapishane? Nasıl inşa edilmiş? Nereye yapılmış? Yoksa bu kelimeyi bir mecaz olarak mı kullanıyorum?

Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikat.”

Bu bir kaç cümlede Berger,  yeterince açıklıyor meramını. Burada, meramın ifade ediliş biçimine ayrıca dikkat: Doğru sözcüğü bulmak, sözcükler arasındaki ayrımları yeniden belirginleştirmek ve o çaba içerisinde dünyayı yeniden olmuş olduğu ve olması gerektiği haliyle anlamanın konusu haline getirmek John Berger’in kendine has düşünme biçimini gösteriyor.

Kendimizden ancak onlar diye söz edebilecek olmamız oldukça manidar. “Onlar”, her zaman belirli bir biz’in -başka adlar ve yetkelerle ortaya çıksalarda- mahkum ettikleri ve cezalandırdıklarıdır. Biçimleri ve koşulları değişiyor olsa da, siyasal olduğu kadar ekonomik, zamansal olduğu kadar teknolojik ve kültürel olduğu kadar bedensel bir cezalandırılma -her anlamda güvencesizlik, yani güvensizlik halinde açıkta bırakılarak kapatılma- hali bu. Hapishanenin bu şekilde bir işaret levhası olarak kullanılmasının önemli yanı, “dışarı”da olmanın yarattığı özgürlük yanılsamasını deşifre diyor olmasında. Sözcüklerin anlamının bozulması da, bu yanılsamayı görünmezleştirecek bir söz enflasyonunu beraberinde getirmesinde yatıyor.

Ama burada amacım Berger’in işaret levhasını uzun uzadıya bahse açmak değil. Söz konusu ince kitabı ve yazıyı okumak yeterli olacaktır. Hapishanenin metaforik kullanımı aklıma bir şeyler getirdi okurken; “hayır bu bir mecaz değil” dediğinde Berger özellikle, ama şimdi unuttum tam olarak neydi bahsetmek istediğim. Hapishane gerçeğine -gerçek hapishaneye- dair bir kaç söz belki. Geçerken Berger’in A’dan X’e Mektupları‘nı da anmış olayım, madem hapishaneden ve Berger’den bahsediyoruz.

Bir de gerçek hapishaneler var, elbette. Yirmi yıldan fazla dört duvar arasında yatmakta olan yüzlerce insan var; hatırlanıyor mu DGM’lerde falan yargılandılar. DGM’ler artık yok, ama o mahkemelerde yargılanıp mahkum edilenler hala içeride. Ömürlerinden ömür kaybettiler. Ölenler var bir de, Devlet ve Devrim’in yok ettiği hayatlar. Devlet dersinde ölenlerin kim olduğunu biliyorsunuz, nedenlerini de belki; ya da istenirse bilebilirsiniz. İkincisinin kendi çocuklarını yemesi ise, başlı başına bir tabu. Romanlar yazılıyor, belgeseller yapılıyor, tanıklıklar dile getiriliyor  “hapishane gerçeği” hakkında ya, hep eksik kalan bir yanı var yine de anlatıların. Faillerinin ve anlatıcılarının bu gerçeklikteki yerleri, konumlarıyla ilişkili bir sınırdan -ya da sorundan- kaynaklanıyor eksiklik.

Türkiye’de hapishaneler gerçeklerle yalanların birbirine karıştığı mekanlardır bir çok bakımdan. Özellikle konu “siyasi mahkumlar” olduğunda. Şimdilerde F-tiplerinde devlet kendi açısından yeterince hakimiyet kurduğunu düşündüğünden olsa gerek fazla gündeme gelmiyor, ama doksanlarla ikibinler arasında cezaevleri politik gündemin güzide konularından biriydi. Terör mevzusunun olmazsa olmazıydı bir bakıma resmi söylemde. Biraz daha genişletirsek 12 Eylül Darbesiyle 200o’lere kadar olan yirmi yıllık dönemde hapishaneler politik mücadelenin sürekli gündem oluşturan sıcak mevzularından biriydi. Devletin kendi varlığını mutlaklaştırmak üzere,  Diyarbakır Cezaevi ile başlayıp F-Tipi operasyonuyla taçlandırılan örnekleriyle bir şiddet mekanıydı hapishaneler.

Diyarbakır Cezaevinde, Metris’te, Mamak’ta ne olduğu az çok biliniyor artık. Buradaki “az çok” lafı önemli, tam olarak cezaevi gerçeğinin ne olduğu bilinmiyor çünkü. İyi kötü, devlet iktidarına ve şiddetine karşı direnenler bir karşı anlatı oluşturabildiler, o çerçevede bazı şeyleri biliyoruz. Ama, sadece belirli bir çerçevede.  Bilinmemesinin iki temel nedeni var. Birincisi devletin cezaevlerini birer “terör yuvası” olarak anlatmasından kaynaklı. Bu nedenle sadece kapatılma mekanları değil dönem dönem sistematikleşen bazen unutulan ama sürekliliği olan işkence ve operasyon mekanlarıydı hapishaneler. İkincisi neden ise devrimci örgütlerin direniş hikayesinden kaynaklı bilinememe halidir; politik çatışmaya göre kurgulanmış, bundan ibaret kılınmış anlatı direniş adı altında bu kez içeriyi romantikleştiriyor ya da idealize ediyordur -çoğunluk ikisi birden. Bu kez de direniş adı altında karanlıkta kalmaktadır hapishane gerçekliği. Gerçek insan hikayelerinden oluşan hapishane gerçekliği arada kaybolup gitmekte, geriye saedece iktidarın ve direnişin anlattığı hakikatten yoksun gerçeklikler kalmaktadır.

Berger’in “ortak bir referans noktası” sunması bakımından hapishaneyi bir işaret levhası olarak ele aldığını okuduğumda, levhanın kendisinin de karanlıkta kalmış olduğunu düşündüm. Levhanın şöyle bir temizlenip paklanmaya, bunun içinse esaslı bir yüzleşmeye ve hesaplaşmaya ihtiyacı var. Bir işaret levhası olarak hapishaneye gerçek hapishanelerin işaretlerini de katmak gerek. Tam da bu nedenle, hapishane imgesine, hapishane içinde hapishaneleri, içinde olduğunuz ve içinizde olan hapislikleri, boyun eğişlerinizi, korkuları, geç kalmış isyanları, hücreleri, kör hücreleri, müşahadeleri, hapishaneler içindeki görünmez hapislikleri de ekleyin. Bütün gerçek yüzleşmeler gibi, ancak kendinizden başlarsanız gerçek bir yüzleşmeye dönüşebilecek ağrılı ve ağır hikayelerin dünyasıdır bu haliyle hapishane. Dünyanın gerçek bir yansısı.

İnsanın ne mal olduğunu anlamak için bir laboratuvar gibidir hapishane. İhtişamını da sefaletini de görebileceğimiz mekanlar. İlk anlayacağınız ve dışarı çıkana kadar da çaresizce seyircisi olacağınız, dışarı çıkınca da hızlıca unutmak isteyeceğiniz asıl şey insanın etik varlığının asla güvenilir olmadığıdır. Bunu kendinizden anlarsınız en çok, eğer ki inançla ya da korkuyla -ki aynı şeydir duruma göre ikisi de- kendinize bakışınızı yitirmemişseniz tümden.

Unutmamanız gereken ilk ders, Berger’in de söylediği gibi hapishanede kelimelerin anlamlarının ters yüz edilmiş olduğudur.

İçeri tıkılmak, dışarda bırakılmaktır bir anlamda. O halde dışarı bırakıldığınızda,  içeri’den çıkmış sayılmazsınız aslında. Yani, metaforik olarak diyelim. İçeride hapishane gerçektir, elbette. Duvarlar demir kapılar gardiyanlar kaskatı bu kesinliği gösterirler her anında bunu. Ama, hapisliği anladıysan, çoktan metaforların da gerçek olduğunu öğrenmiş olmalısın. Her zaman içerinin daha içerisi, dışarının daha da dışarısı var. Çünkü, hapislikte “her despotluk kendine göre bir denetim tertibatı buluyor” mutlaka; o tertibatla hapishaneyi yeniden üretiyor,  yeniden biçimlendiriyor hapisliği. O halde çoktan ters yüz edilmiş kelimelerin anlamlarını bir kez daha ve bir kez daha ters yüz etmek gerek, anlıyorsun değil mi?

bugün günlerden hrant

19 Ocak 2016

hrantdink

19 ocak 2007. Bugün günlerden Hrant. Bizi suçtan, ötekini yaşadığı büyük felaketin dehşetinden çıkarabilecek kişiydi Hrant. “Suç ve kefaretin ötesi”nde bir hayatın mümkünlüğünü anlatıyordu hepimize. Büyüleyici olan ve sahici olan buydu. Çatlağını bulan su gibi akmış, güvercin tedirginliğiyle, böylesi bir imkanın aklını ve kalbini oluşturmuştu dilinde. Büyük bir hikaye anlatıcısıydı. Hakikatle bağ kurmamızın, kollektif yalanlardan kurtulmamızın istisnai sesiydi. Sesiydi katillerini korkutan ve harekete geçiren şey de. Varlığında dile gelen gerçeğin gücüydü: 1915’ten 2016’ya sürüp gitmekte olan, sürüp gidecek olan, yeni kıyımlarla sürüp giden o Büyük Felaket’in temsilcilerini harekete geçiren şey. Bu yüzden aslında hepimizin gözleri önünde katledildi bir anlamda. Katlinde bile cansız bedeniyle o gerçeğin dile gelişi ve hakikatin ve dolayısıyla adaletin imkanı olmaya devam ediyor Hrant. O büyük hikayeyi anlatmaya devam ediyor…

 

buzdolabı

10 Eylül 2015

cemilecizircagirga

“çözüm sürecini buzdolabına kaldırdık” diyen kimdi? savaşın sorumlusu kim? dolapta on yaşında bir kürt çocuğun ölü bedeni var: cemile cizir çagırga. cizre’de hala sürmekte olan ablukanın ilk günlerinde, güvenlik güçlerinin ağır silahlı saldırılarından birinde öldürüldü. keskin nişancıların ateşiyle olduğu söyleniyor. ne olduğunu bilmiyoruz, bilmiyorsun. şimdi neyi bilmen gerektiğini buradan anlayabilirsin yalnızca. dün geceden beri orada ne yaşandı, ne yaşanıyor? bakanların ve milletvekillerinin cizre’ye yürüyüşü engelleniyor, bir arazinin ortasında oturmuş bekliyorlar. her yerde linç girişimleri yaşanıyor; evlerde, işyerlerinde, otobüslerde kürt avı. savaş ya da barış? utanç? bunu anlamak zor mu, dolaptaki ceset değil senin varlığın çürüyor.

hah

27 Ocak 2015

IMG_3979

hah, birgül oğuz, metis yayınları, 3.basım:kasım 2013

“haydi geçsin otursundu. geçti oturdu. adamın ona neden yer verdiğini gösterecek bir şey aradı. titreyen dikiz aynasında kendi sarsak yüzünü buldu. suyu sarı, camı yosun tutmuş bulanık bir akvaryuma benziyordu gözleri” (s.62)

 

ah ile vah’ın ötesinde bir nida belki, hah! birgül oğuz’un öyküler kitabının adı. ayrı ayrı öyküler, yine de bütün öyküleri birbirine bağlayan bir hat var. öykü olarak sınıflandırılmış olsa da, bu hat üzerinden kitaba, “ölümün ve yasın romanı” da diyebiliriz. faulkner’in döşeğimde ölürken‘ini hatırlattı bana, içeriğinden çok anlatım biçimi ve sesleri biçimlendirme arayışı nedeniyle sanırım. hah, sürekli anlam farklılaşmalarıyla karşımıza çıkıyor. bazen öfkeyi, bazen çaresizliği, bazen şaşkınlığı, bazen reddedişi, bazen teslimiyeti hisssettiriyor. ölüm, telafi ve idrak edilemeyendir. ne de temsil edilebilir. yas, bu anlamda, birgül oğuz’un belki hissettirdiği gibi, asla tamamlanamayan, asla tam olarak geride kalmayan bir süreç olarak yine de bizi hayata iliştirir. bu “ilişme”de, öfkeyle bağış arasında bir “hah” vardır. çünkü, varlıkta açılan gedikte insanın sesi çopurlaşır, uğultuya dönüşür. bu uğultunun dile dökülme çabası olarak öykülerin ritmini oluşturan bir sözcük oluyor, hah. elbette öykülerin art alanında başka şeylerde var, siyasal bir yön mesela. 12 eylül darbesini hatırlıyoruz ölümün ve yasın uğultusu içinde. ölüm, geride kalan için çok yönlü, çok boyutlu bir hatırlama deneyimidir belki. ustalardan el alır gibi, bilge karasu’nun, leyla erbil’in, ismet özel’in ya doğrudan ya da dolaylı olarak sesi yankılanıyor bu öykülerde. alışıldık öykülerden epey farklı bir dil evreni oluşturduğunu ekleyeyim son olarak. hem tanıdık, hem de oldukça başkalaşan bir dil bu. aklınızda olsun, hah!

 

“yağmurlar dinmek bilmiyordu, yaprak yaprak dökülen, sarıya çalan bir kasımdı. rüzgar pencere pervazlarında uğulduyor, yağmur suları tavandan tıp şıp ve pervazlardan oluk oluk içeri akıyordu. kendi içine ağlayan ve sabah akşam uğuldayan bu evi bir arada tutmaya çalışıyordu rü’ya. şuradakileri buraya, oradakileri şuraya koyuyor, pervazlara sıkıştırdığı gazete kağıtlarını düzenli aralıklarla değiştiriyor, tavandan damlayan sarı suyla dolan leğenleri boşaltıyor, çaydanlığın fokurtusunu, tencere kapağının tıngırtısını evden eksik etmiyor, iş çıkışlarında günün gazetesini, mevsimin meyvesini ve akşamın ekmeğini almayı ihmal etmiyordu. ama ne yaparsa yapsın ıslak bez ve bayat su kokan ev her akşam daha da dağılgan bir yüzle karşılıyordu onu. günden güne kuruyup ufalan, pencere kenarında kırık bir iskemle gibi saatlerce kıpırtısız oturan, rü’ya’yla göz göze geldiği anda ıslanıp ufalanmaya başlayan annenin eti gittikçe ağırlaşıyordu.” (s.70)

incire ve zeytine

10 Kasım 2014

“incire ve zeytine and olsun” -Kur’an-ı Kerim, Tin Suresi