“Hıncımı bir koza içinde saklamak zorundayım. Onun ahlaki değerine ve tarihsel doğruluğuna hâlâ inanıyorum. Hâlâ. Daha ne kadar zaman? Kendime böyle bir soru sormak zorunda kalmam bile, doğal zaman duygusunun ağırlığını ve azmanlığını göstermeye yeter. Bu duygu belkide hemen yarın, onu ters yüz etmeye yönelik bu ahlaki arzumu kendi gözümde, çok bilmişlerin bugünden gördükleri gibi yarım akıllı bir gevezeliğe dönüştürecek ve kendi kendimi mahkum etmek zorunda kalacağım. O zaman benim Herbert Karp’ımın, Willy Schneider’imin, Mathaus Usta’mın ve bugünün bir kaç entelektüelin içinde boğuldukları bu gururlu halk, nihai zaferini kazanmış olacak. Aslında Scheler ve Nietzsche’nin korkuları yersizdi. Bizim köle ahlakımız galip gelmeyecek. Hıncımızın -ki ezelden beri yeniklerin ahlakı olmuş her gerçek ahlakın duygusal kaynağıdır o- galiplere bu şer zaferini zehir etmesi ihtimali pek küçük, hatta böyle bir ihtimal hiç yok bile denebilir. Biz kurbanlar, bir zamanlar toplama kampı argosundaki anlamıyla, tepkisel kinimizin ‘işini bitirmek’ zorundayız: Öldürmekti bunun anlamı. İşini bitirmek zorundayız ve yakında bitirmiş olacağız. Kinimizle huzurunu kaçırdıklarımızdan, o güne dek sabır göstermelerini rica ediyoruz.” (sf.109)
Suç ve Kefaretin Ötesinde / Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri, Jean Amery, çvr. Cemal Ener, Metis Yayınları, ilk basım: ocak 2015
_________________________________________________________________________
“gurur” ve “hınç”, jean amery’nin ayrıştırmasında, ahlakın iki duygusal kaynağının “kökensel” olarak saptanmasından ibaret değil. bu “ayrıştırma”, sorunu tamamen başkalaştırıyor ve aynı zamanda, bu kavramların temsiliyle varoluşsal bir karşıtlık, uzlaştırılması imkansız iki farklı hayat ve dünya tasavvurunun ahlaki savaşımı olarak biçimlendiriyor.
başka bir ahlakın kaynağı olarak “hınç savunusu” yapıyor amery, ki bütün hınç tartışmalarını ve ahlak sorununu bambaşka bir boyuta taşıdığını söyleyebiliriz bunun. hınç/ressentiment üzerine, ne nietzsche’de ne max scheler’in hıncın fenomenolojisini çıkaran analizlerinde görebileceğimiz bir durumdur amery’nin söylediği. hatta, politik olanın ve varoluş sorununun odağına yerleştirilen bir ahlak sorgulaması olarak, hem nietzsche’ye hem scheler’e karşıtlık halindedir. nietzsche’nin ve scheler’in söylediklerinin tümden yanlış olması ya da yanlışlanmak istenmesi anlamına gelmiyor elbette bu.
hınç, basitçe söylersek scheler’de “incinmişliğin” ve “gurur yarası”nın “iktidarsızlık” durumuyla birlikte ortaya çıktığı bir “tıkanma” halidir. “arzu ve iktidarsızlık arasındaki gerilim” çözümsüz kalıp derinleştikçe, hınç insanı gurur abidesi gibi görünüyordur. bir anlamda “eziklik” burada “gurur” perdesiyle örtüldüğünden, gurur ve hınç ruhun zehirlenmesinin alametleri olarak birbirini besleyen tehlikeli bir mekanizma halindedir. tıkanma hıncı, hınç tıkanmayı sürekli derinleştirerek kişiyi içinden çıkamayacağı bir zehirlenişe mahkum ediyor, bu zehir kişinin kendi sorunu olarak ancak olumsuzlama üzerinden var olabileceği bir acılığa dönüşüyordur.
scheler, “eleştiri”nin ve “eleştirel düşünce”nin de bir noktada hıncın biçimi -bir “hınç biçimi”- olduğunu söyler. “ressentiment/hınç eleştirelliği”, burada, “sahici ve verimli eleştiri”den ayrılıyordur. önemli bir saptamadır bu; olumsuzlamanın ve değersizleştirmenin saplantılı mantıksallaştırılma haline dönüşmesi, tehlikeli bir belirsizlik içeriyordur bu noktada çünkü. yaratıcı gücün ve düşünmenin sadece inkara ve eleştiriye yöneltildiği durumlarda gizli bir hınçtan bahsetmek olanaklıdır çoğunlukla. scheler, bu nedenle, “sahici ve verimli eleştiri bütün görüşleri nesnenin kendisinden hareketle yargılar. buna karşılık, ressentiment eleştirelliği, eleştiri sınavından geçmemiş hiçbir ‘nesneyi’ kabul etmez” diye yazar. hıncın tamamında olduğu gibi, bu eleştirellikte de bir “iktidarsızlık” ve üstesinden gelinemeyen bir “tıkanma” durumu söz konusudur. peki ama söz konusu iktidarsızlık ve tıkanma sorunu eğer salt kişinin kişisel bir sorunu, fenomenlojik olarak saptanabilen bir ruhsallık sorunu değil de, tıpkı nieztsche’nin ahlakın soykütüğünden çıkardığı gibi dünyanın nesnelliğinin soy kütüğünden çıkarsanabilecek bir şeyse ne olacak? kendisinden hareket ettiğimiz nesne bizzat hıncın nesnelliğiyse, yani sahici ve verimli bir yargıya varmanın yolu bizzat nesnesi tarafından ketleniyorsa, ne olacak? kişinin içinde kendisini zehirleyen “iktidarsızlık” bizzat dünyanın nesnelliğinin semptomuysa nasıl olacak? burada salt “düşünme biçimleri”ndeki hıncı tespit etmekten ibaret olabilir mi sorun?
amery’nin denemeleri, tam da bu noktada, hınç sorununun hiç de nietzsche’nin ve scheler’in söylediklerinden ibaret sayılamayacağını göstermesi bakımından hayret verici bir sorgulama alanı açıyor. hıncın neden sadece ahlaki bir arıza ya da psikolojik bir sorun olarak alınamayacağını göstermeyi deniyor; “hınç insanı”nı burada “gurur insanı”na karşı onulmaz bir savaş halinde beliriyor çünkü. bunu, kişisel ve toplumsal bağlam içerisinde, ahlak ile etiğin uzlaşmazlığı ve savaşımı olarak anlamak mümkün. eğer böyle ise, kişisel hikayelerimiz de toplumsal felaketler gibi, başka şeylerin yanı sıra bu ayrımın neresinde konumlandığımıza göre anlam kazanıyor bir yerde. hatta, bir ilişkiler alanı ve birbirimizle olan kıyıcı ilişkilerimiz açısından, ama aynı zamanda kendi içimizdeki savaş açısından bile belki bir “gurur” ve “hınç” sorunu olduğu kadar aynı zamanda “gurura karşı hınç” ekseninde dönüyor “hayat”. bunu ne kadar başarıp başaramadığımız, alt edilmişliğin üstesinden gelip gelemediğimiz bir sorun olsa da…
her şeyi koruyan ve süreklileştiren, doğal zamana yerleşen ve kendi kendini onaylamayı ancak inkar aracılığıyla gerçeğin bastırılmasıyla elde edebilen gururu mu takip ediyoruz, yoksa geçmişi çağıran, gerçeği talep eden ve bu yüzden “yıkımlar”dan geçen hıncın yükselttiği ahlaki talebi mi izliyoruz? her şeyin anlamının tam da bu noktada belirlendiği bir “an” var hikayelerimizde hep. “her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak” demişti celine. iyinin ve kötünün ötesinde, evet ya da hayır’ın ötesinde, doğru ve yanlışın da ötesinde, her şeyin anlamının belirlendiği ve hikayelerimizin ‘gerçekliği’nin yeniden inşa edildiği bir “an”; unutmak ve hatırlamak an’ı. gurur insanı inkarın ve unutuşun insanıdır, hınç insanı ise unutamamanın. gurur, unuttuğunu bile unutmakla ulaşır o kendinden memnun haline, işte “hayat devam ediyor”dur, kendiliğinden haklıdır her zaman; hınç ise hatırlamanın gazabıyla yaşar, “yaşam yaşamıyor”dur, zaman içinde sıkışıp kaldığı buzul bir mavi sonsuzluk gibidir soluğunda, haklılığını bile açıklamak zorundadır sürekli.
ama ne zamana kadar? amery’nin dediği gibi, ‘daha ne kadar zaman?”
evet, “hınca” karşı tetikte olmak zorundayız, nedenleri de artık bir sır değil, en gizli hallerinde bile yakalanması mümkün; ama belki de asıl sorun yine de olumluluğunu, olumlamayı, kendi kendini onaylamayı hıncını gurur kılığına büründürerek normalleştiren, doğallaştıran “gurur ülkesi”nin kendisidir. hınç ve gurur arasındaki ilişki bilinmeyen bir şey değil elbette; ama, amery’nin koyduğu biçimiyle gururun hıncı altetmesinde başka bir boyut var. zor ve ağır bir sorun…
bildiğimiz şey şu: “yenikler”, bir kez daha yenilecek bu an’da, bu sınırda bir kez daha ve sonsuza kadar kaybedecek kaybettigi her şeyi. çünkü, “işini bitirmek” zorunda kalacak o an’da. gerçek bir yüzleşmenin, gerçekle yüzleşmenin imkanının gururun dünyasında yeri olmadığı için. amery’nin intiharı da, belki böyledir. “gurur dünyası”nın mutlak zaferi. ama, çoğunluk olarak “gurur insanı”nın söylediği gibi “hayat devam ediyor”sa bile, sanırım şu söylenebilir yine de: dünyanı bütün yenikleri, kişisel ya da toplumsal her “felaket”ten yenik çıkanlar, her karar anında uzlaşıp teslim olsa veyahut da varsayıldığı gibi “iyileşse” ya da yeniden ve yeniden yenilip sonunda kendi “işini bitirecek olsa” bile, geriye o var oluş sorunu, o geçmeyen geçmiş, o gelmeyen gelecek, gerçeğin kaybı olarak o ahlaki sorun kalıyor.