Archive for the ‘(k)alıntılar’ Category

yıkıntılar arasında

06 Mayıs 2017

“Tüm cömertliğiyle gözleri kamaştıran güneşin altında, yerle bir edilmiş şehir ucsuz bucaksız bir mezarlık gibi uzanıyor. Her yer harabe… Hiçbir şey esirgenmemiş, tüm kiliseler, okullar, evler… Hepsi, hepsi kavrulmuş, şekilsiz taş kümelerine dönüşmüş; aralarında yer yer bina iskeletleri yükseliyor. İnsafsız, zalim bir nefret, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türk mahallelerinin sınırlarına kadar her yeri, her şeyi ateşe verip yok etmiş. Ve bu ölümcül ıssızlığın, bu geniş kül yığınlarının içinde iki minare dimdik ayakta, mağrur.

Kan ve gözyaşına bulanmış, paramparça giysiler içinde, dullar, yetimler ve yaşlılardan oluşan bir kalabalık çıkıyor karşımıza; Adana halkından geriye kalanlar… Fırtınadan sonraki durulmuş deniz gibi koyu bir sessizliğe bürünmüşlerdi; onulmaz acı ile keder derinliklerinde gizlenmişti ve bu acı ara sıra su yüzüne çıkıyordu. Yaşamaya, yeniden hayat bulmaya dair umutları katledilmişti; açlık ve susuzluk da bedenlerini uyarıp bu uyuşmuşluktan çıkarmazsa yaşam onlar için tümden sönmüş olurdu zaten.

Maruz kaldıkları tüyler ürpertici muameleye rağmen, sanki hatıralarının izini takip edercesine uzun süre sessizliğe gömülüyorlar, sonra birden, adeta gögüslerini yırtan feryatlar yükseliyor: Aman!

Bazen de hıçkırıklarla ağlıyorlar, o an gözyaşları öyle bir sel olup akıyor ki, yakarış ve şikayet dolu sözcükler bu selde boğulup gidiyordu. Güneşin altında çalışmaktan kararıp kurumuş yüzlerinde derin yarıklar, feci iç sızlatan çukurlar oluşmuş. Tamamen ümitsiz, her türlü teselliden yoksun bir elem buhranı içinde kıvranan topluluktaki her bir bireyin payına düşen acıyı tahmin etmek imkansızdı.

Gerçekten de insanın düşünce sınırlarını aşan korkunç hakikati ayaküstü algılamak, hissetmek mümkün değil; hatta bizzat yaşayanlar bile bütünüyle anlatamıyor, kekeleyerek, inleyerek, gözyaşları içinde, olayları bölük pörçük, ancak aktarabiliyorlardı. Dehşet ve umutsuzluk o denli büyüktü ki, analar çocuklarını tanıyamaz hale gelmiş, yanan evlerde kötürümler ve kör yaşlılar unutulmuştu. Kana susamış, vahşi bir güruhun şeytani kahkahaları arasında insanlar çıldırarak son nefeslerini veriyorlar, kesilmiş kol ve bacaklar, çocuk vücutları, acılar içinde ve hala canlıyken ayaklar altında eziliyorlardı. Bir yandan üzerlerine yağan kurşunlardan, öte yandan yangından kurtulmak için okul ve kiliselere sığınan çılgına dönmüş kadınlar, çocuklar, yaralılar birbirlerine sarılmış halde kömüre dönüşüyorlardı…

Ancak ne bu anlatılanlar, ne küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan yetimler, ne kayıplarının acısıyla kıvranan dullar, ne de kolu bacağı kesilenlerin kanlı sancılı yaraları… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza”

Yıkıntılar Arasında, Zabel Yesayan, sf. 38-39, çvr. : Kayuş Çalıkman Gavrilof, Aras Yayıncılık, 2. Baskı: İstanbul, Eylül 2015

imkansız tanıklık

14 Şubat 2017

“Tanıklık etme gerekliliği, sadece olanaksız tanıkların -olanaksızın tanıklarının- her biri kendi bireyselliğinde olmak üzere, getirebilecekleri bir tanıklığın zorunluluğudur; bazıları hayatta kalmışlardır, ama onların hayatta kalışları artık yaşam değildir, canlı olumlamadan kopuştur, yaşam adı verilen bu iyiliğin (özsever yaşam değil, başkası için yaşam) artık hiçbir şeyi el değmeden bırakmayan kesin hasara uğramış olmasının doğrulanmasıdır. Buradan yola çıkılırsa her türlü anlatının, hatta her türlü şiir yapıtının, üzerine başka bir dilin oturacağı dayanağı, en sıradan sessizlikte beklenen bu konuşma mutluluğunun ortadan kalkmasıyla yitirmiş olduğu söylenebilir. Unutuş hiç kuşkusuz kendi yapıtını ortaya koyar ve hala yapıt ortaya konulmasına olanak verir. Ama bu unutuşa, içinde her türlü olanağın kaybolduğu bir olayın unutuluşuna, boşu boşuna, çok eski zamanların rahat bırakmadığı zayıf ve anısız bir bellek yanıt verir. İnsanlık, aralarından bazı kişilerin (yaşamın kendisi, sürekli bir mevcudiyet vaat edilmiş olan bir halkın neredeyse tamamını temsil edenler) uğradığı korkunç yıkımla, bütünlüğü içinde ölmek zorunda kalmıştır. Bu ölüm hala sürmektedir. Bundan ise, her zaman temel olan sonu yineleme bizim için alışılır kılmadan, hiçbir zaman sadece bir kez ölmeme zorunluluğu ortaya çıkar”

Sonradan Sonsuz Yineleme, Maurice Blanchot, sf. 90, çeviri: Serdar Rifat Kırkoğlu, Kabalcı Yayınevi, 1.Basım: Aralık 1999

atlıkarınca

20 Ekim 2016

eugene-atget_atlikarinca_paris

[Eugène Atget, Atlıkarınca, Paris]

Emre amade hayvanları taşıyan tahta döşeme, toprağın hemen üzerinde dönmekteydi. Yüksekliği, uçma rüyasının en iyi görüldüğü yükseklikti. Müzik duyuluyor, çocuk bir sarsıntıyla annesinden uzaklaşmaya başlıyordu. Önce, anneden ayrılmaktan ürküntü duyuyordu. Fakat sonra kendi sadakatinin farkına varıyordu. Sadık bir hükümdar olarak, kendine ait bir dünyanın üzerinde tahtına kurulmuştu. Bu dünyaya teğet çizgilerde ağaçlarla yerli halk saflar halinde dizilmişti. O sırada, Şark’ın birinde, gene anne beliriyordu. Sonra, cengelin içinden bir ağaç tepesi görünüyordu, çocuğun daha binyıllarca önce, yani atlıkarıncaya bindikten hemen sonra gördüğü biçimiyle. Bindiği hayvan kendisine dosttu: Dilsiz bir Arion gibi dilsiz balığının sırtında habire ilerliyordu, tahtadan bir boğa-Zeus kusursuz Europe diye kaçırmaktaydı onu. Bütün nesnelerin sonsuz dönüşümü çocuk için çoktan bir hikmet olmuş, hayatsa ortasında müzik makinasının yer aldığı ezeli bir uğultu olup çıkmıştı. Müzik yavaşlıyor muydu, o zaman ortalık kekelemeye başlıyor, ağaçlarınsa sanki akılları başlarına geliyordu. Atlıkarınca güvensiz bir zeminde dönüyordu. Ve anne çıkıyordu ortaya, defalarca çakıla çakıla yerine oturtulmuş o kazık, çocuğun bakışlarının halatını sardığı.

Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk, “Atlıkarınca”, Walter Benjamin, çvr. Tevfik Turan, sf.46, 2004, YKY

_______________ ♦ __________________

Dönüp baştan okunduğu her seferinde şaşırtıcı olabilen bir anlatıdır bu. Sanki bir sır açıklanıyor ve yine de bir sır olarak kalmaya devam ediyordur. Tıpkı, bir rüyaya benzeyen anlatılan deneyimin kendisi gibi. Yoğunluğu ile alegorik bir metindir. Benjamin, kendi çocukluk deneyimini dışarıdan gözlemlenen başka bir çocuğun yaşantısı gibi yazarak deneyim anını -olanca kişiselliği içinde- felsefi bir alegoriye dönüştürür. Platon’un mağara alegorisine denk bir felsefi alegori, neredeyse. Mitolojiye psikanalizin, metafiziğe gündelik deneyimin karıştığı bir alegori. Ortasında  yer alan alan makinayla ezeli bir uğultu olup çıkmış hayatın müziğini duyarız. Nesnelerin sonsuz dönüşümü, güvensiz bir zeminde yinelenip durur. Tutamak noktaları bir görünüp bir kaybolur bu döngüde. Artık, atlıkarınca gören, atlıkarıncaya binme deneyimini yaşayan çocukların sayısı yok denecek kadar az olsa da Benjamin’in anlatısı deneyimi yeniden kurgulayarak geçmişi bugün için kurtarmıştır. Çocuk, gözümüzün önünde canlanır, neredeyse onunla birlikte atlıkarıncada duyumsarız kendimizi. Hem mutlulukla, hem de kaygıyla ilgilidir deneyim aynı zamanda. Mutluluk, evet, felsefenin başlangıcında erdemle ilgili olduğu anlamıyla ve kaygı, evet yine yakın tarihte felsefi bir sorun haline dönüştüğü haliyle. Bütün bunlarla sanki atlıkarınca Benjamin’in “diyalektik imge” dediği kavrayışın bir anahtarına dönüşür. Bugünün geçmişle ilişkisi sorunu da yer alır anlatıda, varlık ve zamanın neliği de. Yaşanmış deneyim ile aktarılan deneyim arasındaki fark hem korunmuş hem de aşılmak istenmiştir sanki. 

bir düşünce deneyi olarak roman

31 Temmuz 2016

 

“Geçgin’in cümlelerinde Kafka’nın ‘kaçış denemeleri’, Nietzsche’nin “bir sorma ve denemeydi benim tüm yürüyüşüm’ü, Deleuze’ün ‘yalnızca kırık uzun bir çizgiyle dünyalar bulunabilir’i düşünmeye devam eder. Orhan Kemal’in ne babaevini ne de el kapısında çalışmayı seven ‘serseri mayın’ları, Yusuf Atılgan’ın bür türlü ulaşamadığı bir O’nun peşinde daireler çizen aylağı, Hüseyin Kıran’ın sonsuz gözaltından kaçabilmek için etrafına koza ören, bedenini parçalayan, ‘bir yok olma alıştırması’na girişen Resül’ü düşünmeye devam eder. Latife Tekin’in ‘sahipsiz, gayri şahsi mırıltı’sı, Blanchot’nun ‘bitimsiz mırıltı’sı, Bilge Karasu’nun ‘dirim’i, Benjamin’in ‘hikaye anlatıcısı’ düşünmeye devam eder. Coeetze’nin tarih kazanına yuvarlanmadan bir ufuktan diğerine usulca kayan Michael K’sı düşünmeye devam eder. Haber neşelidir, çünkü en az iki söz karşılaşmış, ikisinden de farklı bir şeye dönüşmüştür.”

“Uzun Yürüyüş, Eksik Halk/ Ayhan Geçgin’in Düşünce Deneyi”, Nurdan Gürbilek, Express, sayı 144, sf.92

 

_______

 

şu tatsız günlerde yapılacak en güzel şey, pek sevdiğiniz bir yazar ve kitapları hakkında pek sevdiğiniz başka bir yazarın yadıklarını okumak olabilir. gürbilek, geçgin’in son romanı uzun yürüyüş‘te bahsi geçen “dümdüz ilerleme” fikrine odaklanmış. godard’ın dile veda‘sında da vardı bu; “zaman artık dümdüz gitme zamanı” deniyordu. sorusunu da beraberinde getiren tuhaf bir fikir bu: insan dümdüz nasıl ilerleyebilir? dahası nereye kadar ilerleyebilir? dili, bedeni, benliği katederek dünyaya açılmanın olanakları, başka bir deyişle sınırları nedir? gürbilek’in ayhan geçgin okuması bu fikre odaklanmış olsa da bundan ibaret değil. daha çok yürüme motitifi çerçevesinde geçgin’in bütün romanlarının izini sürüyor.

 

 

 

hafiflik mi ağırlık mı?

13 Şubat 2016

varolmanin-dayanilmaz-hafifligi-kitap-okuma

“Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa’nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza kadar yinelenme dünyasında her attığımız adıma dayanılmaz bir sorumluluğun ağırlığı gelir çöker. İşte Nietzsche, Sonsuza kadar yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin en ağırı demiştir (das schwerste Gewichte).

Sonsuza kadar yinelenme yüklerin en ağırıysa, bizim yaşamlarımız bu ağırlığın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik içinde belirmektedir.

Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır?

Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedenininin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağırsa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur.

İşi tersten alırsak; bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir.

Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi?

Parmanides aynı soruyu MÖ altıncı yüzyılda atmıştı ortaya. Dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölünmüş görüyordu: Aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, sıcak/soğuk, varlık/yokluk. Karşıtlıklardan her birinin bir yarısını da olumsuz olarak nitelendiriyordu. Bu olumlu ve olumsuz kutuplaştırmasını çocukça denecek kadar basit bulabiliriz. Yalnız bir sorun var: Hangisi olumlu; ağırlık mı, hafiflik mi?

Parmanides şu karşılığı veriyordu: Hafiflik olumludur, ağırlık olumsuz.

Doğru bilmiş miydi, bilmemiş miydi? İş burada. Bir tek şundan emin olabiliriz; hafiflik/ağırlık karşıtlığı bütün karşıtlıkların en gizemlisi, en çift anlamlısıdır.”

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera, çvr. Fatih Özgüven, Can Yayınları. 1.Basım: Ağustos 2015

optik yanılsama

01 Ekim 2015

“Çöküşü görmeyi toptan reddetmeyen herkes, hemen kendi mevcudiyetine, faaliyetine ve bu kaostaki payına bir mazeret bulmaya koyuluyor. Bu genel yeniklik hakkında ne kadar görüş varsa, herkesin kendi eylemi ve barınma alanına, kendi anına ilişkin bir o kadar da istisnası var. Kişisel varoluşun iktidarsızlığına ve kapılmışlığına tarafsız bir horgörüyle bakıp hiç değilse genel körleşmeden sıyrılabilmektense, bu varoluşun itibarını kurtarmaya yönelik kör bir ısrar hemen her yerde hakim oluyor. Havanın hayat teorilerinden ve dünya görüşlerinden bu kadar ağırlaşması, bu ülkede bunların böylesine ukala bir edayla sunulması da bu yüzden; çünkü neredeyse hepsi de eninde sonunda alabildiğince önemsiz bir özel durumu meşrulaştırmaya hizmet ediyor. Havanın hayaletlerle, her şeye rağmen bir gece ansızın karşımızda bulacağımız muhteşem bir kültürel gelecek seraplarıyla dolu olması da yine aynı nedenden; çünkü herkes kendi yalıtılmış bakış açısından kaynaklanan optik yanılsamalara sonuna kadar angaje olmuş durumda.”

Son Bakışta Aşk içinde “Tek Yönlü Yol”, Walter Benjamin, s.59-60, Metis Yayınları 2.Basım 1995

gurura karşı hınç

12 Nisan 2015

5bc285da6af60ea77fdf765c3410412d

“Hıncımı bir koza içinde saklamak zorundayım. Onun ahlaki değerine ve tarihsel doğruluğuna hâlâ inanıyorum. Hâlâ. Daha ne kadar zaman? Kendime böyle bir soru sormak zorunda kalmam bile, doğal zaman duygusunun ağırlığını ve azmanlığını göstermeye yeter. Bu duygu belkide hemen yarın, onu ters yüz etmeye yönelik bu ahlaki arzumu kendi gözümde, çok bilmişlerin bugünden gördükleri gibi yarım akıllı bir gevezeliğe dönüştürecek ve kendi kendimi mahkum etmek zorunda kalacağım. O zaman benim Herbert Karp’ımın, Willy Schneider’imin, Mathaus Usta’mın ve bugünün bir kaç entelektüelin içinde boğuldukları bu gururlu halk, nihai zaferini kazanmış olacak. Aslında Scheler ve Nietzsche’nin korkuları yersizdi. Bizim köle ahlakımız galip gelmeyecek. Hıncımızın -ki ezelden beri yeniklerin ahlakı olmuş her gerçek ahlakın duygusal kaynağıdır o- galiplere bu şer zaferini zehir etmesi ihtimali pek küçük, hatta böyle bir ihtimal hiç yok bile denebilir. Biz kurbanlar, bir zamanlar toplama kampı argosundaki anlamıyla, tepkisel kinimizin ‘işini bitirmek’ zorundayız: Öldürmekti bunun anlamı. İşini bitirmek zorundayız ve yakında bitirmiş olacağız. Kinimizle huzurunu kaçırdıklarımızdan, o güne dek sabır göstermelerini rica ediyoruz.” (sf.109)

Suç ve Kefaretin Ötesinde / Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri, Jean Amery, çvr. Cemal Ener, Metis Yayınları, ilk basım: ocak 2015

_________________________________________________________________________

“gurur” ve “hınç”, jean amery’nin ayrıştırmasında, ahlakın iki duygusal kaynağının “kökensel” olarak saptanmasından ibaret değil. bu “ayrıştırma”, sorunu tamamen başkalaştırıyor ve aynı zamanda, bu kavramların temsiliyle varoluşsal bir karşıtlık, uzlaştırılması imkansız iki farklı hayat ve dünya tasavvurunun ahlaki savaşımı olarak biçimlendiriyor.

başka bir ahlakın kaynağı olarak “hınç savunusu” yapıyor amery, ki bütün hınç tartışmalarını ve ahlak sorununu bambaşka bir boyuta taşıdığını söyleyebiliriz bunun. hınç/ressentiment üzerine, ne nietzsche’de ne max scheler’in hıncın fenomenolojisini çıkaran analizlerinde görebileceğimiz bir durumdur amery’nin  söylediği. hatta, politik olanın ve varoluş sorununun odağına yerleştirilen bir ahlak sorgulaması olarak, hem nietzsche’ye hem scheler’e karşıtlık halindedir. nietzsche’nin ve scheler’in söylediklerinin tümden yanlış olması ya da yanlışlanmak istenmesi anlamına gelmiyor elbette bu.

hınç, basitçe söylersek scheler’de “incinmişliğin” ve “gurur yarası”nın “iktidarsızlık” durumuyla birlikte ortaya çıktığı bir “tıkanma” halidir. “arzu ve iktidarsızlık arasındaki gerilim” çözümsüz kalıp derinleştikçe, hınç insanı gurur abidesi gibi görünüyordur. bir anlamda “eziklik” burada “gurur” perdesiyle örtüldüğünden, gurur ve hınç ruhun zehirlenmesinin alametleri olarak birbirini besleyen tehlikeli bir mekanizma halindedir. tıkanma hıncı, hınç tıkanmayı sürekli derinleştirerek kişiyi içinden çıkamayacağı bir zehirlenişe mahkum ediyor, bu zehir kişinin kendi sorunu olarak ancak olumsuzlama üzerinden var olabileceği bir acılığa dönüşüyordur.

scheler, “eleştiri”nin ve “eleştirel düşünce”nin de bir noktada hıncın biçimi -bir “hınç biçimi”- olduğunu söyler. “ressentiment/hınç eleştirelliği”, burada, “sahici ve verimli eleştiri”den ayrılıyordur. önemli bir saptamadır bu; olumsuzlamanın ve değersizleştirmenin saplantılı mantıksallaştırılma haline dönüşmesi, tehlikeli bir belirsizlik içeriyordur bu noktada çünkü. yaratıcı gücün ve düşünmenin sadece inkara ve eleştiriye yöneltildiği durumlarda gizli bir hınçtan bahsetmek olanaklıdır çoğunlukla. scheler, bu nedenle, “sahici ve verimli eleştiri bütün görüşleri nesnenin kendisinden hareketle yargılar. buna karşılık, ressentiment eleştirelliği, eleştiri sınavından geçmemiş hiçbir ‘nesneyi’ kabul etmez” diye yazar. hıncın tamamında olduğu gibi, bu eleştirellikte de bir “iktidarsızlık” ve üstesinden gelinemeyen bir “tıkanma” durumu söz konusudur. peki ama söz konusu iktidarsızlık ve tıkanma sorunu eğer salt kişinin kişisel bir sorunu, fenomenlojik olarak saptanabilen bir ruhsallık sorunu değil de, tıpkı nieztsche’nin ahlakın soykütüğünden çıkardığı gibi dünyanın nesnelliğinin soy kütüğünden çıkarsanabilecek bir şeyse ne olacak? kendisinden hareket ettiğimiz nesne bizzat hıncın nesnelliğiyse, yani sahici ve verimli bir yargıya varmanın yolu bizzat nesnesi tarafından ketleniyorsa, ne olacak? kişinin içinde kendisini zehirleyen “iktidarsızlık” bizzat dünyanın nesnelliğinin semptomuysa nasıl olacak? burada salt “düşünme biçimleri”ndeki hıncı tespit etmekten ibaret olabilir mi sorun?

amery’nin denemeleri, tam da bu noktada, hınç sorununun hiç de nietzsche’nin ve scheler’in söylediklerinden ibaret sayılamayacağını göstermesi bakımından hayret verici bir sorgulama alanı açıyor. hıncın neden sadece ahlaki bir arıza ya da psikolojik bir sorun olarak alınamayacağını göstermeyi deniyor; “hınç insanı”nı burada “gurur insanı”na karşı onulmaz bir savaş halinde beliriyor çünkü. bunu, kişisel ve toplumsal bağlam içerisinde, ahlak ile etiğin uzlaşmazlığı ve savaşımı olarak anlamak mümkün. eğer böyle ise, kişisel hikayelerimiz de toplumsal felaketler gibi, başka şeylerin yanı sıra bu ayrımın neresinde konumlandığımıza göre anlam kazanıyor bir yerde. hatta, bir ilişkiler alanı ve birbirimizle olan kıyıcı ilişkilerimiz açısından, ama aynı zamanda kendi içimizdeki savaş açısından bile belki bir “gurur” ve “hınç” sorunu olduğu kadar aynı zamanda “gurura karşı hınç” ekseninde dönüyor “hayat”. bunu ne kadar başarıp başaramadığımız, alt edilmişliğin üstesinden gelip gelemediğimiz bir sorun olsa da…

her şeyi koruyan ve süreklileştiren, doğal zamana yerleşen ve kendi kendini onaylamayı ancak inkar aracılığıyla gerçeğin bastırılmasıyla elde edebilen gururu mu takip ediyoruz, yoksa  geçmişi çağıran, gerçeği talep eden ve bu yüzden “yıkımlar”dan geçen hıncın yükselttiği ahlaki talebi mi izliyoruz? her şeyin anlamının tam da bu noktada belirlendiği bir “an” var hikayelerimizde hep. “her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak” demişti celine. iyinin ve kötünün ötesinde, evet ya da hayır’ın ötesinde, doğru ve yanlışın da ötesinde, her şeyin anlamının belirlendiği ve hikayelerimizin ‘gerçekliği’nin yeniden inşa edildiği bir “an”; unutmak ve hatırlamak an’ı. gurur insanı inkarın ve unutuşun insanıdır, hınç insanı ise unutamamanın. gurur, unuttuğunu bile unutmakla ulaşır o kendinden memnun haline, işte “hayat devam ediyor”dur, kendiliğinden haklıdır her zaman; hınç ise hatırlamanın gazabıyla yaşar, “yaşam yaşamıyor”dur, zaman içinde sıkışıp kaldığı buzul bir mavi sonsuzluk gibidir soluğunda, haklılığını bile açıklamak zorundadır sürekli.

ama ne zamana kadar? amery’nin dediği gibi, ‘daha ne kadar zaman?”

evet, “hınca” karşı tetikte olmak zorundayız, nedenleri de artık bir sır değil, en gizli hallerinde bile yakalanması mümkün; ama belki de asıl sorun yine de olumluluğunu, olumlamayı, kendi kendini onaylamayı hıncını gurur kılığına büründürerek normalleştiren, doğallaştıran “gurur ülkesi”nin kendisidir. hınç ve gurur arasındaki ilişki bilinmeyen bir şey değil elbette; ama, amery’nin koyduğu biçimiyle gururun hıncı altetmesinde başka bir boyut var. zor ve ağır bir sorun…

bildiğimiz şey şu: “yenikler”, bir kez daha yenilecek bu an’da, bu sınırda bir kez daha ve sonsuza kadar kaybedecek kaybettigi her şeyi. çünkü,  “işini bitirmek” zorunda kalacak o an’da. gerçek bir yüzleşmenin, gerçekle yüzleşmenin imkanının gururun dünyasında yeri olmadığı için. amery’nin intiharı da, belki böyledir. “gurur dünyası”nın mutlak zaferi. ama, çoğunluk olarak “gurur insanı”nın söylediği gibi “hayat devam ediyor”sa bile, sanırım şu söylenebilir yine de: dünyanı bütün yenikleri, kişisel ya da toplumsal her “felaket”ten yenik çıkanlar, her karar anında uzlaşıp teslim olsa veyahut da varsayıldığı gibi “iyileşse” ya da yeniden ve yeniden yenilip sonunda kendi “işini bitirecek olsa” bile, geriye o var oluş sorunu, o geçmeyen geçmiş, o gelmeyen gelecek, gerçeğin kaybı olarak o ahlaki sorun kalıyor.

ahdım var

07 Mart 2015

ahdimvar

“Biz iyisi mi hiçbir yere gitmesek. Yerimiz yok çünkü…Bir yeri en çok özleyen bizim gibilerin bir yeri olmalıydı. Olmalıydı. Yok. Olsaydı, karışırdık birbirimize. Ayrışmazdık. Başlangıçtaki gibi. Kimse ayırt edemezdi bizi sonsuz bir farklılıktan, kocaman gözleriyle bakan. Kimse ayırt edemezdi ve kimse dayanamazdı o bakışa! Onun için bırak, o direnen bir eksiklik, bir kusur, dünyayı kendince gören bir insan olarak kalsın”

Ahdım Var, Hür Yumer, Metis

incire ve zeytine

10 Kasım 2014

“incire ve zeytine and olsun” -Kur’an-ı Kerim, Tin Suresi

gerçek

07 Ağustos 2014

“Gerçek hep aynı yere gelen şeydir”  – Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Jacques Lacan