Çoğunluk filminden söz etmek isterken kaçınılmaz bir şekilde gündeme yöneliyorum. Gündemde savaş var. Kurduğum daha ilk cümlede bırakıp son haberlere bakıyor, yorumları, değerlendirmeleri okuyorum. Uzun bir aradan sonra ve belirli bir uzaklıktan Türkiye denilen tabloya şöyle bir bakınca, iç karartıcı, insanı dehşete düşüren bir görüntü çarpıyor hemen. Bir şeyler söylemek, itiraz etmek gerekiyor bu tabloya, ama nerden başlamalı? Bütün bu haber ve yorumların içinden çıkmak, yılgınlığa kapılmaksızın söze başlamak kolay olmuyor. Bir iki yazarın itirazlarını saymazsak, iktidar ve devlet yanlısı, ölçüsüz ve izansız bir tersine dönmüş mantıkla bu savaşın haklı, öncekilerden farklı ve son savaş olacağına iman etmiş kanaatler hükmünü sürüyor. Terör olmasa demokratikleşmenin ve kürt sorununun çözümünün sağlanacağı argümanına dayandırılıyor bu kanaatlerde. İşte, sipsivil olmaya doğru giderken, askeri vesayet sona erdirilip yapılması gerekenler yapılırken terör ortaya çıktı, savaş kaçınılmaz hale geldi, “söz bitti”.
Erdoğan’ın “artık bıçak kemiğe dayandı” dediği iftar konuşmasında, “Ramazana hürmeten biz şu anda sabrediyoruz ama Ramazanın bitiminden sonra bilesiniz ki bu ülkede barışın miladı çok farklı olacak” diye devam eden tuhaf sözleri, bu mealde açıklanıp duruluyor. Kanaat önderleri, kanaat üreticiler “makul” ve “mantıklı” görünen yorumlarla, bu aslında hep bilinen devlet politikasını yeni bir durum, bu sefer başka olacak yeni bir olay olarak açıklayorlar biz geri kalanlara. Onca insan ve kalem erbabı nasıl böyle düşünebiliyor ve bunları yazabiliyor anlamak zor değil elbette, ama anlamak da bu düşünüş biçimini katlanılır kılmıyor. Bütün bu kanaatlere, apaçık bir tehdit ve savaş çığırtkanlığı anlamına gelen “barışın farklı miladı” zihniyetine, dayandırıldığı argümanın yanlışlığından başlayarak itiraz etmek gerekiyor.
Çoğunluk filmine dair önemli saptamalar içeren bir değerlendirme, Kafaayarı’nda, Burak Acar’ın ‘Çoğunluk’ Mertkan’ın gözyaşlarını görmüyor yazısında ortaya konuldu uzun zaman önce. Hem film, hem de Acar’ın bu değerlendirmesi, politik gerçekliği anlamlandırabilmek açısından, işaretleri doğru yerlere koymasıyla önemli. Çözümsülüğün ve savaşın neden-sonuç ilişkilerini doğru bir şekilde okuyabilmek için çünkü, kürt meselesine ve kürt siyasetinin zaafiyetlerine ya da kürtlerin kötülüklerine bakmaktan vazgeçip, bakışımızı, başka bir yöne, sorunun ve sorumluluğun asıl kaynağına, türk’e doğrudan çevirmemiz gerekiyor. Kürtlere akıl vermekle, siyaset hocalığı yapmakla, olmadı tehdit etmekle sorunun çözümünün olanaklı olmadığını görmeyi sağlayacaktır en başta bu. “Savaş ya da barış” olarak bölünmüş olan reel politik alanda, neden bütün dili ve mantığıyla tasarlanmış bu savaşa karşı olmak gerektiğini de böylece görmek mümkün olacaktır. Sorumluluk etiği, sağından solundan çekiştirilen, yamanan, göz boyacılığı ile aşıldığı ima edilen “egemen paradigma” ile gerçek bir hesaplaşmayı gerektiriyor her şeyden önce; belli ki, artık mesele tam da bu sınıra gelip dayanmış durumda. Bu noktada, karşımıza çıkan şey, esas olarak, bir anlamda kuruluşundan itibaren devlet-toplum ilişkisinin düğüm noktasını oluşturan “türk sorunu” olacaktır. Bu sorun, rejimin kuruluş felsefesine içkindir.
Çoğunluk filminin içerdiği politik eleştiri, bunun boyutlarını anlama ve tartışabilme olanağını veriyor. Burak Acar, bu eleştiriyi, “Çoğunluk, orta sınıf ahlâkının her türlü ‘öteki’yi hadımlaştıran mekanizmasını bir ailenin perspektifinden gözler önüne seriyor. Kendi bildiğinden başkasını tanımayan, kendi fikrinden başkasına yaşama şansı vermeyen, konformist, sözde doğrucu bir kitlesel zihniyetin önüne geleni çiğneyen dev paletlerinin yürüdüğü yolu gösteriyor.” sözleriyle belirginleştiriyor yazısında. Bu kitlesel zihniyet nasıl yaratıldı, dev paletleriyle herkesi ezip geçtiği bu yol nasıl katedildi? Bu hikayenin bilinmedik bir yanı kalmış olsa gerek artık. Dolayısıyla şimdi, devletin en yetkili kişisinin ağzından duyduğumuz, barışın yeni bir miladından söz eden cümleyi de, “imha ve sindirme” niyetinden başka türlü anlayabilmek olanaklı değil. Bir anlamda, sokaktaki adamdan devletin tepesine kullanılan dil ve o dilin ürettiği zihniyet, yapısal “siyasal nevroz”un septomu olarak ele alınmak durumundadır. Çözümsüzlüğü derinleştiren ve savaşı dayatan, dahası hep olduğu gibi şimdi yine bu savaş halinden beslenmeyi uman, bu nedenle de şiddetin ve savaşın çarpıtılmış mantığını makulleştiren yine, asıl olarak, bu “kitlesel zihniyet”in yaratıcısı ve temsilcisi olan devletin siyasal varlığıdır. Devlet terörünün başladığı, yeniden başlamak zorunda olduğu nokta, tam da burasıdır.
Bu nedenle, belki de en başta, sözü edilen bu “kitlesel zihniyet”in sıradanlaşmış, normalleştirilmiş, kendisini oluşturan bireylerinin hakikatine dönüştürülmüş gerçekliğini anlamak gerekiyor. Çözümsüzlüğün kaynağında yer alan devletin ve onun siyasal uygulayıcılarının gerçekliğini de, bu anlayış üzerinden giderek yeniden düşünmek mümkün olabilecektir. “Devlet aklı”nın gücünü ve kemikleşmiş yapısını böylece görmek, bu akla karşı konumlanması gereken eleştirel düşüncenin, politik eleştirinin imkanları açısından önemli görünüyor bana. O “kitlesel zihniyet”, sahip olduğu “kollektif narsizm” nasıl oluşturuldu, nasıl süreklileştirildi ve yeniden üretilir oldu, sormak gerekecektir. Birbirinin içinden çıkan sorular takip edilip bugüne gelindiğindeyse, savaşın nedenlerini anlamak için başka sorular ortaya çıkacaktır. Mesela, PKK’nin pusularından ve saldırılarından önce, “Demokratik Açılım” diye başlayan hamlenin neden ve nasıl hızla “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi”ne dönüştürüldüğünü anlamak gerekmiyor mu aslında? Bu basitçe bir adlandırma meselesi miydi, yoksa “açılım” olarak tasarlanan dönüşümlerden vazgeçilmesi mi söz konusuydu? “İnkar, imha ve asimilasyon politikası uygulandığını kabul eden siyasal iktidar, bu kabulün gereklerini yerine getirecek bir güce mi sahip değildi, yoksa zaten zihniyetiyle bu adımları sürdürecek iradesi mi hiç yoktu aslında?
Çoğunluk filmi ve Acar’ın değerlendirmesi, bana öyle geliyor ki, bu türden reel politik hadiseleri de anlamak üzere, meselenin bakılması gereken, gözden kaçırılmaması zorunlu olan (asal) belirli yönlerini gösteriyor. Filmin geliştirdiği söylem eleştirisinin altını kalın çizgilerle çizmekte yarar var. Gündelik yaşamın sıradan gerçekliği içinde yeniden üretilip dolaşıma sokulan bu söylemin ne olduğu kadar, nasıl doğallaştırılmış olduğunu da anlamak gerekiyor özellikle. Devletin, toplum yaratma amacına bağlı kuruluş felsefesine içkin ayrımcılığını göreceğimiz mikro düzeydir burası. O ayrımcılığın ve onun yeniden üretilmesine bağlı kitlesel zihniyetin nasıl bir paradigmatik kurumlaşmaya bağlı olduğunu anlamaksızın, bugün “söz bitti” denilen savaş durumunun ne anlama geldiğini anlamak da olanaklı olmayacaktır bütünüyle. Buradan alırsak, AKP’nin sorunların çözümü için bir şey yapmak istemiş de yapamamışsa, bunun nedenin PKK ve kürt siyasetinden önce, esasen “kendi zihniyet dünyası” olduğunu öne sürebiliriz.
“Terör” diye fantastik bir canavar varmış da, görünmez diyarlardan gelip bütün iyi niyetli girişimleri, kardeşlik çabalarını ortadan kaldırmak üzere kan döküyormuş diye düşünülüyor. Kardeşlik sözünün geçtiği yerde aslında ayrımcılığın, asimilasyonun ve cifte standardın kurumlaştırıldığını görmek ve bununla hesaplaşmak yerine, “terörle mücadele edilmesin mi?” diye sormak daha kolay elbette. Ancak bu kolay yol, etik bir ilkeye bağlı kalacaksak, sorunların çözümüne giden yol olmadığı açık. Oysa bir adım geriden bakılsa, bu “fantastik canavar”ın aslında adına “birlik ve beraberlik” denilen paradigmayı besleyen bir öcü olduğu da anlaşılabilecektir. Ormandaki canavar söylemi aslında kasabanın egemenlerine kirli hakimiyetlerini sürdürme olanağı vermektedir. O öcü imgesinin ardına saklanan şey ise, dehşetli bir şey olmaktan çok, bir anlamda adalet ve eşitlik arzusu, tanınma ve kabul edilme isteğinden başka bir şey olmayabilir. Öcüden kurtulmanın yolu ormana dalıp hayaletlerle savaşmak değildir açık ki; aksine, kasabanın muktedirlerine, mevcut güc ilişkilerine, bu güce olanak sağlayan kitle zihniyetine (ya da Adorno’nun deyişiyle “totaliter psikoloji”ye) eleştirel bir güçle yönelmek gerekir. Haneke’nin Beyaz Bant filmini anmadan geçmeyeyim bu noktada; asıl dehşetin kasabanın içinde olduğunu ve asıl savaşın içeride bu dehşeti yaratan güç ilişkilerine karşı yürütülmesi gerektiğini ifade etmenin en iyi yolu olacaktır bu.
Şimdi savaşın kaçınılmaz olduğunu, bunun son kez yürütülen farklı bir savaş olacağını, terör denilen canavarın bunu kaçınılmaz kıldığını ve barışın ya da hak ve özgürlüklerin tesisi için bu savaşın bitirilmesi, düşmanın sindirilmesi ve yok edilmesi gerektiğini söyleyenler, böylece argümanlarını tümüyle karşı yönde temellendiriyorlar. Bu düşünüş içinde iyi niyetli olanlar, gerçekten samimiyetle sorunun bu olduğuna ve çözümün de ancak böyle olacağına inanlar vardır belki, ama bu noktada “iyi niyet” ya da “samimiyet”in bir önemi yok. Aksine bu iyi niyet ve samimiyet de sorunun bir parçasını oluşturmaktadır. Argümanın bizzat kendisi, gerçekliği ve hakikati çarpıtarak, neden-sonuç ilişkilerini gayri meşru bir yolla ters yüz ederek, iflas etmiş bir paradigmayı başkalarının hayatları pahasına ve sorunların sürgit çözümsüzlüğü pahasına meşrulaştırmış oluyor. Savaşın nedenleri ve gerekliliği konusunda, bu mantığın ters döndürüldüğü propaganda kazanabilir elbette, sürece hakim olabilir şimdi olduğu gibi. Ancak bununla kazanılan şey, çözümsüzlüğün, varolan sorunların kalıcılığının zaferidir.
Milli Güvenlik Kurulu’ndan çıkan karar (“Tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan.”), basit bir devlet söylemin yansısı değil, dilde kendini açık eden bir “uzlaşma” olarak görünüyor. İslami muhalefetin ve demokratik güçlerin soğrulmasıyla, kısmı-biçimsel yeniliklerle, egemen paradigma üzerinde yeniden bir tür “tarihsel blok” oluşturulduğunu düşünmek mümkün. Laikleştirilmiş türkler ile laikleştirilmemiş türkler arasındaki sorun bir bakıma, egemenlik düzeyinde mutabakata vardırılmış gibidir. Geriye, sarsılmış gibi görünen “devlet otoritesi”nin tesisi, özellikle de kürtlere bu otoritenin kabul ettilmesi kalmış oluyor bu düşünceye göre. Bu zihniyet ve dil, bunun içerdiği niyet ve düşünce, herhalde kimse için yeni bir şey değildir. Kürtlerin inkar ve imhası, yanı sıra demokratik alanın sınırları daraltılarak, otoriter bir düzenlemenin gerçekleştirilmesi “sivil” olarak karar altına almış ve uygulanmaya başlanmış görünüyor. Sivillerle askerler MGK toplantısında bu sefer karışık düzen oturmuşlar neyse ki! Olmayan bir ‘sivil toplum’la sivilleşme herhalde ancak bu kadar oluyordur. “Askeri vesayet artık bitti” denilen yerde, herkese ayar vermeyi hedefleyen ve “faturası ağır olacak” diyerek ilan edilen savaş, herhalde “sivillik meselesi”nin üzerinde yeniden düşünmeyi gerektiren bize özgü bir ironidir. Her türk’ün asker doğduğu yalan değil belki de!
“Bıçak kemiğe dayandı” sözü, hafızasını tümden yitirmemiş olanlar için, bildik devlet klişelerden herhangi bir klişenin kullanılması gibi olmayacaktır elbette. Erdoğan’ın ve kurmaylarının ağzından çıkan savaşcı ya da terörize cümleler, kadim bir devlet dilinin yansımalarıdır ve aynı gerekçelerle yirmi yıl öncesinde kirli bir şekilde kullanılmışlardır. Medyanın bir anda “savaş medyası” haline gelişi şaşırtıcı değil, onca demokrasi ve değişim lafından sonra olması mide bulandırıcı, ama bu da bilinmedik bir şey sayılmaz. Ne de “silvan olayı”ndaki insan trajedisinin sömürülme biçimleri yeni bir şeydir. “Kürt sorunu PKK Teröründen ayrılmalıdır” sözü ise, zaten “galat-ı meşhur”dur. Bunlar savaş zihniyeti ve iradesi altında kürtler için tek bir anlama gelir: Öldürebildiğimiz kadarını öldürelim, gerisini de sindiririz. Erdoğan’ın “faturası ağır olacak” dediği şey, bu nedenle nasıl izah edilirse edilsin, insana ister istemez “ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” günlerini hatırlatıyor. Devlet, yeniden kirli, hoyrat ve buyurgan diliyle konuşuyor Erdoğan’ın ağzından. Seferberlik ilan ediliyor. Kandil’de gerçekleştirilen “sahurda sorti”ler içeride herkesi sıraya dizmeyi amaçlıyor yine. “Doksanlı yıllara geri mi dönüyoruz?” tartışmasının gündeme gelmesinden daha doğal ne olabilir bu koşullarda, aksini anlatmaya çalışanlar, bu sefer durumun başka olduğunu gösterme çabasında olanlar çoğunlukta ya, “çoğunluk” bu anlamda zaten sorunun kendisi. Dolayısıyla, yirmi yıl öncesine geri mi dönüyoruz sorusundan daha vahim ve ürkütücü olan şey, asıl, doksanlı yıllardan esas olarak ve kesin anlamda zaten hiç çıkılıp çıkılmamış olduğunu sormak zorunda oluşumuzdur.
Erdoğan medyasının, “bu arada çok şey değişti” dediği değişimleri reddetmek gerekmiyor bana kalırsa. Son on yılda değişen şeyler var. Önemli kırılma anları oldu, AKP’nin ‘kendisine rağmen demokratlığı’ ile resmi söylemde çatlaklar oluşturan gelişmeler yaşandı. Politik konumlanışları bozan ve yeniden dağıtan, rolleri yeniden biçimlendiren ve replikleri farklılaştırmak zorunda bırakan bir dönemdi bu. Şimdi ne oldu da, uzunca bir süreden beri bu süreç tıkandı, kasıtla geri çekildi, sona erdirildi ya da vazgeçildi soruları soruluyor ister istemez. Öyle anlaşılıyor ki, “Ezber bozan AKP” iktidarı, tam hız ve pervasızlıkla ezberini düzeltme çabasında yeniden.Bana kalırsa, asla ve kesin anlamda iflas etmiş paradigmanın adının konulmamasından, bu paradigma üzerine kurulu “devlet aklı” ile hesaplaşılmadığından, toplumsal yüzleşmenin gerçekleştirilip toplumun dokularını oluşturan “totaliter psikoloji” ile hesaplaşılmadığından, bu tıkanma ya da vazgeçiş kaçınılmaz bir şeydi. Bunları, bu şekilde AKP’den beklemek de çokca denildiği gibi anlamsız olabilir, boş bir beklenti olabilir. Sonunda, Erdoğan hükümeti, kendisine rağmen sürdürmek zorunda kaldığı demokratliktan feraget etmeye, belki soğurduğu güçlerin de doygunluğuyla savaşı, imhayı ve sindirmeyi kaçınılmaz bir şekilde yürütmek zorunda olan paradigmaya sarılmaya karar vermiş görünüyor. Her şey bu sefer başka türlü olacak dense de, neyin başka olmayacağını anlamak için asıl önemli olan nokta burasıymış gibi geliyor bana.
Doksan yıllara mı dönüyoruz dönüyoruz sorusu, bana, “düşük yoğunluklu savaş konsepti” ve “kirli savaş” gibi başka siyasal felaketlerin yanı sıra, bütün bu dehşeti anlamak için teziyle çok önemli bir konuma sahip olan bir kitabı, Fikret Başkaya’nın, Paradigmanın İflası adlı kitabını da hatırlattı. Hoca haklı olarak kitabında, AKPvari “pasif devrim”le henüz müdahale edilmemiş olan sistemin, “batılılaşma-çağdaşlaşma-kalkınma” ekseninde hurafeler ve putlar üreten (kemalist) resmi ideolojisinin içsel çöküşünü ortaya koyuyordu. Yıllarca bu yüzden yargılandı kitap, hocaya cezalar verildi. Zira, paradigmanın iflasını kesinleştiren şey kürt sorunuydu, kürdü inkar ve imha politikası her yerde kan kusturuyor, sınır ötesinde sınır berisinde operasyonların sonu gelmiyor, ancak yinede söz konusu iflas gizleyemiyordu. Bu paradigmaya karşı çıkmak suçtu, iflasından söz etmek de öyle. Şimdi muhtemelen bu kitap ve benzer çalışmalar yargılanmıyordur, otuz yıllık savaşın sonrasında değişen böyle çok şeyler de var, ancak savaş mantığı değişmediği ve çözüm arayışları daha baştan itibaren tıkandığından, yeniden başa sarmış görünüyoruz filmi.
Başkaya, bu paradigmatik iflasın nedenlerini ve dahası nasıl bir şey olduğunu gösteriyordu kitabında. Buna göre önemli olan şey tek başına, resmi ideolojinin yalanlarını açığa çıkarmak değildi. Özünde, bu yalanlarla hüküm süren paradigmanın, zihniyetin ve kültürel kodalarla eklemlenen ideolojik yapının iflasını göstermekti. Kitapta önemli olan şeylerin başında, mesela 2. inönü savaşının gerçekte olmamış olduğunu söylemesi değil, asıl olarak bu türden ve başka yalanlarla ayakta tutulmaya çalışılan, ister laik ister islamı yönde olsun sürekli yeniden üretilen, bir tabu niteliğindeki “birlik ve beraberlik” tasarımının sorgulanması geliyordu. AKP, “askeri vesayeti”bitirdiğini söylemektedir her fırsatta, buna rağmen aynı paradikmatik dili hoyratlıkla kullanmasının, aynı zihniyeti savaşcı bir buyurganlıkla herkese dayatmasının anlamı ne olabilir, durup bir düşünmek gerekiyor sanıyorum bu noktada. Savaşın gerekliliğine gerekçe ve mantık üreten çeşitli bilgilere sahip “aydınlar”ın, özellikle. Devlet otoritesi kürt bölgelerinde tesis edilecek ve hissettirilecek deniyor, oysa asıl mesele, aynı zamanda, bizzat bu otoritenın kendisi değil mi? Paradigmanın İflası‘nda, “Aydınlar ve Resmi İdeoloji” bölümünün hiç değilse yeniden okunması, farzdır diye düşünüyorum şimdi b nedenle. Her dönem kendi “organik aydınlar”ını üretiyor bu bir sır değil, ancak altını çizmek gerek ki, bu “organik aydın” zihniyetine karşı durmak da her dönem kaçınılmaz bir şey bu nedenle.
Çoğunluk filminin önemi bu hayati meseleye, belirli bir mesafeden eleştirel bakışı gözeterek odaklanmasından kaynaklanıyor; toplum-devlet, kültür-şiddet ve politika-gündelik hayat örüntüsünde şimdi yaşamaya devam ettiğimiz, ancak on yılların içinde köklenip derinleşmiş olan “inkar, imha ve yok etme” zihniyetinin psikolojik sistemini ve nasıl bir politik gerçekliği olduğunu gösteriyor bize. Üzerinden gidilecek ve düşülücek olursa, bu gerçekliğin ayrımcılık ve ırkcılıkla nasıl kaskatı hale sokulduğunu ve bu yapının nasıl doğallaştırıldığını düşünmemizi sağlıyor. Hayatı şiddet ve savaş dışında tasarlamanın, “barış” düşüncesi içinde sorunları cözmeyi hedefleyen olumlayıcı bir hayat düşüncesinin neden olanaklı olmadığını anlamak için, bu gerçekliğe yönelmemiz, bu gerçekliği sorgulamamız, bununla hesaplaşmamız kaçınılmaz bir şey. Çoğunluk filminin politik eleştirisi, bu açıdan önemli. “Savaş ve barış”tan “Savaş ya da barış” durumuna geçilmişti belirli kırılma anlarıyla, anlaşılan o ki şimdi, yeniden büsbütün savaş’a karar kılınmış durumda. Bu kesif havayı aralayabilmek için, “şiddeti” ve “savaşı” aşacak, ona karşı konumlanabilecek bir dil imkanını var etmek, ısrarla sürdürmek gerekiyor. Bu ise, her şeyden önce, dili ve düşünceyi tıkanmaya, kendi üzerine kapanmaya mecbur eden gerçekliği anlamakla, sorgulayabilmekle mümkün.
“Totaliter psikoloji” diyor Adorno, “kendisi gibi kafadan sakat insanlar üreten toplumsal bir gerçekliğe rüçhan hakkı tanımaktadır. Ama sakatlık, bu sakatlığa uğrayan insanların o insan ötesi güce sahip gerçekliğin ajanları gibi iş görmelerinde yatıyor.” Çoğunluk filmindeki otoriter-sevgisiz baba, mikro düzeyde, tam olarak bunu temsil etmektedir –Settar Tanrıöver’in oyunculuğunda müthiş bir gerçeklik kazanmıştır bu temsil, takdir etmeden geçmeyeyim: Vatanını milletini seven, elhamdürillah müslüman, işinde gücünde, otoriter, sevgisiz, seviyorsa bile sevgisini belli edemeyen, kendisi gibi olanlarla olmayı benimsemiş, kendi sınıları içinde zararsız gibi görünsede, aslında başkalarına hayat hakkı tanımayan bir zihniyetin taşıyıcısıdır bu karakter. Millet meclisinden mahallenin herhangi bir evine, her yerde göreceğimiz biridir. Çoğunluk filmi, içeriğini politik düşünce ile sınırlandırarak söylersek, açık anlamda ayrımcılık örtük anlamda ırkçılık içeren “kollektif narsizm”in ne şekilde milliyetçi-muhafazakar bir kimlik içinde kendiliğinden üretildiğini ve dolaşıma sokulduğunu, doğallaştırıldığını, olağanlaştırıldığını ve yeniden üretildiğini gösteriyor kısacası. Çekirdek aileye odaklanarak yapıyor bunu. Beraberinde buraya, geniş bir liste halinde ‘devletin ideolojik aygıtları’nı da eklememiz gerekir bu “totaliter psikoloji”nin derin yapısını anlamak için.
Bu karakter, doğrudan faşist bir ideolojiye bağlı olup olmamasından bağımsız bir şekilde, hem Adorno’nun(Eleştiri/Toplum Üstüne Yazılar), hem de Wilhem Reich’in(Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı) “faşist kişilik” dediği türde, kendi kültürümüz ve anlam dünyamızın özgüllüğü içinde anlaşılması gereken kişiliğin normal (ya da normalleştirilmiş) örneğini oluşturmaktadır. “Türklük” bir anlamda “kollektif narsizm”in işareti olarak alınmalıdır, bu noktada. Aynur’un kürtçe şarkı söylemesine tahammül edemeyen, çeşitli kasabalarda ve mahallelerde kürtlere saldıran, her durumda kürtlüğü bir sorunmuş gibi düşünen ve hareket eden kitle, bu “kollektif narsizm”i oluşturan ve kendileri de onun tarafından konumlandırılan bireylerle işletilir. Filmdeki babanın sözleriyle Erdoğan’ın kürtler sözkonusu olunca kapıldığı agresiflik, hepsinin de sonunda MGK bildirisindeki cümlelerle çakışması şaşırtıcı bir tesadüf değildir elbette. “Tek”liğe yapılan vurgu, otoriterliğin açık bir işareti olarak alınabileceği gibi, siyasal ve toplumsal ayrımcılığı doğallaştıran (savaşı da, barışı da bu ayrımcılığı muhafaza etmek için kullanan) bir söylemin temelini oluşturur.
Bu söylemi sıradanlaştıran ve normalleştiren şey, kitlenin narsistik birliğidir bir anlamda. Bir tür, “yansıtma” ve “özdeşleşme” mekanizmalarıyla bireyler, bu birliği oluşturur ve süreklileştirirler. “Birlik ve bütünlük”, olağan dilin tekdüzeliğinde açıklık kazanır: “ünlü isimlerden tutun, taşradaki en küçük kin çığırtkanlarına kadar hepsinin kullandığı dil birbirnin öylesine benzeri ki hepsini tanımak için birinin konuştuklarını analiz etmek yeter” demektedir Adorno. Bu dil, dünden bugüne, aşağı yukarı “her konuşmada aynı şeyleri sonsuz kez tekrarla”maktadır yalnızca: Buyurgan ve yıkıcı, agresif ve saldırgan, dışlayıcı, düşmanlaştıran, başkasına yaşam hakkı tanımayan, kendisiyle yüzleşmeyen, çözümsüzlüğü dayatan bir dildir bu. Sürekli olarak aynı fikir yoksunluğunu yeniden üreterek kendini tekrar etmektedir. “Kollektif narsizm”, dili ve düşünceyi, kimlikleri ve farklılıkları “tek”leştirir. Kardeşliği zehirli bir yalana dönüştüren şey budur. Bu dile karşı başka bir dil ve bu zihniyete karşı başka bir hayat tasarlamak mümkün olmalı.
______
Edit:
*Kafaayarı’na gidince göreceksiniz gerçi ama ben yine de Fuat Er’in Çoğunluk’un Söylemi yazısını buraya kaydedeyim. Filmin bahse açtığı söylem eleştirisinin altı çizliyor yazıda, ayrıca filmin kendi söyleminin de eleştirel bir değerlendirilmesi yapılıyor.
*Adorno alıntıları Eleştiri Toplum Üstüne Yazılar, kitabından, çeviri: Yılmaz Öner, Belge yayınları.