Posts Tagged ‘Arthur Schopenhauer’

şeytan tangosu

05 Mayıs 2015

BelaTarr-Satantango

Estike’nin ölümü:

“Evet, dedi kendi kendine. Melekler bunu görür ve anlar. İçini bir huzur kapladı ve ağaçlara, yola, yağmura, geceye, her yere yayıldı huzur. Olanların hiçbiri kötü değil diye düşündü. Her şey basitleşmeye başlamıştı sonunda. Önceki gün olan olayları hatırladı ve olayların birbiriyle bağlantılı olduğunu fark edince güldü. Bu bağın şans eseri kurulmadığını hissetti, ama ortada sözle anlatılamaz ve çok güzel bir bağ vardı. Her şeye ve herkese rağmen yalnız olmadığını biliyordu. Babası yukardaydı, annesi, kardeşleri, doktor, kedi, akasyalar, çamurlu yol, gökyüzü ve gece, hepsi ona bağlıydı. Aynen onun da her şeye bağlı olduğu gibi. Endişelenmesi için bir gerek yoktu. Meleklerin onun için yola çıktığını biliyordu.”

Şeytan Tangosu‘nda ilk kez bir filmin(1994) uyarlandığı kitap kadar iyi, hatta kitaptan (1984) bile belki daha iyi olduğunu düşündüm. Elbette, tartışılır. Bende kendi içimde tartışıyorum. Giderek kitap ve film birbirine karışıyor, birbirinde tamamlanıyor zihnimde. László Krasznahorkai ile Bela Tarr arasındaki uyum edebiyat ile sinema arasındaki sınıra yeni bir boyut ve derinlik kazandırmış diye düşünüyorum. Mesele uyarlama değil demek ki esas olarak, bir anlama ve anlamı yeniden yaratma meselesi. Yazar ve yönetmen burada kendi mecralarında bambaşka araçlarla dolayımlayarak aynı sorunu (problematiği) olduğu gibi önümüze koyarlar; olabildiğince sıradan ve olağan gerçekliği içinde hayatın kıyametin bakışından göründüğü bir dünyadır bu.

Başka bir açıdan ise, böyle bir karşılaştırma yapmak yerine, kitabın ve filmin, üstlendikleri felsefi sorunlar, olayların seyrinin anlaşılması ve karakterlerinin daha derinlikli olarak kavranabilmesi için birbirini tamamlayan, birbiriyle konuşan eserler olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Edebiyattan uyarlanan filmlerin genelinde, bu da zor bulunur bir örnek. Hem Krazsnahorkai’nin hem Bela Tarr’ın “gerçekciliği”nin  tuhaflığı önem kazanıyor bu noktada sanırım. Tuhaf, evet; “gerçeklik”, çünkü, yaşamın olabildiğince basit ve temel elementlerine indirilmiş haliyle bir “delilik” noktasından ele alınıyor, “kıyamet”in bakışından sunuluyordur sanki dünya.

Krazsnahorkai “takıntılı” ve “arıza” bir yazar, belli. Son aldığı ödülle birlikte adını daha sık duyacağımız kesin. Bambaşka üsluplarda ve duyumsayış hallerinde olsalar da, Thomas Bernhard’a benzetiliyor olmasının haklılık payı var. Şeytan Tangosu‘nun bir yerinde insanın aklına Bernhard geliyor kesinlikle, yine de tümüyle farklı karakterler. Bernhard, öfkenin ve tiksintinin yazarı, insanlıktan zerre umudu olmayan ve yazdıklarında kendini ortaya koyan bir yazar. Krazsnahorkai ise kendini geride tutuyor; karamsar olduğundansa karanlık bir yazarar olduğu söylenebilir. Tıpkı, “sinik” olduğundansa “kinik” bir nihilist olduğunu söyleyebileceğimiz gibi. Dilin “savruk” kullanımı, kurgudaki döngüsellik, içine sıkıştığı varoluşta insanı görünürleştirmeyi amaçlayan zamanı ağırlaştırma girişimiyle  “yazarın niyetleri”ni farkettikçe her şey, her sözcük ve her cümle, bir delilik atmosferine dönüşüyor kitapta.

Birebir kitabı senaryolaştırmış olsa da, Bela Tarr, bambaşka bir “dil” ve “anlatım” yoluyla, romanı tekrar etmeyen, aktarmayan, yansıtmayan bambaşka bir ifade/anlatım yoluyla yeniden inşa ediyor bu atmosferi. Hiçbir edebiyat eseri zaten başka türlü karşılığını bulamaz sinemada. Krazsnahorkai’nin zor romanı yapısı gereği tamamen böyle. Bela Tarr, hikayeyi olduğu gibi anlatıyor görünürken, aslında “gerçekliği” yeniden inşa ediyor; “deliliğe” dolayısıyla “gerçekliğe” yeniden biçim kazandırarak. Varoluş, yeniden varlıksal ifadesini buluyor böylece demeli belki. Kitapta da filmde de “şeytan tangosu”nun nasıl bir anafora, bir girdaba dönüşerek kendine has bir ritm oluşturduğunu üsluplarında, tercih ettikleri anlatım “dili”nde hissediyoruz her şeyden önce. Romanda, en sonunda başlangıç noktasına döndüğümüzde, bütün olan bitenlerin delice bir kurgu mu, gerçekliğin ta kendisinin deliliği mi olduğunu sormak zorunda kalıyoruz. Filmde bu soru, büsbütün karanlık bir meseleye dönüşüyor. Zamanla birlikte hayatın da durduğu tekinsiz bir dünyanın içine çekiliyoruz…bize başka türlü görünüyor olsa da yaşadığımız dünya bu, elbette…”yaşam yaşamıyor” çoktan denildiği gibi, biz, bir yaşantıyı sürdüyor olsak da….

“Ekim sonunda bir gün sabahleyin, insafsızca uzun süren güz yağmurlarının ilk damlaları sitenin güney tarafındaki çatlamış, alkalik toprağa (daha sonra berbat kokan çamur deryası patikaları ilk donlara kadar adamakıllı yürünmez hale getirmek ve şehri ulaşılmaz kılmak için) dökülmeden az önce Futaki, çan seslerine uyandı. En yakında dört kilometre uzaklıkta güneybatıda, eski Hochmeiss patikasında terk edilmiş bir şapel vardı; ancak orada bırakın çanı, kule bile daha savaş zamanında yıkılmıştı ve oradan herhangi bir sesin duyulamayacağı kadar şehre uzaktı. Dahası; bu yankılanan, muzaffer sesler hiç de öyle uzaktan gelen çan seslerini andırmıyor, sanki rüzgâr onları buraya oldukça yakın bir yerlerden (“Sanki değirmenden taraf…”) sürüklemiş gibi geliyordu. Mutfağın sıçan deliği kadar penceresinden dışarıyı görebilmek için dirseklerini yastığa dayadı ama yarıya kadar buğulanmış camın arkasında şafağın mavisinde ve gittikçe derinleşen çan uğultusunda yüzen site, henüz suskun ve kıpırtısızdı: Karşı tarafta, birbirinden uzak duran evler arasında yalnızca Doktor’un penceresinin perdeleri arasından dışarıya ışık süzülüyordu. O da Doktor artık yıllardan beri karanlıkta uyuyamadığı için. Çan sesi gitgide azalırken yok olup gidecek, çınlayan tek bir sesi bile kaçırmamak için soluğunu tuttu; çünkü gerçeği anlamak istiyordu (“Kesin uyuyorsun daha, Futaki…”); uzaklaşsa da her sesi duymak istiyordu”

Tarr’ın Krazsnahorkai ile işbirliği Karanlık Armoniler‘de de devam ediyor sonra. Film, Krazsnahorkai’nin Direnişin Melankolisi adlı romanından çıkarılıyor.

Şeytan Tangosu‘ndaR romanında da filminde de -Tarr’ın diğer filmlerinde de olduğu gibi- bitmeyen bir yağmur, hiç dinmeyen bir rüzgar ve sonu gelmeyen bir karanlık var; ancak bunlar bir fon oluşturmaktan çok öte, temel bir motif olarak anlatının felsefi atmosferini oluşturuyor. Bütün bir varoluş “delilik” halinde beliriyor bu atmosferde. Armonisi bozulmuş, yanlış akord edilmiş bir hayattır yaşadığımız.

Kranzsnahorkai’yi tanıdığımı söyleyemem, okuduğum ilk kitabı oldu Şeytan Tangosu. Tarr’ı anladığım kadarıyla ise, yedi buçuk saatlik filmini izlediğim bütün bir gece boyunca, bildiğim diğer filmleriyle birlikte, “kötülük sorunu” bağlamında kendine has bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu yeri anlamak için, onun hem nihilizmle ilişkisini, hem de mirasçılarından biri olarak anıldığı Tarkovski ile olan bağını -sanat-felsefe ilişkisi bağlamında- düşünmek gerek. Başka boyutlarda açılımlara da sahip olan böylesi bir düşünme çabası için önemli bir kaynak, Zeynep Gemuhluoğlu’nun “Yedinci Sanat” ve “Yedinci Gün” Üzerine: Başlangıç ile Son Arasında: Tarr, Trier, Haneke yazısı. “Sinema Grifft ile başladı ve Bela tarr ile sona erdi” diyen yazının ayrıştırmaları oldukça önemli. Felsefeleştirilmiş bir sanat anlayışına karşı, sanatın felsefeden başkalığını çıkış noktası alan bir değerlendirme söz konusu burada. Her şeyden önce, Tarr’ın sinemasını ve sinemayı bırakmasını da anlamak üzere, belki bu başkalık üzerine dikkatle düşünmek gerek.

Yazıda, her üç yönetmen  “sanat ve felsefe ilişkisi” ekseninde ve “kötülük sorunu” bağlamında -Tarkovski’nin sanat anlayışı ile dolayımlanarak- ele alınıyor ve Tarr’ın sinemayı sonlandırmasının anlamı belirginleştirilmeye çalışılıyor. Tarr, düşünsel olarak ve inşa ettiği “sinema dili” bakımından bir tür “negatif Tarkovski” görünümüne sahip. Ancak bu görünümün yanıltıcı yönleri var. Bir negatif Tarkovski’den bahsedilecekse, buna uygun isim asıl Trier olacaktır. Trier’in filmlerindeki Tarkovski göndermelerinin işlevi bile, bir negatiflik içerir; felsefenin dışında, ötesinde icra edilen sanat  Trier’de salt felsefeleşmiş halde belirginleşir ya da Tarkovski’de bir dolayım halinde olan teolojik bahisler Trier’de tersine cevrilmiş olarak doğrudan teolojinin kavramsallaştırılmasına dönüşür.

Tarr’ın “karanlık” sineması, sanat ve felsefe ilişkisinin kuruluşu bakımından ya da sanatın felsefeden başkalığı açısından açısından tuhaf bir yere, bir tekinsizlik noktasına yerleşiyor gibidir. Kainat, varoluş ve insan ne bir inanç sorunu olarak tefekkür meselesidir, ne de düz anlamda bir inançsızlık sorunu olarak kötücüllük sorunu. Tarr’ın filmlerinde bir “bozulmuşluk” sorunu vardır. Varoluşun bozulmuşluğu. İnsanın bozulmuşluğu, belki aynı zamanda. Bir “yabancılaşma” sorunu olarak. Tarkovski’de inayete ve Tanrı’ya bağlanan ya da gönderme yapılan meselelerde, Tarr oldukça huzursuz bir Schopenhauerci gibi görünür. Varoluşun acımasızlığı ve karanlığı, insan sefaleti, ızdırap ve çaresizlik, kendinde ve kendisi için dünyanın üstüste bindirilmiş boğuntusu bir anda aynı sahnelerde olduğu gibi gösterilmek istenir gibidir adeta. Tarkovski filmlerini bir dua olarak görüyordur, Tarr’ın filmleri ise bir sıkışmanın, insani bozulmanın ve varoluşsal karanlığın -hepsi birbirine dolanmış halde- sunumudur. Ama asla Trier gibi tersine çevrilmiş bir teolojik girişim olarak, salt bir felsefi çaba olarak değil. Kötülük vardır, ama sanat için araçsallaştırılabilir bir şey olarak değil. Bu yanıyla Tarr, arızalı bir Tarkovski mirascısı olarak Trier’in büsbütün karşısındadır aslında. Yine, Tarkovski sineması bir “rüya” ise,  Tarr’ın sineması bir “uyanma” anına karşılık geliyordur. Daha doğrusu, uykuyla uyanıklık arası o grift bölgeye.

Kötümserlik de kötülük de “estetik bir jest” olmaktan, mevcudiyetten beslenen ve tam da bu yüzden onu yeniden üreten, üzerinde düşünülmüş bir entelektüel mevzu olmaktan çıkarak, bir “varlık” sorununun tezahürü olarak sunulur Tarr’ın filmlerinde. Karanlık ve uğultu hüküm sürse de, depresif değildir sineması Tarr’ın sineması; kötülüğü, “nihilistik” bir çıkıntı olmak üzerinden kullanmaz, gündelik hayatın ve varoluşun kendisinde bir mesele olarak anlaşılmasını ister. Tarr’ın kadrajından bakılınca Trier’in “kötücüllüğü” salt bir “entelektüel jest” halinde görünür, ki sanatı böyle bir jeste indirmek Tarr için anlaşılan büsbütün olanaksız olduğundan dolayı sinemayı bırakacaktır; Tarkovski ise bir tür “romantik” olarak belirir, ki bu da sanat aracılığıyla yaşamı olumlamanın artık imkansızlaştığı noktada ister doğaya işaret edilsin, isterse Tanrı’ya, sürdürülebilir değildir.

Şeytan Tangosu‘nda Doktorun kapıya ve pencerelere tahtalar çakarak kendini karanlığa kapatması, bu karanlığın genişleyerek filmin öylece bitmesi, Torino Atı‘nın sonunda doğmayan güneş bir bakıma bununla ilgilidir. Gemuhluoğlu’nun işaret ettiği gibi, Trier ve Haneke’den farklı olarak Tarr’ın farkettiği ve susmayı tercih ettiği nokta burası olabilir.

“Her şeyi en basit haliyle anlatmak” istediğini söyler Tarr bir söyleşisinde. Basitlik ya da basitliğe ulaşma arzusu -biliniyor- hiç de basit bir şey değildir, sanatı bir bakıma “hakkında konuşulmayan hakkında konuşmanın” sınırına, ama asla yeri belirleyenemecek olan o sınıra yerleştirir. Tarr’ın söyleşilerde ısrarla filmlerinin “felsefi bir film” olarak kodlanmasına itiraz etmesinin, eserlerinin bir “entelektüel çalışmanın ürünü” olarak anlaşılmasını katı bir şekilde reddetmesinin nedenlerini böylece anlayabiliriz sanıyorum. Başlangıç filmlerinde, kendi deyişiyle “dünyanın ne boktan bir yer olduğunu” göstermeye çalıştığı bir dönem olmuştur; ancak, kanımca Şeytan Tangosu‘ndan itibaren mesele bu noktadan çıkar, sanat-felsefe ilişkisine dair tutumu da böylece farklılaşmaya başlar. Bütün o “karanlık” atmosfer salt olumsuzlamaya indirgenemeyecek bir kavramsallaştırılamazlık içeriyordur artık. Tarr’ın filmleri hakkında konuşmayı reddetmenin yanı sıra sonunda film yapmayı bırakmaya varmasını da, sanatın hayatla ilişkisinin felsefeye indirgenemez boyutunda aramak gerek.

Bu noktada, Tarr’ın -Schopenhauer’i akla getiren-  “kötümserliği”ne değinmekte yarar var. Nietzsche’nin Schopenhauer eleştirisi ile birlikte düşünmek gerektir bunu. Özellikle de, Tarr’ın sinemayı bıraktığı Torino Atı’nın bir Nietsche göndermesi olmasından dolayı. Nietzsche’ye göre, Schopenhauer nihilizmin doğasını doğru kavrayan ender  düşünürlerden biridir, ancak “nihilizm sorunu”nu çözümleyememiş, bir anlamda  oraya takılıp kalmış, salt olumsuzlayıcı bir bakışta, olumsuzlamanın bakışında kalarak durmuştur. Bu açıdan, Tarr’ın Torino Atı’nda, “beni asıl ilgilen atın akibeti” diyerek Nietzsche’ye dönmüş olmasının “tekinsiz” bir yorum alanı açtığından bahsedebiliriz. Atın akibetine yönelik vurgunun,  aslolanın yaşamla -ya da yaşamda- mücadele olduğundan hareket eden bir yönü var kesinlikle. Dolayısıyla, bütün kasvetine ve uğultusuna rağmen, ya da tam da bunlarla birlikte, yaşamı olumlamayla ilgili bir tutumun ifadesini bulabiliriz burada. Böyle bir bakış açısından, iyilikten ve kötülükten felsefi olarak bahsetmek hükümsüz kalacaktır; iyilik ve kötülük sorunu ortadan kalkacağı için değil elbette, ama bir kavram altında toplayabileceğimiz meseleler olmaktan çıkacağı için tam da.

Varoluş “kendinde” acımasız ve zalimdir, hikmetinden sual olunmaz irade’nin/istenç’in oyuncağıdır insan Schopenhauer’e göre. Buradan hareketle de, hiç doğmamış olmak diyecektir Schopenhauer, çok daha iyi olurdu. Ama yine de intihar yoluyla örneğin doğmuş olmanın yanlışlığını çözebileceğimizi önermemiştir. Aksine, intihar, kendisi de bir fenomen olan bedeni ortadan kaldırdığı ya da sonlandırdığı için, yanlış bir çözümdür. Schopenhauer bir tür bilgelikte buluyordu çözümü, hayatı olumlamanın yolu “istencin olumsuzlanması”ndan ve bunun için gerekli olan bilgece zihin yetisinden ya da derinlikten geçiyordu. Oysa Nietzsche, hayatı olumlamanın bir yolu olarak istenci olumlar, “bir büyük Hayır” ile mevcudiyeti olumsuzlarken çıkış noktası esas olarak, “bir büyük Evet”le hayatı olumlayan bakıştır.

Tarr’ın Nietzsche ile olan ilişkisi, tıpkı sinemasının Tarkovski ile olan bağını belirginleştirmekte olduğu gibi, bazı zorluklar içerir bu noktada. Özellikle, ilk filmlerinin dramatik yapısından epik’e yöneldiği sonraki filmleri –Şeytan Tangosu, Karanlık Armoniler, Torino Atı‘nda- ve ,  kurgu-gerçeklik ayrımının da büsbütün sorunsallaştırıldığı plan-sekansların kullanılma biçimiyle, bu zorluk belirginleşir. Ontolojik sorular, bir anlamda felsefi sorunlar olmaktan çıkıyor, “evren ve onun derinliğiyle ilgili sorular”a dönüşüyordur bu filmlerde. İnsan da, bu soruların bir parçası olarak, bu sorulardan mülhem olarak yerini alıyordur “anlatı”larda.

Dünyayı eğer Schopenhauer’in dediği gibi, “istenç” ve “tasarım” olarak ikiye bölmek gerekecekse, Tarr’ın filmleri bizzat bu ayrımın sınıra yerleşiyor, diyebiliriz. O sınırda, tıpkı hakkında konuşulamayan hakkında konuşmanın -belki ancak sanat’ın olanaklı kılabildiği- “felsefi” olmayan bir “başkalıkla” mümkün olması gibi, belirli bir anda susmak da gerektir. Dünyaya ve hayata dair “karanlık şiirler” yazmanın sınırı, o karanlığın araçsallaştırılamaması, kullanılabilir bir kavramın açıklamasına hayatın indirgenememesidir çünkü. Aksi halde “konuşma” sırf kendini tekrar edecek, olumsuzdan bir olumsuzlama olarak kendini yeniden üretiyor olacaktır yalnızca:

Tarr’ın sinemayı bırakmasını, tam da bu noktada -Gemuhluoğlu’nu takip ederek- “son’u başlangıç’a dahil etme” girişimi olarak görmek mümkün. Adorno’nun “şiirin sonu”na işaret ettiği gibi bir “son”…

edit: eski tas adlı bir site keşfettim demin, paylaşalım mutlaka. karanlık armoniler ve “bela”okumak yazısı, tarr’ın nasıl bir bela olduğunu çok güzel anlatmış!

yılanın yumurtası

01 Aralık 2014

schlangenei“Tanrı’dan çok uzakta yaşıyoruz. Yardın etmesi için dua ettiğimizde bizi duymuyor olabilir. Bu yüzden birbirimize yardım etmeliyiz. Uzak bir Tanrı’nın bize çok gördüğü affedilişi birbirimizden esirgememeliyiz”

Ingmar Bergman’ın, 1977 yapımı -olgunluk zamanı eserlerinden- Das Schlangenei/The Serpent’s Egg  -“Yılanın Yumurtası”– filminde geçiyor bu diyalog.  Bergman’ın varoluş sorununu, “Tanrı’nın sessizliği” metaforuyla dert edindiğini biliyoruz. Ama burada söz konusu edilen “tanrıdan uzak yaşıyoruz” sözünde başka bir vurgu daha var sanki.  “Tanrı bizi duymuyor olabilir”, evet; ama, bu uzak düşmenin nedeni apaçık değildir. Sorun da, bu nedenle Tanrı’nın sessizlğinden ziyade bu uzak düşmüşlüğün belirsizliğidir.

Hem nedenleri hem de uzaklığın ne anlama geldiği bakımından bir muğlaklıktır söz konusu olan. Auschwitz’den sonra hala kapatılamamış olan etik boşluk da bu muğlaklıla ilgilidir yine. Bugün eğer, kötülük sorunu bağlamında, Tanrı’yı, merhametin ve adaletin yokluğundan ötürü ya  da dünyayı kaplamış olan kötülük dolayısıyla  bir “günah keçisi” haline getirmemek gerekiyorsa, söz konusu boşlukla ve muğlaklıkla daha güçlü bir şekilde karşılaşmak gerektir.

Böylesi bir karşılaşma için akla Schopenhauer’in gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır sanırım. Çünkü Schopenhauer, hayatın anlamlılığını sorgulamaya yönelirken kötülük sorununu da teolojik düzlemden çıkaracak bir müdahale gerçekleştirir. Böylece, 19. yüzyıl felsefesinin aykırı simalarından biri olarak, kötülük sorununun kavranışında da önemli bir değişikliğin meydana gelmesine etki eder. Onun, “kötülüktür dünyada egemen olan ve budalalık da büyük söz sahibidir” deyişi basit bir aforizma olmaktan çok, dünyanın ve varoluşun anlamına dair bu temel bir değişikliğin işareti olarak alınabilir. Schopenhauer, Leibniz’in dünyayı “mümkün dünyaların en iyisi” olarak formüle eden teodisesinin acınası olduğunu söylerken, hem Tanrı’ya hem de Akıl’a dayalı “iyimserliklere” kökten bir sınır çeker aslında. Söz konusu bu “iyimserlik” dinlere ve felsefeye damgasını vuran bir yönelimden kaynaklanır. Optik bir yanılsamanın ürünü olarak -varlığın hakikati hilafına- yeniden ve yeniden üretilir.

Schopenhauer kötülük sorununu dünzevileştirir bir bakıma, ama bu  dünyevileştirme açıkça görüleceği üzere, örneğin  Aydınlanmacı bir iyimserlik de içermez. Uygarlık, asla basitçe rasyonel olarak öyle de yada böyle ilerleyen bir süreç değildir kesinlikle. Schpenhauer’in terminolojisine göre, çeşitli şekillerde “istencin nesneleşmesi” anlamına gelen bu süreç, “ilerleme” adına kayıtsızca olumlanabilecek bir süreç de değildir. Aksine, bu anlamda “tarih” dediğimiz şey, dünyanın ve insanın neden aslında hiç var olmamış olsa daha iyi olabileceğini kavramamız için bir başlangıç noktasıdır yalnızca. Istırabın ve insan sefaletinin rasyonalize edilemeyecek bir boyutu vardır; orada dünyanın karanlık resmini ve kötülüğün mahiyetini yeniden düşünmek zorunda kalacağımız ipuçları belirir.

Schopenhauer’in, akademik tarihte rağbet görmese de, modernist edebiyatı, müziği ve sinemayı, varoluşçu sorgulamalara, psikanalize ve etik-estetik-politik olanı içerecek şekilde toplumsal eleştiriyi üstlenen yirmimci yüzyıl felsefesini neden ve nasıl etkilediğini tam da bu noktada anlayabiliriz. Schopnehauer’in ifrada varan kötümserliğini bir yana bırakmak istesek bile, bunu ancak kötülük ile insan sefaleti arasındaki ilişkiyi yeniden düşünerek, dahası bu ilişkinin bir bakıma rasyonalite adına üstü örtülü kalan uygarlık tarihinin anlamını sorgulayarak yapabiliriz. Bir “aşırılıklar çağı” olan “kısa yirminci yüzyıl”ın kıssadan hissesi kısaca bu olabilir.

Burada ifade etmeye çalıştığım mesele açısından, Schopenhauer’in, Freud’un analitiğinde, Frankfurt Okulu teorisyenlerinin modernliği-aydınlanmayı sorgulamaya yönelik çalışmalarında, yanı sıra Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” hakkındaki tartışmalarında -açık ya da dolaylı olarak fark edilebilecek- etkisini anmak  yerinde olur. Schopenhauer’un “ıstırap” ve “insan sefaleti” olarak felsefeye soktuğu kavramlar, böylece insan var oluşunun etik-politik bir bağlam ya da sorunsal içerisinde  anlaşılmasına, daha doğru bir deyişle ele alınmasına yöneltilir. Adorno’nun “Dünya sistematikleştirilmiş dehşettir” deyişinde Schpenhaue’in kötücül sesinin yankılandığını duyabiliriz; “Canavarlıktır dünyanın özü; ama görünüşü, sürüp gitmesini sağlayan yalan bugün için hakikatin vekilidir”, deyişinde belki daha da fazla. Aynı şekilde, Arendt’in “fikirsizlik” ya da “düşünme noksanlığı” olarak kaydettiği “sıradanlıkta” da, bir nevi Schopenhauer’in “insan sefaleti” dediği budalalılığın -gereksinim ve sıkıntının cenderesinde sıkışmış olan budalalığın-  izlerini bulabiliriz.

Bergman’ın varoluşçu sorgulamalarında da, doğrusu böyle bir yönelimin var olduğunu sanıyorum. Yani, varoluşun gaddarlığını ve insan aczini anlamaya yönelik bir çaba içinde, Schopenhauerci bir tını. God on Trial’de,  “Tanrı’yı yargılamalıyız, belki o zaman bizi duyar” deniyordu. Bergman’ın yaklaşımı meseleyi daha doğru bir noktada formüle ediyor, bir anlamda Tanrı’yı bir bahaneye çevirmeden sorgulamaya dahil ederek.

Bergman’ın en iyi filmleri arasında sayamayız Yılanın Yumurtası‘nı.  Kendisi de hoşnutsuz olduğu filmler arasında sayar bunu. Yine de izlediğimiz bir Bergman filmidir ve çok şeyi “gösterir”. Neyi gösterdiğine dikkat etmek gerektir. Fazla didaktikleşse de, derinleşen ve yayılan korkunun yayılışına tanıklık ederiz filmin başından sonuna. “Bir kabustan uyanıyorsun ve hayatının kabustan daha kötü olduğunu görüyorsun”un filmini yapmak istemiştir Bergman. İstediği gibi biçimlendirememiş olsa da. Rüyaların kabusa döndüğü, her şeye  açıkça anlaşılsın ya da anlaşılmasın korkunun sindiği,

Bu korkunun ne olduğunu-neden olduğunu-anlamak, belki de en önemli meselemizdir. Albert Camus, biliniyor, “korku çağı” olarak adlandırmıştı yaşadığımız çağı. Bugün daha fazla korkmuyormuş gibi yapabiliyoruz, ama tespitin hala güçlü bir şekilde geçerli olduğunu söyleyebiliriz. İki yönü var bu korkunun: Hem teknolojinin gelişimiyle incelip belirsizleşiyor, hem de yaygınlaşıp doğallaşıyor aynı ölçüde. Bir yandan, korku yayılıp her yeri ele geçirmiş, solunan havaya nüfuz etmiştir; öte yandan, hayat olduğu gibi devam etmekte, hiçbir şey olmuyormuşcasına sürüp gitmektedir. Herkes gösterinin hem bir parçası hem de bir  seyircisi olarak -kurbanı olduğu kadar celladı da olarak- gündelik hayatı bütün olağanlığıyla  devam ettirmektedir.

Bergman’ın varoluşsal filmlerinde karakterler gelgitler içinde, korku ve buhranlarla yaşarlar. Yılanın Yumurtası’nda artalandaki dünya bir kabus atmosferi halinde vurgulanır. İçsel buhranlarla dışarının şiddeti aynı sürecin unsurlarıdır. Analiz kılığına bürünmüş tehditler bugün medyada daha inceltilmiş halde yayılıyor, ruhlarımıza sızıyor, düşmanlıklar ve ayrımcılıklar daha rafine söylemlerle işleniyor,  apaçık kötülükler hızla normalleşiyor, doğruyla yanlışı ayırmak en basit durumda bile imkansızlaşıyor ve herkes herkes gibi  korkuyla zehirlenirken hayatını normal olarak bütün sıradanlığıyla sürdürebiliyor.

Tanrı’dan uzak düşmüşlüğümüz, tam da bu noktada metafizik bir mesele olmaktan öte bir sorun olarak belirginleşir. Etik olduğu kadar politik bir sorundur alanındayızdır burada,  ekonomik olduğu kadar değerlerle ilgili bir sorun alanın da. “Yeni dünya düzeni” kötülüğü tarif ederek, kötülüğü altetme iddiasıyla biçimlendirilmişti. Bunun anlamı, Bergman’ın gösterdiği korkunun içselleştirilmiş  olmasıdır. Belki Camus’nün “korku çağı” dediği şeyin asıl anlamı da buradadır. Dolayısıyla aslında, hem bu kötülük kavrayışını sorgulamaya hem de iyiliği yeniden düşünmeye daha büyük bir ihtiyaç var.

Agamben’in Tanık ve Arşiv‘de bahse açtığı “boşluğu” da, yine bu noktada ele almak gerek. Metafizik olarak bu,” Tanrı’nın ölümü”yle temsil edilen bir boşluk’tur; politik olaraksa “Auschwitz deneyimi”nde karşılığını bulur. Kavramların içini boşaltan, tutamak noktalarını çözüştüren, değerleri infilak ettiren ve her şeyi sıradanlaştıran bir boşluk. Bu boşluğun, elbette, dünyanın büyüsünün yiririlmesiyle bir ilgisi var, ancak artık anladığımız şey meselenin dünyayı yeniden büyülemekle ilgili olmadığıdır. O “boşluk”la karşılaşılmamıştır henüz, yani hesabı yapılamamıştır. “Artakalanlar” ya da Primo Levi’nin değişiyle “kurtulanlar” açısından -yalnızca kamplardan kurtulanlar için değil, yaşamda kalan herkes için- esas mesele hükmünü sürdürmektedir ve dünyanın herhangi bir köşesinde “doğal durum”muş gibi süregiden insana ait insanlıkdışılığın çözümüne dair ipuçları dahi oluşturulamamıştır.

Tanrı’dan uzak kaldığımız kadar, Utanç’tan da uzak sayılırız kesinlikle.

Agamben, “artakalanlar”ın, tam da “tanıklık edilemez bir şeye tanıklık ettikleri için” geriye bir “boşluk” kaldığından söz eder. O boşluğun dayandığı “maddi zemin”, içinde yaşadığımız dünyanın gerçekliği, Tanrı’yı olduğu gibi Utancı’da yutmakta, her olayı aynı hızla gösterinin bir parçası haline getirmektedir.

İdeolojiler ve inanç biçimleri, tam da bu ortak zeminde işlediği için, kendi başlarına meseleyi anlamızı kolaylaştırmazlar aslında. Hiçbir inanç ya da fikir kendi başına kötülüğü de iyiliği de açıklayamaz, insan varoluşunun etik geçerliliğinin güvencesini sunamazlar. Elbette, ideolojiler ve inançlar sürekli olarak işin içindedirler, ve sorunu sürekli perdelemekle işilevselleşirler…

Heiddeger, Nieztsche’nin “Tanrı öldü” sözünü değerlendirirken “henüz düşünmeye başlamadığımız”dan söz eder. Saptamanın hala geçerli olduğunu kabul edebiliriz. Hatta, söznü etmeye çalıştığım boşluk’u biz aslında aşırılaşmış -aşırılaştığı ölçüde sıradanlaşmış-  fenomenlerin doluluğuyla deneyimlediğimiz için, sorunun da politik olarak aşırılaşmış bir şekilde bugün daha fazla geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Hayat, “postmodern durum”dan dolayı, artık her alanda ve her anında “sömürgeleştirilmiş” durumda. Bu aynı zamanda ve daha çok düşünmenin sömürgeleştirilmiş olması demek.

Soru belki de artık şudur: Olmaya bırakılmışlık’ta, hayat böylece sürüp giderken düşünme’nin, dahası düşünmeye başlamanın olanağı var mıdır?