“Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.”
* * *
Uyurkulak’ın ilk kitabı Tol, almancaya Zorn baslığıyla çevrildi gectigimiz ay. Yayınlandığında ses getirdi ve övgüyle karşılandı roman. Kendine has bir üslubu ve akışı var anlatının, afili tonu kimi yerde sarksa da bu akış sürüklüyor insanı. Kendi kör noktalarını da perdeliyor bu üslup öte yandan. Kabaca, merkezindeki devrim kavramıyla hesabını görmesini engelleyen dahası kavramın tarihsel yüklerine açıklıkla bakmasını imkansızlaştıran bir körlükten söz ediyorum. Bu keyifli anlatı, bir tahkiye şevkiyle devrim tarihini en nihayetinde yenik ama mağrur, kaybetmiş ama kederli bir romantik kavrayışa tabi kılmaktan başka bir şey yapmıyor.
Tol bir yol hikayesidir diyebiliriz sanırım. Diyarbakır’a giden bir trende tarihi yeniden kateden bir yolculuk hikayesi. Kitap boyunca kahramanlarımız sürekli icmektedirler. Rakı, şarap, konyak ne bulursa içerler. Plastik bardakları devrime kaldırıp kadeh tokuştururlar. Öfeklidirler, yeniktirler, kederlidirler. Devrimcidirler, ama aklı başında devrimciler gibi değil epey kaçık olarak. Bitmeyen bir hesapları vardır, tarihle olduğu kadar kendileriyle de. Herkesin biraz kaçık olduğu bir gayri resmi tarih yazımıdır hikaye aynı zamanda; dünyayı havaya uçurmak ve kendini de yok etmek isteyen bir intikamın peşinde.
Bir tuhaf “Yusuf masalı”dır roman sanki.
“Yıllar sonra ben nedense hâlâ Yusuf’tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri diyordum, ama yetinmiyorlardı. Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi?
Borçlarımı, desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bir kez bile çay ısmarlamamış, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım.
Aynur’un memelerini, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı.
Ben de, onu diyordum. O’nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında, sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O’su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim. Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim.”
Bir intikam kitabı olarak Tol, elbette öncelikle taşıdığı intikam duygusu ve öfkesiyle dikkat cekiyor. 12 Eylül gecesine çocukluğu denk gelen, bütün o karanlık yıllar içinde büyüyen bir yazarın hikayesidir okuduğumuz. Seksenler dünyanın kıyamet günleridir aynı zamanda. Doksanlarda solun tarihsel yenilgisiyle tamamlanan bir dönemden söz ediyoruz. Romandaki kederin sol melankoliyle ilgisi bu noktada yenilginin içsel bir yenilmislik duygusuyla şekillendigini söylemek mümkün. Roman bu ikinci darbenin, sebebi esasen kendisinde olan devrimci tarihin yenilgisinden ve dahası yenilgi kelimesiyle de karşılayamayacağımız, esasen güzel olan ihtimalin kabusa dönüşmesinin sonucu olan darbenin görülmemesi üzerinden işliyor. 89’da yıkılan duvarın altında kalan Yusuf’tur ama mesele bunun disaridan gelen yikim değil kendi tarihinden kaynaklı olmasıdır. Öyle ki, tarihin bir kapısı kapanmış ve Yusuf artık içeride mi dışarıda mı olduğundan emin olunamayan bir yerde kalmıştır. Sorun işte bu kapanmanın Yusuf’un bilincinde hicbir karşılığının olmamasıdır. Bu olmayınca da intikan haklı ama yenilmiş melankoligin yine haklı ama imkansız bahanesine donusme tehlikesi taşıyor.
Nihayetinde ve nitekim Yusuf, bin kapıdan kışlanmış bir tavuktan beter durumdadır. Aynı zamanda bildiği hiç bir şeyden artık emin olmayan, ağzını her açtığında dudakları yuvarlaklaşıp ağır ağır açılıp kapanan ve beyninde, cümle fikirleri felc eden bir sıvıyla dolaşan sudan çıkmış bir balıktır gibidir. Her kapıdan kışlanmış tavuk hayat karşısında hep bir sıfır yeniktir ama durum daha da sıkıntılıdır.
“Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:
Hayat: 5 – Balık: 0.”
Geriye, güzelliğini bir ihtimal olmasından alan devrim kalmaktadır bir tek -“bir ihtimal olduğunda devrim ne kadar güzel“. Gerçekleştiğinde acı bir hayal kırıklığına dönüşen devrim tarihinin iyi bir özeti sayabiliriz bu cümleyi. Ama ima ettiği sorgulamayı içeriyordur cümle, orada neyin kabusa dönüştüğünü hele ki neden böyle olduğunu dert edinen bir sorumluluk üstlenilmiyordur. daha çok roman ihtimalin güzelliğine nostaljik bir yatırımdan ibarettir sanki. Kendi imasının etik gereklilikleri kör kalan bir roman diyeceğim.