Archive for the ‘uçan hollandalı’ Category

bir de baktım ki…

21 Şubat 2012

bir de baktım yoksun adının da söylediği gibi bir eksiklik, daha doğrusu kayıp duygusu üzerinden hareket eden öykülerden oluşuyor. babanın kaybıyla yüzleşen, yüzleşmeye çalışan oğulların buruk hikayeleri. insanın en temel varoluş sorunlarındandır belki de bu, telafisi olanaklı olmayan kaybın sonrasında devam edebilmek. nefes almak ve öğretilemez bilgisiyle geride kalmayı yeniden deneyimlemek. o kayba gözlerimizi kapamak isteriz ya da saplanıp kalırız bir şekilde, o kayıptan bir gerekçe üretiriz. aslında kaybın kendisi üretir gerekçeyi. artık söylenecek her söz boşluğadır; duyulmak istenen her söz boşluğun uğultusundandır. ama hiçbir işe yaramaz bu bilgi. kitabı oluşturan öyküler, bu kayıp duygusunun hüzünlü ve can yakan ama daha yumuşak, yüzleşmeye dayalı ama daha geniş yüreklilikle yaşanma deneyimini göstermeye çalışıyor sanki. babasını kaybeden oğulların hikayeleri, hep aynı oğulun babasını kaybetme duygusuyla yüzleşme çabasını, özleyişini, anımsayışların kederli ve neşeli hallerini, yalnızlıkla başetme uğraşını, içindeki boşluğu doldurma arzusunu, tamamlanmamış hesaplaşmalara yeniden ve yeniden dönme halini anlatıyor. duyulmayı bekleyen bir yankı gibi kendi uçurumunda asılı kalıyor ses, sonunda kabullenmek, kabullenemeyişini kabullenmek, korkularını ve yalnızlığını kabullenmek gerekiyor; büyümek de deniliyor ki buna, her oğulun kendi gerçeklik buhranlarını farketmesidir önemli olan belkide. ya da yapıp yapabileceğimiz budur sonuçta. kitaptaki ilk öykünün uzunluğu dışında pek bir itirazım olmayacak türde bir öykü kitabı. öyküler, başka kitaplarla ve yazarlarla diyalog halinde. bu diyaloglar açık, dolaysız, sade; hoper resimlerine ilgisi de abartılmamış, tablolar bir doğallık halinde yerleşmiş öykülere. hep öyledir, diye düşündüm bir kaç kez, her öykünün belli belirsiz bir yerinde, hep öyle sanırız, hazırlanmak, hazırlıklı olmak olanaklı değildir oysa, hep orada olacakmış gibi gelir. sonra, bir de baktım yoksun, sızlayarak yankılanır içimizde.

bir de baktım yoksun, yekta kopan, can yayınları, 2009.

pygmalion

22 Mart 2009

taşın ilmine sahip passive apathetic’in sözüyle…..

pygmalionandgalatea_gerome

Pygmalion ve Galate, Jean-Léon Gérôme

kendi kendine sokratik diyalog

20 Şubat 2009

kendi kendine psikanaliz oluyor da, sokratik diyalog niye olmasın…bugün, nedense böyle tuhaf diyaloglar kurdum günboyu….sorular ve cevaplar durmadan yer değiştirip durdu, çoğunu unuttum konuştuklarımızın…yağmur karla karışmış yağıyordu…düşler ve anılar gibi….en son sokrates’e  itiraz ettim, sorgulana(bile)n bir yaşam yaşanmaya değmez, diye….kapıyı yüzüme çarpıp çıktı….

tol, bir intikam romanı

05 Kasım 2008

Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.
Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar…
Annemin ağzı fazla bozuktu.
Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: “Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar…
Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti.

* * *

Uyurkulak’ın ilk kitabı Tol, almancaya Zorn baslığıyla çevrildi gectigimiz ay. Yayınlandığında ses getirdi ve övgüyle karşılandı roman. Kendine has bir üslubu ve akışı var anlatının, afili tonu kimi yerde sarksa da bu akış sürüklüyor insanı. Kendi kör noktalarını da perdeliyor bu üslup öte yandan. Kabaca, merkezindeki devrim kavramıyla hesabını görmesini engelleyen dahası kavramın tarihsel yüklerine açıklıkla bakmasını imkansızlaştıran bir körlükten söz ediyorum. Bu keyifli anlatı, bir tahkiye şevkiyle devrim tarihini en nihayetinde yenik ama mağrur, kaybetmiş ama kederli bir romantik kavrayışa tabi kılmaktan başka bir şey yapmıyor.

Tol bir yol hikayesidir diyebiliriz sanırım. Diyarbakır’a giden bir trende tarihi yeniden kateden bir yolculuk hikayesi. Kitap boyunca kahramanlarımız sürekli icmektedirler. Rakı, şarap, konyak ne bulursa içerler. Plastik bardakları devrime kaldırıp kadeh tokuştururlar. Öfeklidirler, yeniktirler, kederlidirler. Devrimcidirler, ama aklı başında devrimciler gibi değil epey kaçık olarak. Bitmeyen bir hesapları vardır, tarihle olduğu kadar kendileriyle de. Herkesin biraz kaçık olduğu bir gayri resmi tarih yazımıdır hikaye aynı zamanda; dünyayı havaya uçurmak ve kendini de yok etmek isteyen bir intikamın peşinde.

Bir tuhaf “Yusuf masalı”dır roman sanki.

Yıllar sonra ben nedense hâlâ Yusuf’tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri diyordum, ama yetinmiyorlardı. Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi?
Borçlarımı, desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bir kez bile çay ısmarlamamış, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım.
Aynur’un memelerini, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı.
Ben de, onu diyordum. O’nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında, sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O’su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim. Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim.”

Bir intikam kitabı olarak Tol, elbette öncelikle taşıdığı intikam duygusu ve öfkesiyle dikkat cekiyor. 12 Eylül gecesine çocukluğu denk gelen, bütün o karanlık yıllar içinde büyüyen bir yazarın hikayesidir okuduğumuz. Seksenler dünyanın kıyamet günleridir aynı zamanda. Doksanlarda solun tarihsel yenilgisiyle tamamlanan bir dönemden söz ediyoruz. Romandaki kederin sol melankoliyle ilgisi bu noktada yenilginin içsel bir yenilmislik duygusuyla şekillendigini söylemek mümkün. Roman bu ikinci darbenin, sebebi esasen kendisinde olan devrimci tarihin yenilgisinden ve dahası yenilgi kelimesiyle de karşılayamayacağımız, esasen güzel olan ihtimalin kabusa dönüşmesinin sonucu olan darbenin görülmemesi üzerinden işliyor. 89’da yıkılan duvarın altında kalan Yusuf’tur ama mesele bunun disaridan gelen yikim değil kendi tarihinden kaynaklı olmasıdır. Öyle ki, tarihin bir kapısı kapanmış ve Yusuf artık içeride mi dışarıda mı olduğundan emin olunamayan bir yerde kalmıştır. Sorun işte bu kapanmanın Yusuf’un bilincinde hicbir karşılığının olmamasıdır. Bu olmayınca da intikan haklı ama yenilmiş melankoligin yine haklı ama imkansız bahanesine donusme tehlikesi taşıyor.

Nihayetinde ve nitekim Yusuf, bin kapıdan kışlanmış bir tavuktan beter durumdadır. Aynı zamanda bildiği hiç bir şeyden artık emin olmayan, ağzını her açtığında dudakları yuvarlaklaşıp ağır ağır açılıp kapanan ve beyninde, cümle fikirleri felc eden bir sıvıyla dolaşan sudan çıkmış bir balıktır gibidir. Her kapıdan kışlanmış tavuk hayat karşısında hep bir sıfır yeniktir ama durum daha da sıkıntılıdır.

Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun:
Hayat: 5 – Balık: 0.

Geriye, güzelliğini bir ihtimal olmasından alan devrim kalmaktadır bir tek -“bir ihtimal olduğunda devrim ne kadar güzel“. Gerçekleştiğinde acı bir hayal kırıklığına dönüşen devrim tarihinin iyi bir özeti sayabiliriz bu cümleyi. Ama ima ettiği sorgulamayı içeriyordur cümle, orada neyin kabusa dönüştüğünü hele ki neden böyle olduğunu dert edinen bir sorumluluk üstlenilmiyordur. daha çok roman ihtimalin güzelliğine nostaljik bir yatırımdan ibarettir sanki. Kendi imasının etik gereklilikleri kör kalan bir roman diyeceğim.

oblivion

20 Ekim 2007

(….)

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden,
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı…
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.

(….)

ey unutuş! kapat artık pencereni,
çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
çıkmaz artık sular altından o dünya.
bir duman yükselir gibidir kederden
macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
amansız gecenle yayıl dört yanıma
ey unutuş; kurtar bu gamlardan beni

Ahmet Muhip Dıranas‘ın olvido adlı şiirinin tamamı sözlükte.


yusuf ile züleyha

20 Ağustos 2007

“tufandan kurtulmak için kendi derinligine akan bir ırmak gibi; akmasam sana ölürdüm yusuf, aktım yine öldüm. kendi ölümümün şeklini seçmem özgürlügümse susarak ölmeyi değil söyleyerek ölmeyi seçtim. tortulanarak ve bulanarak degil, taşarak ve coşarak ölmeyi sectim. hükmümün yusuf oldugu yerde ölümlü olduğumu bildim. ve yine dirilecek olmanın emniyetiyle ölümlü oluşumu çok sevdim.

yusuf, dedi züleyha, aşk zorlu bir sınav, ben bu sınavı baştan ve gönüllü mu kaybettim? hayır işte! yitirmiş gözüksem de kazancımsın sen benim. ve şer gibi görünsem de göreceksin, yitirdiğin ne varsa benim sana açtığım kuyuda, hayrın olacağım sonunda.

yusuf, dedi züleyha sana gel kaderim ol demem. o kadar ki, güldeki sevda, çöldeki ateş kadar kadersin bana.

değil mi ki sen yusuf güzelisin, ve değilmi ki ben tecelli etmesem eksik kalır sana dair kader. ‘senin kaderin benim tecellim, kaderimde zindan varsa yusufluğum su götürmez benim’ ”

Yusuf ile Züleyha, Nazan Bekiroğlu

varolmanın dayanılmaz kapanımı

27 Haziran 2007

HakanErgün2

sen ne jokersin ne de hırsız……biliyorsun…..
olmak ya da olmamak değil, işte asıl mesele bu….
hiç bir şey olamamak….
bir şey olmak zorunda olmak yani…
varolmak ve bir şey olmak zorundasın herkes kadar, Yasa bu……
asla kendisi olamayınca varlık, ne olur peki?……olduğu şey olamayan ve olamayacak olan……hatırlamakla hayvandan üstün olduğunu sanırken hiç bir şey olmadığını unutmakla varolan, ne olur?…..

neyse o olmayarak varolmak zorunda olan, ne?…..

hafıza’nın kızkardeşi hayal…..gerçek’in dedikodusu yapıyorlar durmadan…..kanıyorsun….

yokluğunu, bir boşluğu imlediğini bile bile hakikate inanmak zorundasın….artık bir hiç olman ya da neysen o olman olanaksız olduğu için, ve bu olanaksızlığı bir hakikat olarak ileri süren biri olman da olanaksız olduğu için, “biri” olmak ve bir hakikatın hakikiliğine inanmak/bağlanmak zorundasın….

sen, varolmanın dayanılmaz kapanımının öznesisin, kabul et…….

bu dünyaya fırlatıldın…..

kabul et, herkes kadar…….

yokolan….zaman….

25 Şubat 2007

zaman

….kanın pelteleşmesi….karanlığın pıhtılaşması içimin dehlizlerinde…..kötücül gece bilgisi; yaşam yaşamiyor……hep aynı yere çıkan sorular ve soru sormanın anlamsızlaşan yorgunluğu…..
yineleyiş……
ben kimim sorusunun yerini alan ölüm düşüncesi…..uçurum yankısı….geri dönen sorular…..boşluğun uğultusu….suskunluk….sesler içimde kendi karanlıklarına çekiliyorlar giderek…..bu yüzden zamanda silik bir suret aynalarda kırılan yüzüm…….
geçmişi değiştiremem, şimdi‘de siliyorum varligimi….var-yok bir kendilige dönüsüyorum, hic bir bakista izime rastlamayayim diye….ve hic bir tende hatırlanmayayım…..zamani eritiyorum damarlarimda….dagilan sirca bir köşkmüş kalbim….ne tuhaf….
içimde sahiplerini ariyan yitik sesler….
ıssızlaşıyorum giderek…yaşadığım hayat bir hayale dönüsüyor nasılsa, sanki hiç yaşanmamış….
koca bir yalana çıkmışım herkes için….
kötülüğün kendisi olmuşum….
bağışlamıyorum sevmelerimi…..yakıcı soluğunu özlüyorum hiçliğin….sonsuz düşüşü….ve bağışlanmayı değil, zamanin kendisi olmayi bekliyorum bu kıyıda……zaman gibi unutulmayı….yokolan…..zaman….gibi……