Archive for the ‘a-politik’ Category

başlangıcın sonu

08 Nisan 2020

Ölüm korkusunun kültürü ve uygarlığı belirlediğinden söz edebiliriz. Olumsuz bir belirlenimdir bu; doğanın olumsuzlanmasıyla insan ikinci bir doğa (kültür) yaratır. Sonlu varlığın sonsuzluk arzusuna uyarlanmış bir hayatın koşulu olarak ölümün değil ama ölümlülüğün, yani geçiciliğin yadsınmasıdır. Bunun bedeli, bastırma mekanizmasının işleyişi gereği ölüm korkusunun bilinçdışı bir korkuya dönüşmesidir.

İdeolojinin -ister mitolojik/dinsel, ister seküler/bilimsel olsun- dayanağı bu kökensel yabancılaşmadır. Faniliğin reddi: İçine doğduğumuz ve kim olduğumuzu bildiğimiz “anlam haritaları”nın esas işlevi de burada ortaya çıkıyor. Bastırılanın ve dahası bizzat bastırmanın unutulmasıdır söz konusu olan, yani hayatın yeniden üretiminin ve sürekliliğin ancak böylesi bir kör nokta dolayımında sağlanmasıdır.

Hayatta kalma ilkesi böylece insanı diğer hayvanlardan ayıran, insanın kendi hayvan-oluşunu yadsıdığı, yok saymak ve kurtulmak istediği bir yıkım ilkesi haline gelir. Doğa, alt edilmesi gereken, kendiliğinden insan ihtiyaçlarına uyarlı bir hammadde kaynağına dönüşür. Kendi içindeki eşitsizliklerle birlikte uygarlık tarihinin aynı zamanda doğanın talan ve tahribat tarihine dönüşmesi de, bu her şeye nüfuz eden yıkıcılığın bir öz-yıkım ilkesi olmasındandır.

Kapitalizmin başarısı addedilen şey burada ortaya çıkar. Yıkıcılık, kapitalizmde sanki doğal anlamına kavuşmuş gibidir. Diğer toplumsal yaşam biçimlerinden farklı olarak kapitalizm, sürekli yeniden uyarlanabilir, krizleri aşabilir. Korona virüsünün ortaya çıkışı, tam da bu noktada bir büyübozumu anlamına geliyor, mevcut dünya resminin bütünsel olarak ve temel saikleri itibariyle sekteye uğraması söz konusudur çünkü. Elbette, fiili olarak insanlığı varlık-yokluk noktasında tehdit eden bir salgından söz etmiyoruz henüz. Ama salgının küresel tehditkarlığı -tam da bugünkü küresel insani dünyanın bir sonucu olarak- kökensel yabancılaşmada unutulanları tetikliyor, anlam dünyamızın güvenilirliğini sarsıyor. Önceki krizlerden, savaşlardan, yıkım sahnelerinden farklı olarak bu sarsıntı, ölümlüğünü insana hatırlatarak kapitalizmle nihayetini bulmuşçasına içine yerleştiğimiz dünya resminin kolayca parçalanabileceğini duyuruyor. Sermayenin sürekli birikiminde ve tüketimin sonsuzluğunda karşılığını bulduğunu sandığımız sonsuzluk arzusu da böylelikle büyübozumuna uğruyor.

Virüsün ima ettiği felaket, bu bakımdan, kapitalizmin bugüne kadarki tarihsel -içsel- krizlerinden farklı bir anlama sahip. Öyle ki burada, bu ima edilmiş başlangıcın sonunda, Walter Benjamin’in Tarih Meleği’nin bakışından dünyayı ve tarihi görebileceğimiz bir uğraktayız belki de. Fakat buradan, kapitalist düzenin büsbütün çaresiz kalacağı, çaresizlikle yok olacağı, tahribatları aşamayacağı çıkarsanmamalı. Ayrıca, malum düşünsel ikiliklere yaslanarak bir kavrayış geliştirebileceğimiz de sanılmamalı. Aksine, geçen yüzyılın teorik-politik yanılgılarından kurtulmak, düşüncenin asıl öncelikli görevidir, düşünceyi gelmekte olana açık tutmanın görevi.

ölümün aynasında

02 Nisan 2020

Hiçbir felaket ayrıcalıkları ortadan kaldırmaz. Ezenle ezilenin, zenginle yoksulun, başka bir deyişle imtiyazlı olanlarla olmayanların eşitlendiği bir ‘insanlık durumu’ yoktur. Aksine, insanlığa yönelik evrensel bir tehlike, bilakis eşitsizliği derinleştirir ve aşağıdan yukarıya doğru ayrıcalıklığı şiddetlendirir. Hiçbir şeye sahip olmayanlarla bir şeylere sahip olanlar arasındaki fark dikey olarak keskinleşirken, “sınıf, ideoloji ve siyaset ayırmadan” yürütüldüğü söylenen “insanlık davası” en alttakilerin kademeli bir şekilde unutulduğu ve gözden çıkarıldığı bir söyleme dönüşür yalnızca. Gerçek anlamda dayanışmayı ve birbirimizden sorumlu olmayı mümkün kılan bir ortaklaşma imkanını ortadan kaldıran şey de bizzat bu söylemlerdir. Tuhaftır ki, tam da felaket zamanlarında bu türden söylemler her alanı istila ediyor ve herhangi bir eleştirel dirençle karşılaşmadan yayılıyor. “Terörizm” bahsinde olduğu gibi, hatta biyolojik bir temele oturtulduğu için çok daha fazla “Salgın” bağlamında da olan şey budur. Savaş terminolojisine hızlıca dönüşen insanlık davası, “ortak düşman” türü söylemlerle zihinlere hakim olurken, kışkırtılmış bir korkuyla “hayatta kalma ilkesi”nde herkesi ortaklaştırır. Yoksulları, mültecileri, işsizleri, evsizleri, kağıtsızları unutmanın ortak zemidir burası. Ölümün hepimizi eşitlediği fikri kriz zamanlarında kendiliğinden insanlık dairesinin daralmasına dönüşür ve dahası bu daralma politik bir sorun olmaktan çıkar. Tehlike ve tehdit gerçek olduğunda sorunun mahiyeti daha da büyüktür çünkü hayatta kalma ilkesinin körleştirici noktasında bu söylemlerin dolaşıma girmesine kaynaklık ediyordur. Ölüm, elbette, “ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığı”dır, fakat felaketler aynı zamanda bu ortaklığın -ölümün mutlaklığı ölçüsünce- en köklü eşitsizlik mekanizmasına vesile olduğunu gösterir. İnsanlık durumunu bir suç ortaklığı olmaktan çıkarmak zorundaysak, ölümün aynasında kendimizle, başkalarıyla ve tabiatla kurduğumuz ilişkinin mahiyetiyle hesaplaşmamız kaçınılmaz.

kod adı: ayşe öğretmen

21 Nisan 2018

ayse_ogretmen.jpg

 

“Ayşe öğretmen”, dönemin bu isimle kodlanması oldu bir anlamda. Zamanın siyasal ruhunu en derinden açıklayacak kodlardan biri. İktidar, medya ve çoğunluk arasındaki ilişkinin olduğu kadar, siyasalın mahiyetinin de şifre çözücüsü. Achille Mbembe’nin, “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınması” olarak tarif ettiği ölüm-siyaseti’nde kamusal olarak neyin nasıl söylendiği ve neyin nasıl söylenmediği çok daha hayati bir önem kazanıyor. Ayşe öğretmenin hukuken cezalandırılmasının nedeni, “çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın” demiş olması değil elbette. Bunu, bilakis kamusal olarak, bir kitle iletişim aracı ile iktidara ve tebaasına “siz çocukları öldürüyorsunuz” bağlamında açıkça söylemiş olmasıdır. Açık olan sözün kendisi değil burada. Doğrudan siyasal iktidarın sahiplerini adlandırmıyor, çocukların öldürülmesinin faaillerini doğrudan göstermiyor, hatta sözün gidişinin epey bir miktar belirsizlik içerdiği de söylenebilir. Ama, söyleyişin bağlamı apaçık yine de, söz konusu belirsizliğin de, tam da bu belirsizlik nedeniyle ölüm-siyasetinin hedefi haline geldiğini söylemek gerek ayrıca. Terör propagandası yapmakla itham edilmesinin nedeni bu belirsizlik, düşmanı övmüyor olabilirsiniz fakat düşmanın adını düşman olarak anmıyorsanız ve asıl suçlamanın hedefine iktidara kurtaracak şekilde o düşmanı koymuyorsanız da suçlusunuz. Çoğunluğun çoktan ölüm-siyasetine uyarlanmış kitlesel nefretini, hınçtan oluşan kollektif zihniyetini, “Ayşe Öğretmen” haberlerinin altındaki yorumlarda görmek mümkün. Bu “kitle ve iktidar” çocukları seviyordur elbette, iki gün sonra pek övünülen 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı, iktidarın başı da en “az üç çocuk” deyip duruyordu bir ara. Anne iseler, malum kadınları da severler. Fakat sorun, hangi çocuğun yaşamının yaşamaya değer olduğunun belirlenmesidir. Kürtaja karşı -cinayet olduğu sebebiyle- cümleler kurarken bir anda Uludere/Roboski’de devletin katlettiği çocuklar için, “her kürtaj bir Uludere/Roboski’dir” denmesi, durumu açıklamaktadır. Ayşe öğretmenin açıklaması, çocukların cesedinin dondurucularda saklandığı, annelerin ölüsünün günlerce sokaklarda kaldığı zamanların devamında sahneye çıkmıştı. Ama sahnede sahnenin kaidesini bozarak. Ayşe öğretmen böylece bir başka şeyi daha göstermiş oldu: Söz’ün ve söyleyişin, hala bir siyasal mücadele meselesi olduğunu. Şov devam edecek, siyasal söylemler kendilerini tekrar ederek süre gidecek, Ayşe öğretmense bebeğiyle cezaevinde pişman olmadığı sözlerinin ve şova gölge düşürmüş olmasının bedelini ödeyecek, geriye bu günlerin şifre çözücüsü olarak adı kalarak.

özgür gündem

17 Ağustos 2016

58554

“Darbeye karşı direnen halk”tan özel bir kabus inşa ediliyor giderek. Şimdiden mitsel bir anlatıya dönüştürülen bu “halk destanı”, tıpkı Eski Türkiye’nin mitik anlatısı “Kurtuluş Savaşı” gibi bir kurucu irade tasarrufunda işletiliyor. Sonuçlanırsa, bu kurucu irade, söz konusu mitsel anlatıyla yeni bir gerçeklik inşa etmiş olacak. Yeni Türkiye’nin alacağı son biçim, bu kabusun gideceği yere ve sonuçlarına göre oluşacak. Kabusun adı, “milli irade”dir. Yenikapı’da ulusalcı-muhalif-sol mutabakatla yeniden tescillendi. Mutlak bir otoritenin tesisi edilmesini ve güvenceye bağlanmasını hedefleyen bir süreç işliyor. Başaramayacağını varsayabiliriz. Ama başarmak için yapacaklarının bedeli başkaları için belli ki ağır olacak. Dün Özgür Gündem gazetesi  “geçici” olarak kapatıldı. Bu geçiciliğin asıl geçici olduğunu tahmşn edebiliriz. Nitekim, hemen ardından, dün ve bugün bir dizi operasyon yapıldı; evler basılarak gazete çalışanları darp edilerek göz altına alındı. Açık ki, hızlı ve kesin hamlelerle, ihtiyaç duyulan sahneler kurulmaya çalışılıyor. Aslı Erdoğan’ın evinin basılarak gözaltına alınması, gözaltı süresinin uzatılıp beş gün boyunca avukatıyla görüşmesinin engellenmesi bu “acil ve seri hamleler” ihtiyacının bir ürünü. OHAL, bunun için var; sahneyi -siyasal alanı- iktidar istediği gibi düzenleyip tasnif edebilsin, rejimi bir mutlakiyet haline dönüştürebilsin diye. Özgür Gündem gazetesinin susturulması, inşa edilen sürecin en önemli ayağıdır. Hem de, söz konusu sürecin boyutlarını anlamamızı sağlayan en önemli verisidir. Beri cepheden buraya eklenebilecek tek şey, Aslı Erdoğan’ın gazetenin “nöbetçi yayın yönetmenliği”ni devralırken söylediği, “Gündem’in yanında olmazsak suç işlemiş oluruz”  sözüdür.

cami ile kışla arasında

16 Temmuz 2016

Kafası kesilerek öldürülen asker haberi, başka bir karanlık çağa geçişin adının konulması olarak anlaşılabilir. Süregiden bir karanlığın içinde yeni dönemin özel bir jestle ve kanla mühürlenmesi.

Bir müsamere niyetiyle hazırlanmış dahi olsa, ya da Fettullahçılarla Tayyipcilerin kapışması dahi olsa, ya da hatta isterse kendilerini Türkiye’nin gerçek sahibi ve teminatı olarak gören en hakiki laik askerler tarafından bile gerçekleştirilmiş olsa, “ordu-millet el ele”nin geldiği bu yer, bu darbe ve karşı-darbe sahnesinin, ne sivilleşmenin ne de herhangi bir anlamda özgürlük arzusunun karşılığı olmayan bir dönüşüm sürecinin sonucudur. Devletin ele geçirilmesi ve dizayn  edilmesi sürecinin son tamamlayıcı hamlesi diyebiliriz buna.

Özetle, “camiler kışlamız/minareler süngümüz” zihniyetinin fiilen olduğu kadar sembolik olarak da kışlayı alt ettiği ve siyasal karşılığını somutlaştırdığı bir durum oldu dün gece sahnelenen darbe girişimi. Öyle ki, bu sahne aracılığıyla söz konusu zihniyetin, devleti tümüyle diyazn etmenin yanı sıra kendine has bir “sivil toplum”u gövdeleştirdiğinden de bahsedebiliriz artık.

Buraya elbette uzun bir darbeler tarihinden geçerek gelindi. Her seferinde kışlanın hakimiyetiyle sonuçlanan ve hiçbir zaman gerçek anlamda bir hesaplaşma ve sivilleşme süreciyle içinden çıkılmayan uzun bir sürecin sonunda buraya geldik: Üniformalı askerlerin laik-otoriter düzeninden, kafa kesen üniformasız askerlerin dinci-tahakküm düzenine.

Demokrasi kendinde hiçbir şeydir; kelle avcılarının düzeninin adı dahi olabilir kolayca. Cumhuriyet, kimin elinde olursa olsun, kendinde bitmeyen bir kabusun adı da olabilir yalnızca. Dolayısıyla, “darbelere karşı olmak” lafının düz bir anlamı, yani toplumsal alanda sivil ve yaşanabilir bir hayatı işaret edecek anlamda sarih bir karşılığı yoktur aslında.

Darbelere karşı olmak lafı, eski ve yeni Türkiye’nin siyasal terminolojisinde ve siyasal hayatında kendiliğinden gerçek bir demokrasi arzusuna karşılık gelmiyor ne yazık ki.

Şu olan bitenler içerisinde “sivilleşme” sözcüğü de, bir iyileşme belirtisi, bir iyilik imkanı olmaktan çok öte ve tam ters anlamda, kışla’nın karanlık çağından cami’nin karanlık çağına geçişin adı ve karanlık sureti olarak görünüyor yalnızca. Darbenin -“kalkışmasının”- kendisi sahte olmayabilir, ama yol açtığı kahramanlık bütünüyle sahte ve oradan belli ki hudutsuz bir güç devşirilmeye çalışılacak.

Cami’nin tahakkümü asıl yeni başlıyor; sahnalenen bu darbe girişimi bunun geçilen en önemli eşiğiydi. Hangi darbeyle ne zaman ve nasıl yüzleşildi ki, şimdi sokağa dökülen kelle avcısı yığınlara bakıp bir sivileşmeden bahsedebilelim. Dün gece yaşanılan ve etkileri sürecek olan dehşeti tabir edebiliriz, ama asıl önemli olan onun da bir parçası olduğu bitmeyen kabustan uyanmanın bir yolunu bulabilmektir.

Geçmişten bugüne şu ya da bu şekilde mücadele edenler için bu anlamda değişen bir şey yok -geçilen eşiği anlamak ve ona göre hazırlanmaktan başka.

______________________________

edit: 22 temmuz 2016. “kafası kesilen asker” haberinin doğru olmadığı netleşti. dezinformasyon  büyük bir sorun. algı yönetimini sağlayabilmek için ihtiyaç duyulan bilgi kirliliği bu yalan haberlerle sağlanıyor. özellikle de kutuplaşma siyasetinde.

sosyal medya yalan haber kullanımını ve yaygınlaşmasını kolaylaştırıyor, ancak dezinformasyonun asıl üretim ve dağıtım yeri iktidar medyasıdır. kafası kesilen asker yalanının aynı medyada “halk kelle aldı” nevinde -övünülerek ve normalleştirilerek- dolaşıma sokulması ve hemen akabinde “askerin kafası kesildi yalanı” diye karşı atağa geçilmesi, benzer bir durumdur.

büyük “kabataş yalanı”yla aynı kumaştan fakat işletilmesi daha farklı olmuş olan bir yalan haber vakasıdır bu. aynı zamanda elbette “akp karşıtları”nın da haberi kullandığı ve manipülasyon amacıyla sürekli gündemde tutmaya çalıştığı bir gerçek.

yukarıdaki yazıda bahsi geçiyor, ama öne sürdüğüm tez -darbe kalkışması ile kışla ile cami arasındaki iktidar ilişkisinin uğradığı dönüşüm- açısından bu haberin belirleyici bir yeri yok. yalan olmasının da.

bu dönüşüm süreci işliyor. ilan edilen “olağanüstü hal” de, bu dönüşüm sürecinin kurumsallaştırılması için gerekli . tıpkı süregiden ve ikinci bir emre kadar devam etmesi talep edilen “demokrasi nöbeti”nin darbe karşıtlığı adı altında kitleleri biçimlendirmesi gibi. erdoğan’ın darbe kalkışması’nı “allahın bir lütfu” sayması kalenderliğinden değil elbette.

demos’un  kratos ile belki yeni bir sözleşme kotarma görüntüsü altında şekle sokulmaya çalışılan özel bir birleşimi?

neyse. söz konusu haberin yalan olduğunu kaydetmek isterim.

 

yüzleşmek ya da yüzsüzleşmek

03 Haziran 2016

hrant-dink

Alman Federal Meclisi, “Ermeni Soykırımı tasarısı” adıyla gündemde olan tasarıyı dün onaylayarak 1915’te başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan azınlıklara yönelik gerçekleştirilen yokedici kıyımı “yüz kızartıcı” diye niteleyerek adını soykırım olarak koydu. Önceki gün başbakan Binali Yıldırım, “sıradan bir olay” demişti aynı olay için; bu ifade ve bakış açısında kollektif kimliğimize dair çok şey saklı.

Aynı şekilde, türk basının kahir ekseriyetinin bugünkü manşetlerinde de “kendimizi” görebiliriz.  Oysa, elbette biliniyor, bütün bunlar gerçekte “türk insanı”nın kendini görmemesi üzerine, görmek mümkün olmasın diye işletilen mekanizmalar. Milli hezeyanların kollektif benliği sağlamlaştıran bir sıva olarak kullanılması aynı zamanda kendisi de bu sürecin bir ürünü olan politik yüzsüzleşmenin zorunlu bir sonucu.

Suçun inkarının suç işlemeye devam etmenin belirleyici nedenlerinden biri olması gibi. Sağda solda Kürtlere yönelik sayıları ve şiddet boyutları artan linç girişimlerinin, devletin Kürtlere yönelik giriştiği tanklı toplu  savaşın derin nedenlerini de, bu inkar siyasetinin söylem pratiğinde bulabiliriz.

Soykırım tasarısının kabülüne karşı gösterilen tepkileri, aşırılaştıkça tektipleşen hezeyanları bir semptom olarak okumak mümkün ve gerek bu noktada.

Yüz etiği dediğimiz anlayış, Levinasçı anlamıyla bir sorumluluk etiğidir. Kendiliğin başkayla karşılaşmasında beliren bir sorumluluktur söz konusu olan. Asimetrik olan ve her şeye yayılan, herkesi kapsayan bir sorumluluk. Aynı zamanda, kendiliğin kendisiyle olan hesaplaşmasını da içeren bir sorumluluktur bu. Çünkü, Ben’i şimdiden ve gelecekten değil yalnızca geçmişten de sorumlu kılar. Ama sadece kendi yaptıklarımdan değil ötekinin yaptıklarından da sorumluyumdur. Devredilemez, ertelenemez, iptal edilemez bir sorumluluktur bu; sonsuzluğun sonlu olana müdahalesi olarak belirir ve ben’i “her zaman için her şeyden sorumlu” kılar.

En başta da, elbette, ötekine karşı ya da ötekinin karşısında kendi zamansallığımın hesabıyla yüzleşmemi zorunlu kılan bir sorumluluktan söz ediyoruz. Etik olan politik olandır. Yüz etiği, bu noktada özgürlüğü yüz yüzeliğin deneyimi olarak kaydeder. Yüzleşmenin reddi masumiyet değil, sorumluluğumun olumsuzlanması olarak yüzsüzleşmedir. Bunun sonucu ise, en basit haliyle “

dört ayaklı minare

13 Mayıs 2016

dortayakliminare

Tahir Elçi, Diyarbakır Sur’daki Dört Ayaklı Minare’nin kurşunlarla zarar görmesi üzerine, 28 Kasım 2015’te “savaşı buraya getirmeyin” demek istediğinde katledilmişti. Dört Ayaklı Minare’nin ve içinde bulunduğu mahallenin  yedi ay önceki son halini oradan hatılıyoruz. Hatırlıyor muyuz gerçekten? Artık bir şeyleri hatırladığımıza, hatırladıklarımız üzerinde düşündüğümüze inanmak zor görünüyor. Elçi’nin katline neden olan savaş, o günlerden sonra sadece Sur’u değil, “hendek operasyonları” adı altında Cizre ve Nusbin başta olmak üzere mahalleleri ve sokaklarıyla birlikte Kürt şehirlerini yok etmiş, boyutları tam bilinmeyen bir kıyıcılıkla hala süregiden bir dehşeti beraberinde getirmişti. Hala ne şekilde öldürüldükleri belirlenemeyen, kimlikleri dahi tespit edilemeyen insanlar var. AKP’nin bir savaş hükümeti olarak yaratıcısı ve sorumlusu olduğu bu dehşet, “insanlığa karşı işlenen suç”lardan biri olarak tarihe geçecek görünüyor. Birleşmiş Milletler’den gelen “bağımsız soruşturma talebi”nin şiddetle reddedilmesi açık bir kabul sayılabilir. Dört Ayaklı Minare, Diyarbakır’ın simgesi sayılıyor. Şimdi, Tahir Elçi’nin katledilişinden beri ise, savaşın sessiz bir tanığı olarak Diyarbakır’ın ve  ora’ların ne durumda olduğunu simgeliyor. Yalnız ve kimsesiz. Yakıp yıkılan yerler kurtarıldıktan ya da daha doğru bir deyişle işgal edildikten sonra sağa sola gururla asılan bayraklar bugün “bir parça bez bin ayıbı örter” kabilinden işlev görüyor, yarın ise asıl suçluyu nerede aramamız gerektiğinin işareti olacak yalnızca.

 

edit: kullandığım görselin gerçek olup olmadığını teyit edemedim, gerçeği yansıtmadığı uyarısıyla birlikte yazıdan kaldırıyorum.

edit 2: yerinden uyarı yaparak önceki fotoğrafın gerçek olmadığını söyleyen arkadaş -alperkamu- dört ayaklı minare’nin kendi çektiği fotoğraflarını paylaştı. gerçek hal bu. yazıya minare’nin gerçek halini ekliyorum.

kullanım değeri

16 Şubat 2016

12717711_1067646546631063_4161841806301311208_n

Diyarbakır, Sur. Operasyonların sona erdirilmesinin ardından. Huzur ve güven ortamının tesisi. Meşrebinize göre bu fotoğrafın anlamını açıklıyorsunuzdur.

*

“Bugünün siyasetinde herkesin bir kullanım değeri var” diye yazmış Etyen Mahçupyan. Elbette. Kendisinin de bir kullanım değeri var. Her ne kadar bunu görünmezleştirmek istiyorsa da ilk cümlesinde kendi kullanım değerini kendisine rağmen dile getiren bir ifadeyi takdir etmeli.

“Herkes” bugünün siyasetinde çoktan metalaşmış insanın karşılığı olduğundan bir de “değişim değeri”nden bahsetmeli belki, ama uzatmayayım, zaten ortalık karışık.

Mahçupyan’ın yazısındaki kötülük akademisyenlerin kullanım değerinden söz etmesinden kaynaklanmıyor. Bunu, kendi kullanım değerini belirleyen iktidar ilişkisini gizleyerek yapmaya yönelmesi de değil tek başına sorun. Yazı aleni bir şekilde, entelektüel bir had bildirme noktasından “Barış İçin Akademisyenler” metnini ahlaki ve politik olarak mahkum etme yönelirken bunu mevcut siyasal iktidarın -adını koyalım Ak Parti devletinin- saldırganlığını açıklamanın bir gerekçesine dönüştürmek, hatta iktidarı bu sürecin mağduru haline getirmek istemesinden dolayı sorunlu asıl olarak.

Çifte kötülük. Çünkü, Mahçupyan, basit bir iktidar yancısı değil; ikinci el bir şişirme kanaat önderi gibi görünmekten sakınması sürekli zorlaşıyor olabilir, ama buna dolaysızca razı olmayacağından da emin olabiliriz. Söylem biçimindeki betimleyicilik bu imkanı sağlıyor. Siyasal ve toplumsal alana dair, en açık taraf oluşunda -misal başbakan danışmalığında- bile konumunu ele vermeyen bir betimleyicilik bu; özenle geliştirilmiş bir belgesel anlatıcısı gibi yazma yeteneğinden bahsediyorum.

“Barış İçin Akadamisyenler” metnini teorik ve politik olarak her yönden sorunsallaştırmak, bütün boyutlarıyla tartışmaya açmak meşrudur kesinlikle. Akademisyenlerden söz edildiği için metnin dokunulmaz, söz konusu tutumun politik olarak sorgulanamaz olduğunu kim iddia edebilir? Bildirinin  Barış dediği şey kısaca, devletin kürt bölgelerindeki askeri operasyonlarını durdurması talebidir. Metnin içeriğinden, tek tek cümlelerinin gidişine, niyetinden bu niyete uygun olup olmadığına, imzacıların metni okuyup okumadıklarından okuduklarından ne anladıklarına, metnin açık beyanlarından gizli manalarına kadar her türlü bahsi mümkündür. Bir tek Mahçupyan’ın yaptığı tarzda, mevcut iktidarın siyasal aklını ve bu aklın ürünü olan mevcut siyasal durumu meşrulaştırmak için analiz etmek mümkün değildir. Yani, elbette mümkündür bunu yapmak, ama çifte kötülük pahasına.

Böylece, bir tehlike olarak işaret edilen “memleket ortalaması” siyasal iktidarın sorumlu olduğu bir şey olmaktan çıkarılıyor, bizzat iktidarın mağdur olduğu bir mesele olarak anlatılabiliyor: “Muhalefet bu düzeyde kaldığı sürece AKP’nin de aynı düzeyde kalmayı tercih etmesi de belki gerçekci”dir diyor Mahçupyan. Gerçekçi olacaksak bu noktada da haksız sayılmaz tümüyle, ama AKP’nin kalmayı tercih ettiği düzeyin kurbanı değil yaratıcısı olduğunu da o gerçekliğe dahil etmek kaydıyla.

Aksi halde, başkalarının kullanım değerinden bahsederken kendi kullanım değerinizi deşifre etmiş olursunuz yalnızca. Kabaran iştahları -Cumhurbaşkanı’ndan Sedat Peker’e- o iştahın kendisinde sorun etmeksizin gerekçelendirmeye yönelmek -tıpkı “gece o saatte orada ne işi vardı” cümlesinde olduğu gibi- gerçekci olduğunuzu değil, gerçekliği kendi algınıza göre düzenlediğiniz gösterir. Bu noktada ise konuşulması gereken şey, sorun olan şey gerçeklik algınızdır bizzat, metnin patetikliği değil.

“…ama hendek”, “…ama terör”, “…ama PKK” vs. diyenlere, bunun üzerinden fikir üretenlere, “Yav he he!” demekten başka denecek bir şey yok aslında. “Terörü Kürt sorunundan kati surette ayıralım”cılara ise denecek hiçbir şey yok.

……pkk olmasaydı terör olmazdı zaten, terörö olmasaydı hendek olmazdı, hendek olmasaydı kürt sorunu olmazdı, kürt sorunu olmasaydı PYD şimdi terör olmazdı, yok karıştırdım sanırım PKK olmasaydı PYD terörist olmazdı, kürt sorununu terörden zaten ayırmıstık değil mi PKK ermenilerden oluşan bir ögüt idi, anayasa profu öldürülen teröristlerin çüklerine bakalım demedi ya boşuna,  PKK olmasaydı Kürt sorunu olmazdı, bizim affedersiniz kürt kardeşlerimizle ne sorunumuz olacak, nedenler ve sonuçlar iyice şey oldu bu aralar dikkat edelim, Barış falan olmuyor öyle, ortaya,  PKK’yi zikretmeden, eskiden varmış öyle sorunlar, yani, duyuyoruz işte, doksanlar felan, otuzlar, kırklar da diyorlar, geçmiş tarih nerden bilelim, operasyonlardan sonra yayınlandı fotoğraflar cizre’den, sur’dan nasıl bir huzur ve güven ortamı var görüyorsunuz ya, neyi göremiyorsunuz, PKK’yı zikretmediğiniz içindir o, yatak odalarına kadar girmiş terör, ambulansa bile ateş ediliyor tüm suçu devlete yıkarak anlayamazsınız tabi…tabii ki…hem entelektüel olmak bunu gerektirir, kunteper canavarı gibi ohh bi ona bi buna, hendek diye siyaset mi olurmuş, barikat olsa gene neyse, işte siz cahil cühela takımı ehl-i dubaracılar, terörlö arasına mesafe koymayanlar, patetik misiniz olm siz, yani ki bunlaaar bunlaar……

Haklı Mahçupyan. Bugünün siyasetinde herkesin bir kullanım değeri var.

 

 

 

 

 

kod adı: ayşe öğretmen

10 Ocak 2016

Ulusal bir televizyon yayınında “çocuklar öldürülmesin, insanlar ölmesin, bu sessizlik bitsin” sözcüklerinin dile getirilmesi anında büyük bir infiale dönüştü. Yalandan ibaret bir kara-propagandayla tanklı toplu savaş manzaraları devam ederken, kürt şehirleri  acımasız bir şekilde insansızlaştırmaya tabi tutulurken elbette, bu basit cümlelerle dile getirilen gerçekler yalana ve sessizliğe tabi olan bünyede infial yaratacaktır: “Beyaz Şow’da PKK/Terör propagandası”

Popüler bir eğlence programı bir anda memleketin ölümcül bir yarığını gündeme getirmiş oldu. Bu yarılmanın son yıllardaki gelişmelerle aldığı biçim “savaş ya da barış” bölünmesidir. Özellikle de programın sunucusunun söz konusu cümleleri onaylayarak dinlemesi, sonunda onaylamakla kalmayıp Ayşe öğretmeni alkışlatması ve barış’ı hepimiz için dilemesi, hem devletin hem de milletin sinir uçlarına dokunmuş oldu.

Çünkü, kuralsız, hadsiz hudutsuz bir hale dönüşen bu “savaş”ın ardında konjonktürel siyasal hedeflerle birlikte resmi ve gayri-resmi ırkcılık, ayrımcılık ve kürt düşmanlığından oluşan bir ruh hali, derin bir zihniyet biçimi yatıyor. Her an tetikte ve her an işletilmeye hazır. Başbakan Davutoğlu’nun “çocuk, kadın demeden gereği yapılacak” sözlerinin ve sosyal medyada yagın bir şekilde görüleceği üzere çocuk ölümlerine, ölülerin sokaklarda kalmasına bile sevinenlerin çoğunluğu temsil ettiği bir atmosferde yaşıyoruz.

Kanal D yetkilileri dünden beri devletin yanında olduklarını ve provakasyona maruz kaldıklarını açıklıyorlar. Sosyal medya dahil merkez medya,  giderek dozu artan bir şiddetle Ayşe öğretmenin 2,5 dakikalık konuşmasını infial halinde “terör propagandası” başlığıyla karalama kampanyasına dönüştürmeye çalışıyor.

Bu kampanya devlet ve toplum nezdinde aslında bir tür itiraf -mâlumun ilâmı- niteliğindedir. Bilinenin bilinmesinin hiçbir yararı yoktur belki, ama duyulmayan bazı seslerin duyulmasının nasıl bir korkuya sebep olduğunu görüyoruz. Çocuklar öldürülmesin sözünü terör propagandası kapsamına koymak, barış olsun dileğini ihanet olarak kodlamak doğrudan doğruya AKP iktidarında Türkiye Cumhuriyeti’nin tam da çocuk katili ve savaş müsebbibi olduğunun itirafıdır.

En son, Diyarbakır’dan telefonla bağlanarak söz konusu cümleleri sarf eden Ayşe Çelik adlı kişinin var olmadığını söyleyerek  “provakasyon”u kanıtlamaya çalışıyorlar. Ayşe öğretmen her kim ise bulunduğunda terör’den yargılayacaklardır kesin. Aslında, Ayşe öğretmenin gerçek olup olmamasının bir önemi yoktur bu meselede; sarfettiği cümleler onu gerçek kılıyor. Önemli olan, bu cümlelerin tam da gerçek muhataplarını doğrudan vurmuş, gerçek korkularını açığa çıkarmış olmasıdır. En iyi itiraz, “Ayşe öğretmen benim” olabilir.

fotoğrafların göstermediği

09 Ocak 2016

Fotoğraflanmış bir ıstırap anıyla yüzleşme, çok daha yaygın ve acil bir yüzleşmeyi maskeleyebilir. Bize gösterilen bu savaşlar, genellikle doğrudan ya da dolaylı bir biçimde, “bizim” adımıza yürütülmektedir. Bize gösterilen şey, dehşete düşürür bizi. Bundan sonraki adım, politik özgürlükten yoksun oluşumuzla yüzleşmek olmalıdır. Var oldukları şekliyle politik sistemler içinde, bizim adımıza yürütülen savaşlara fiilen müdahale etmemizi mümkün kılacak  hiçbir yasal olanağa sahip değiliz. Bunun farkında olmak ve buna göre davranmak, fotoğrafın gösterdiğine tepki vermenin tek etkin yoludur. Ne var ki fotoğraflanan anın çifte şiddeti, gerçekte bu farkındalığın aleyhine işler. Fütursuzca yayımlanabilmeleri bundandır.

 

Bir Fotoğrafı Anlamak, “Istırabın Fotoğrafları”, sf.52,  John Berger, Hazırlayan ve sunuş: Geoff Dyer, çeviri: Beril Eyüboğlu, Metis Yayınları, İlk Basım: Aralık 2015