Posts Tagged ‘gezi olayı’

sene-i devriyesinde vaka-i gezi

30 Mayıs 2014

türkiye’nin üzerinde ‘başka’ bir hayalet dolaşıyor -gezi hayaleti. manifestosu yazılamayacak -ve yazılamaz- olan. tam da,  dünyaya bir manifesto ile karşılık veremeyecek olmasında başkalığını alan bir hayalet. dünyanın üstünde dolanan başka hayaletlerle birleşip ayrışarak. “gezi ruhu” da diyemeyeceğimiz, denilmemesi gereken, “başka türlü bir şey”. bir hayeletten bile değil, derrida’ya atfen “hayaletler”den söz etmeli bu yüzden. agamben egemenliğin, biyo-iktidarın en büyük tutkusunun, zoe ile bios‘un mutlak olarak ayrılması olduğunu söyler analizlerinde. tutku denilen, egemenliğin “kurucu istisna” anını tarif eder burada. “uygarlığın” aynı zamanda bir “vahşet” oluşunun nedenlerini, bu tarihsellikte bulabiliriz. “gezi hayaleti”nin tehdit ettiği de, muhtemelen dolaylı olarak bu yapıya yöneliktir. bastırılanın geri dönüşü: “alın şimdi bu vahşeti gülle donatın”.  henüz ve artık varolmayanlar adına, hayaletlerden söz etmenin, hayaletlere ve hayaletler ile konuşmanın tek bir haklı çıkış noktası olabilir ancak, – etik’i olanaklı ve siyasal olanı düşünülebilir kılan tek bir şey: adalet.

le quattro volte

13 Ağustos 2013

yavrukeci

“buradaki özgül bakış açımızdan insanın tanımlarından biri sinemaya giden hayvan olabilirdi.”

giorgio agamben -çvr.ulus baker

* * *

le quattro volte, sözsüz bir film -ama hayır, sessiz değil. sözcükler girmiyor araya yalnızca.

başka bir dünyanın mümkünlüğünü bir de böyle düşünmek gerek, diye geçti aklımdan filmin sonunda.

kültür ve doğa. insan ve hayvan. zaman. ölüm. ve hayat…

“gelenek” dediğimiz şey, ölü bir ideolojik miras değil zamanın, doğanın ve ölümün yeniden deneyimlendiği bir “tekrar” olarak düşünülebilir.

google çeviri aletine göre “le quattro volte”nin “dört kez” anlamına gelmesinin ima ettiği “döngü” de, bu açıdan, yerinde olsa gerek.

“tekrar”, evet, ama nietzsche’den sonra bilindiği gibi, ölü bir biçimin muhafazası ile özdeşliğin ya da aynı olanın tekrarı anlamında değil.

beden, zaman ve mekan ilişkisini yeniden düşünmek, dinsel olsun seküler olsun “insan merkezciliğin” ötesine geçmek zorundayız, diyebiliyorum bunları düşünürken.

agamben, açıklık‘ta “insan ve hayvan” meselesini gündeme getirirken, haklı olarak bu sorunu -insanın insanlığı ile hayvanlığı arasındaki çatışma sorununu- belirleyici ve bütün çatışmalara hükmeden bir politik sorun olarak kaydediyor.

geçmişten bugüne “ilerleyen” politik dünyanın “felaketi” de, tam bu noktada yeniden düşülebilir -ya da düşünülmek zorundadır, kesinllikle.

heidegger’in -agamben’in de tartıştığı- bilinen ayrımı: hayvan bir dünyada yaşar, insanın ise bir dünyası vardır. hala sorunlu bir ayrım bölgesindeyiz.

insanın bir dünyasının olması ile kendisini dünyanın “sahibi” ya da “efendisi” sayması/kılması arasındaki bağı kesmek nasıl mümkündür sorusu önümüzde duruyor.

sanatın ve politikanın ortak hattı bu olsa gerek. olmuş olduğu, olmuş olacağı ve/ ya da olabileceği haliyle, “insan oluş”.

gezi olayının “bir kaç ağaç meselesi” olması, tam da bu yüzden mühim.

hayal perdesi’nin 35.sayısında zeynep gemuhluoğlu’nun “teknoloji ve şiir arasında: devir” yazısı bakın demeyi unutmuşum, ekleyeyim.

filmin “yavru keci”si seslenip duruyor zihniminde hala.

_____

edit: baştaki alıntının kaynağı olan yazıyı hep ulus baker’in diye okumuşum bu vakte kadar, giorgio agamben yazısıymış. çeviri de olsa bir “ulus baker yazısı” olmuş metin ama referansı düzelteyim hemen.

gezi’den sonra “hukuk” ve “siyaset”

05 Ağustos 2013

ergenekon davası sonuçlandı.

(sıcağı sıcağına yazmak zor -üstelik henüz sonucun ne olduğunu, ne türden cezaların kimlere verildiğini bilmiyorum- ama yazmamak da olmaz)

davanın başından itibaren söz konusu olan usulsüzlükler, bir hukuksuzluk sorunu olarak gündeme geldi her seferinde. ve tam da öyleydi gerçekten, dava dosyanısının her aşamasında hukuksuzluklar söz konusuydu.

ama, yargılayanların anti-demokratikliği yargılananların masumiyetini -bazı belirli örnekler dışında- düşünmeye imkan vermedi hiçbir zaman.

yargılayanlarla yargılananların aynı devletlü geleneğin mirascısı olduklarını tam olarak anlamaya da…

safların “hukuk” ve “siyaset” ilişkisi üzerinden -fakat tarihimize özgü siyasal kimliklerin koşulladığı zihniyet kalıplarınca- belirlenmesinden öteye gidilemedi dava dolayısıyla.

gerçek bir hesaplaşmanın, devletin yapısını oluşturan ve toplumun ruhuna sinmiş “derin tarih”le yüzleşmenin -dolayısıyla adaletin ve toplumsal hesaplaşmanın- vesilesi asla olmadı bu dava. asla öyle olması da istenmedi zaten…

teatral bir şekilde sahnelendi en başından itibaren ve aynı şekilde “hukuksuzluklar”ıyla birlikte de sonuçlandı.

bu son karar anında sahnelenen “hukuksuzluk” oyunu yine de -miras kavgası bu sefer “gezi” üzerinden ve sonrasında sahnelendiğinden olsa gerek- farklı bir niteliğe sahip. gezi’yi halyoluna koymanın, kalıba dökmenin hedeflendiği bir farklılık.

öncelikle, gezi’yi bir “özne” olarak düşünürsek eğer, silivri’de yargılayanları da yargılananları da hedefleyen bir adalet talebinin taşıyıcısı olduğunu söyleyebiliriz. bu da, onun, kimlik siyasetini aşan, farklılaştıran niteliğiyle ilişkilidir. siyasi iktidar tam da bu niteliği nedeniyle “gezi”yi “yekpare bir kimliğe dönüştürmek”, rahatça mücadele edeceği ve bertaraf edebileceği bir “konuma yerleştirmek” istiyor.

“hukuksuzluklar”, bu yanıyla bir kümelendirme, bildik anlamda özne olmayan “gezi öznesi”ni bir kalıba dökme girişimi olarak görünüyor. iktidarın niyet ve tasarısının böyle olup olmadığı önemli değil, egemenlik siyasetinin yapısı “yapısal” olarak bu yönde seyrediyor.

yargılananların ve yakınlarının maruz bırakıldıkları hukuksuzluklara karşı çıkmak bir zorunluluk elbette; öte yandan, söz konusu adalet talebi çok daha derin bir soruna yöneliktir ve “başka bir siyasal”ın imkanı dahilinde kavranılmak durumundadır.

adil olarak yargılanma hakkı, evet, ama adil bir yasanın ya da yasanın adilliğinin sorgulanmasının imkanı da. …

“gezi’nin silivriye taşınması”, “silivri’nin gezi’ye dönüştürülmesi” söylemi ise yalnızca gezi’nin darbecilikle ilişkilendirilmesine fırsat yarattığı için değil -bu önemsiz bir şey aslında, gezi’ciler için işin kolay kısmıdır sanıyorum-, daha ötesinde, gezi’nin açtığı imkana yönelik, durumdan hızlıca vazife çıkaran akp iktidarının hukuku ihlal ederek siyaset alanını yeniden dizayn etmesine zemin sunmasından dolayı bir “tehdit” barındırıyor.

bu tehdidi “sivil siyaset-darbecilik” ikiliği düzleminde düşünmemek gerek.

hukuk ile siyaset arasında -agamben’in sözünü ettiği- derin ilişkiyi göz önüne almak gerekiyor. agamben’e göre kabaca, “hukuk” bir norm olarak “siyasal olan”ın kurucusudur ve egemenliğin siyasal varlığı “içererek dışlama” ve “dışlayarak içerme” mekanizmalarıyla işlemektedir.

“hukuk” ve “siyaset” arasındaki bu derin ilişki, olay’ın patlak vermesinden hemen sonra gezi’de yer alan “silivri eşrafı”nın sunduğu imkanlarla da, akp iktidarına, “gezi belası”ndan kurtulmak için çeşitli hukuki ve siyasal fırsatlar yaratmakta görünüyor.

bu görüntü de “tuhaf” kaçan şey, hukuksuzluklar araclığıyla siyaset sahnesinin diyazn edil-ebil-iyor olmasıdır. ancak, yine agamben’e kulak verecek olursak, burada bir tuhaflık olmadığını, daha doğrusu tam da bu tuhaflık nedeniyle her şeyin olağan olduğunu öne sürebiliriz.

“egemenlik”in siyaseti, hukukun hem içinde hem de dışında olan bir “istisnai konum”da, bir “belirsizlik mıntıkası” üzerinde sahnelenir çünkü. gerçekleştirilen hukuk-dışı uygulamaların kasıtlı ve sonuçları göze alınmış uygulamalar olduğunu düşünebiliriz bu açıdan. “hukuk düzeni” hukuk’un ihlaliyle birlikte işleyen bir süreçtir, o düzenin nizami bazen ihlallerle birlikte oluşturulan zeminde karşıtlarını kümelendirme yoluyla da sağlanır.

gezi’den sonra, “ergenekon davası” denilen “yargılama” süreci, “egemenliğin paradoksu”nun devinim kazandığı bir olaya denk gelmesi nedeniyle olsa  gerek tümüyle siyasal alanın dizaynıyla ilgili olarak işlem olarak görüyor. “darbeyle hesaplaşmak” bahsi zaten gerçek bir hesaplaşma değil bir iktidar olma süreciydi ve iktidar açısından sürekli derinleştirilerek ilerletilebilmişti. gezi olayı bir şekilde bu ilerlemeyi sekteye uğrattı ve şimdi yargılama sürecinin sonunda sergilenen hukuksuzluklarla o olayın soğrulamaz muhtevası bulanıklaştırılmak, daha doğrusu olayın knedisi bizzat “hukuk düzeni”nin belirsizlik mıntıkasına çekilmek  isteniyor.

nazi dönemine ait “önleyici tebdir” denilen bir uygulamanın karar mahkemesinden günler öncesinde mahkemeye gidecek insanların gözaltına alınmalarıyla hayata geçirilmesinin nedeni de, bu olsa gerek. sanıyorum, akp’nin “iç-güdüsel” olarak derinlerde farkında olarak uyguladığı şey, bir yandan söz konusu hukuksuzluklara karşı savunulacak olan “hukuk”un siyasal iktidar olarak tam da kendi işine yarayacak bir belirsizlik mıntıkasını yeniden sağlama alacak oluşu, öte yandan da gezi’yi bu şekilde o mıntıkanın düzenine indirgemeyi sağlayacak oluşudur.

oysa hala, gezi’nin açığa çıkardığı bir “imkan” olduğu düşüncesi doğruysa eğer, “başka” bir düşüncenin ve ortaklaşmanın etik olduğu kadar hukuksal olarak da bu “dizayn girişimi”nin ötesinde bir kavrayışın ve politik konumlanışın gelişmesine zemin oluşturacağını umabiliriz.

gezi olayı, tam da kimlik siyasetinin üstünü çizdiği noktada, bir “siyasal alan” ve “iktidarın meşruiyeti” krizini deşifre etmiş, mevcut siyasi iktidarın hegemonyasında geri alınamaz bir çatlak oluşturmuştur.

tanımlanabilir bir kimliğe, ihlal de edilebilir bir özneliğe bağlamaksızın iktidarın hegemonik olarak gezi’nin açtığı yarılmayla baş etmek olanağına sahip olmadığı kesin.

“ergenokon davası” ve “darbecilik” bahsi tam da şimdi akp iktidarına böylesi bir indirgeme ve tanımlama koşulu yaratıyor.

böylece “vaka-i gezi“ hukuksallıkla tanımlanan siyasal alana sıkıştırılmış ve hukuksuzlukla suçlanacak olsa dahi nihayetinde hukuksallık üzerinden rahatlıkla at koşturabileceği siyasal zemin güvenceye bağlanmış olunuyor.

“insan hakları”nın ve “hukuk”un önemsiz olduğunu söylemiyorum. ama gezi olayı’nın açığa çıkardığı siyasetin ve siyasal eylemlilik alanının “hukuk düzeni” söylemine sıkıştırılmamasına dikkat etmek zorunlu geliyor bana. tıpkı ahlakçılıkla etik arasındaki karşıtlık gibi hukuksuzluğa karşı hukuk’u değil adalet’i çıkış noktası alan bir düşünmeye yönelmek gerekiyor.

“silivri oprerasyonu”nun yarattığı “gezi-içi sorun” bu bağlamdan kaynaklanıyor bana kalırsa. hukuksuzluk üzerinden gezi’nin ve başka türden herhangi bir siyaset olanağının kümelendirilmesi, tanımlanabilir bir özne konumuna indirgenmesi, böylece sağlanmış oluyor.

bağlayayım:

silivride sahnelenen “dava” hukuksuzluktur ve buna itiraz etmek zorunludur -” adil yargılanma hakkı herkes için geçerlidir”, tutukluların ve tutuklu yakınlarının tartışmasız şekilde savunulması gereken hukuki hakları var.

bu, bir “ilke”nin arkasında durmak sorunudur. “özel yetkili mahkemeler” tıpkı “devlet güvenlik mahkemeler”i gibi anti-demokratik ve hukuk-dışıdır. dolayısıyla, siyasi iktidara karşı, ona kendi hukuki sınırlarını ve koşullarını hatırlatan ve hukuksal hakların talebi üzerinden mücadele eden bir siyaset pratiği de gereklidir. sorun, gezi’den sonra siyasetin kendisine dair bir tartışmanın bununla sınırlı ve koşullanmış kalamayacak oluşudur.

hukuksuzluğa yönelik itirazı adalet talebiyle aynılaştırmamak -aynı şeymiş gibi görmemek- gerektir ve bu itirazı -eğer söz konusu olan gezi ise-, “gezi’yi silivri’ye taşımak”tan da kategorik olarak imtina ederek formüle edebilmek mümkündür.

gezi’de beliren şey bir “imkan” olarak “gerçek bir istisna durumu”dur ve “hukuk düzeni”nin tesisi yoluyla siyasal alanın yeniden dizayn edilmesine -dolayısıyla da iktidar hegemonyasının çatlaklarından sıyrılacağı bir söylemin oluşmasına- düşüncenin mutlak bir şekilde direnmesi gerektir.

tiananmen meydanı’ndan gezi parkı’na

11 Temmuz 2013

walter benjamin, “yaşadığımız olağanüstü hal istisna değil kuraldır” demektedir, “tarih tezleri”nde. “materyalist tarihçi”nin buna uygun bir bakış geliştirmesi gerektiğini de ekleyerek.

eğer bu tezin geçerliliğini algılayabiliyorsak, sadece tarihçinin değil politik düşüncenin de buna uygun bir kavrayış geliştirmesi gerektiğini öne sürebiliriz.

aksi halde, politik düşüncenin, mevcut politik olanın içinde ortaya çıkan başkalıkları budarayarak yeniden üretildiği güdük bir ikilikler alanına sıkışması ve basit -yani mevcut haliyle- bir “game of thorenes” olarak seyredilmesi kaçınılmaz olacaktır.

bu bağlamda, “siyasal alan”ın ve “siyasal eylemlilik alanı”nın sınırları ve imkanları üzerinden yeniden düşünülmesi zorunlu görünüyor.

* * *

ulus baker’in “siyasal alanın oluşumu üzerine bir deneme“si, benjamin-schmitt-agamben (ve başka politik düşünürler) ile “diyalog” halinde politik olana ilişkin en önemli kaynak metinlerden biridir.

hatırlatmadan geçmeyeyim.

metnin açtığı tartışmaları, tiananmen meydanı’ndan gezi’ye uzanan teorik-politik bir “siyasal alan” ve “siyasal eylemlilik alanı” tartışması için /de okuma zamanıdır.

* * *

1989 yılın mayıs’ında tiananmen meydanı’nı dolduran çinli öğrenciler, işçiler ve aydınlar, yaşı müsait olanların belleğine tankların önüne tek başına çıkan bir adamın fotoğrafıyla kazınmıştır sanıyorum.

tek bir adam, arka arkaya dizili halde ilerleyen tankların önüne geçmiş, bu tavrıyla da otoriteye başkaldırmanın ötesinde, agamben’in işaret ettiği gibi, başka bir politika imkanını açığa çıkartarak “siyasal eylemlilik alanı”nın sınırlarını fiilen sorunsallaştırmıştır.

fotoğraf, bu bakımdan , agamben’in deyişiyle, “gelmekte olan siyasetin yeni gerçeği”ni işaret etmek üzere tarihe kaydolmuştur insanlığın hafızasına.

temsiliyetsiz, örgütsüz, “kimliksiz” ve “çıplak siyaset”in gerçeğidir “gelmekte olan”.

henüz gelmemiş, ama gücül olarak açığa çıkmıştır.

agamben, tiananmen meydanı’nı kerteriz alarak, öne sürdüğü kimi kavramlarla bir anlamda, platon’dan beri süre gelen politik anlayıştan “radikal” olarak başka bir “siyasal alan” ve “siyasal eylemlilik alanı” düşünmeye yönelir.

buradaki radikallik iktidara/devlete talip olan bir kimlikten kaynaklı radikallik değil, oyunun “mahiyetini” farklılaştıran bir düşüncenin radikalliğidir.

* * *

tiananmen meydanı’nda açılan -açığa çıkan- siyasal alan, mevcut siyasal zihniyet dünyası içinde kavranamayacak bir muhtevaya sahiptir. özellikle de egemenlik tarafından. ya da, mevcut “siyasal”ın içinde kalınarak.

meydanda gerçekleşen eylemlilik siyasal sonuçları itibariyle bir “başarısızlık” olarak görünür. gerçektende bir başarısızlıktan söz etmek gerekir. egemenlik hem fiziksel hem de söylemsel hegemonyasını yeniden tesis edebilmiştir. gezi’de de olduğu gibi, “kamusal alan” oraya yığılan kitlenin elinden iktidar tarafından geri alınıp “düzenlenir”. her şey eskisi gibi olmaya devam eder.

agamben’in “çapraşık” ifadeleriyle alırsak oysa, tiananmen’in başarısı tam da başarısızlığında ortaya çıkan bir “nitelik”tir.

güç olarak yenilmiş, yenilgi eğer tankların sonsuza kadar durdurulmasıysa bunu başaramamış, daha baştan başaramamaya yazgılı, ancak gücül olarak açığa çıkardığı nitelikle “olmakta olan”dan başka bir “şey”i gündeme sokmasından dolayı da başarılı olmuştur.

“batılı zihniyet” de agamben’e göre, meydandaki olayları “demokrasi ile devlet komünizmi arasındaki bir savaşım” olarak yorumladığı için kavrayamamıştır.

bizdeki “iktidar blogu”nun gezi’yi yorumlayışının da böylesi bir “batılı zihniyet”ten başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.

gezi’den “küresel bir komplo”, “yıllar öncesinden hazırlanmış bir darbe planı”, “yahudi diasporiası”, mısır darbesi sonrası “global bir 28 şubat” çıkarma girişiminden dolayı değil yalnızca -memleket sathında siyasetin, tersi ve düzüyle “yılmaz özdil seviyesi”nde eşitlenmesi, yeni bir şey değil elbette.

“yeni” olan bir şey varsa eğer, o da, bu “seviyesizliğin” mevcut muktedirlerin elinde modernliğin, batı düşüncesinin, kapitalizmin sorgulanması kılığıyla söylem üreten bir “entelektüel cemaate” eklemlenmiş olmasıdır.

kültürel farkı ontolojik ayrıcalığa çevirerek siyaset alanını işgal eden bu entelektüeller gramsici’nin dediğinden tamamen farklı olmasa da kısmen daha rafie hale gelmiş bir “organik aydın”lar cemaati oluşturuyorlar.

olağanüstü derece de ahlakçı ve tamda öyle oldukları her noktada kategorik olarak etik-dışı bir söylemi muktedirler lehine yeniden ve yeniden üretmektedirler.

bu zihniyete yöneldiğimizde, demokrasi-darbe, seçim sandığı-devrim, sivil hükümet-askeri vesayet, daha komplike görünme çabasında olanlarda laiklik-islam, modernlik-gelenek karşıtlığı şeklinde tezahür eden bir yorumlama makinesiyle çalıştıklarını görüyoruz. bu ikiliklerin geçerli olmadığı söylemek değil önemli olan, bu ikilikler mevcut politik düzlemin içinde elbette işliyor. önemli olan bu “organik aydınlar cemaati”nin bunlardan hareketle iktidarı doğallaştırmasının anlaşılması, siyasal alanı polis şiddetinden önce ve sonra temizlemek üzere söylemsel hegemonyaya girdi olarak kullandığının görülmesidir.

daha ötesinde, ikiliğin hangi yönünde konumlanarak düşündüğünüz de esas itibariyle önemli değildir. yani agamben’in işaret ettiği “gelmekte olan” siyaset gerçeği açısından bu bağlamın kendisi olayı kavrayamayacağınız kasıtlı ya da kasıtsız kavrayamadığınız anlamına gelir.

tiananmen’den gezi’ye agamben’in yaklaşımıyla bir çizgi çektiğimizde açığa çıkan ilk şey bizzat bu kavrayışsızlığın kendisidir, diyebiliriz.

* * *

bütün indirgeme çabalarına rağmen ve hatta meydana çıkanların bir kısmında görülen açık kimliklere rağmen bu tür olaylarda beliren asıl nitelik, agamben’i izlersek, tiananmen’den gezi’ye eylemcilerin somut taleplerinin olmamasından, bir kimlik talebinde bulunmamasından, dahası hedefi ve amacı belli bir organiyasyonun olamamasından ileri gelen bir güçten kaynaklıdır.

“çin mayıs’ı gösterilerinde en etkileyici olan şey” diyor agamben, “göstericilerin taleplerinde görece belirleyici içerikler olmayışıdır”. politik olarak mevcut olan zeminde kudretsiz bir güçtür bu, ancak tuhaf bir şekilde muktedirin iktidarsızlığını açığa çıkaran da bu “güç”tür aynı zamanda.

mevcut siyasal olanın zeminde de olsa bu türden eylemlilikler, -kendi oluşturucularının da ötesinde- “başka” bir “siyasal alan” açmaktadırlar ya da başka bir deyişle başka “siyasal eylemlilik alanı”nda hareket etmektedirler. sadece sembolik bir figür değildir tiananmen meydanında tankların önünde duran adam. daha ötesinde, bu mevcudiyetteki namevcut siyasal alanın kırılgan bir imgesidir. o imge, sonrasında bambaşka kılıklarla yinelenmiş ve yeniden belirmiştir.

başbakan erdoğan’ın “muhatabım kim?” ya da “ne istiyorlar” deyip durmuş olmasının görünürde temsil sorununa sıkıştırarak “gezi”cileri kuşatmaya çalışmasının derininde yatan hakikati de u noktada anlayabiliriz. “devlet”, sanıyorum biz de ilk kez, “devlet-olmayan”ın politik sahneye ansız ve hesapsız çıkışıyla karşı karşıya kalmış oldu gezi’de.

olayların seyri nasıl manipüle edilirse edilsin, artık entelektüellerinin “samimi” gayretleriyle aklanmış olan “kara propaganda” nasıl derinleştirilirse derinleştirilsin, geri alınamaz bir “soru” belirmiştir. ilk soru da, sanırım, oradaki ilk günden itibaren gördüğümüz devlet şiddetinin orantısızlığının nedenidir. tiananmen gibi gezi’de mukterin şiddetini açıklanması gereken kamusal bir soruna dönüştürür.

lice’deki olayın “barış süreci”ni gezi’ye eklediği nokta da burada belirginleşmektedir en çok. kriminalize ederek, “terör” ya da”devrim/darbe” diyerek kolayca içinden çıkmak olanaklı olmamaktadır artık iktidar için, söylemdeki derin çatlak ne kadar sıvanırsa sıvansın soruyu unutturamamaktadır.

mevcut siyasal alanın sekteye uğramasını ve gücül olarak başka bir “siyasal eylemlilik alanı”nın belirişini bir “darbe”ye tevil etmek de, bir “devrim tasarısı”nın zeminine dönüştürmek de imkansızdır. başkalığı içinde “siyasal alan” henüz gerçekleşmemiş, bir gerçek olarak kendisini duyurmuştur. iktidarı korumanın ya da ele geçirmenin de ötesinde bir imkanın açığa çıkmasıdır bu. bir imkan olarak “adalet”in -şu ya dabu toplumsal talebe indirgenemeyen ama bütün toplumsal sorunları kapsayan bir adalet arzusunun- karşılığı olarak “politik olan”ın tezahürü.

* * *

tiananmen meydanı, agamben’in değişiyle “gelmekte olan siyasetin yeni gerçeğini” açığa çıkarır.

fazla alıntı koymayayım kitaptan, ancak bu hat üzerine gezi’yi ekleyebilmenin mantığını açmak için bir kaç nokta üzerinde durmakta fayda var. agamben’in dili ve kavramlaştırmaları da önemli meselenin anlaşılabilmesi bakımından. özellikle de “herhangi tekillik” dediği kavramlaştırma. devletin en büyük düşmanıdır bu agamben’e göre.

bir kimliğe ya da ortak varoluşa ait olmaksızın oluşan ortaklığın, bir araya gelişin karşılığıdır “herhangi tekillik” agamben’de. “kutsal insan”, “olağanüstü hal” ya da “açıklık” içinde gördüğümüz “tekillik”ler bahsinin, bir anlamda başlangıç noktasıdır kavramlaştırma. “herhangi tekillikler” üzerinden düşünülecek bir siyasetin başkalığı kendi tanımından da bellidir.

buna göre “gelmekte olan siyaset” mevcut devlet-siyasal anlayışının tümüyle dışında olduğu gibi, öncü ve örgütlü devrimci siyasal anlayışlardan da farklıdır. öncelikle çatışmanın odağını sınıfsal ya da kimlik eksenli bir muhalefet-direniş zemininde düşünmekten farklı bir bakış söz konusudur.

“gelmekte olan siyasetin yeni gerçeği, bu siyasetin artık devletin denetimi ya da ele geçirilmesi için bir mücadele olmayacağı ancak devlet ve devlet olmayan (insanlık) arasında bir mücadele olacağıdır, herhangi tekillikler ve devlet organizasyonu arasında üstesinden gelinemeyecek bir ayrışma olacaktır.”

buradaki “ayrışma olacaktır” ifadesine dikkat etmeli, tamamen olup bitmiş bir şey değil ancak tiananmen’den gezi’ye vuku bulan şeyin bu olduğunu söyleyebiliriz.

* * *

tiananmen’den gezi’ye.

başka bir coğrafyada, başka bir toplumsal ve kültürel ortamda, bambaşka çelişkilerle belirlenen bir siyasal anlam dünyasında ortaya çıkmış olsa da, vuku bulan şey, tam olarak, agamben’in işaret ettiği noktadır: ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığı. görünür faiillerine ve iktidarın etiketlemelerine rağmen, bir kimlik ve ontolojik bir ayrıcalık ve aidiyet talebinde bulunmayan bir ortaklık.

öz olarak “temsilsiz” ve “çıplak siyaset”, her tür kategorizasyona direnç gösteren, içinde yer alan parçalara indirgenemez, kolayca tümleştirilemez bir “tekillikler ortaklığı”.

agamben, ayrışmanın kökensel oluşundan hareketle, “herhangi tekillikler” dediği tekilliklerin kimliksiz ve cemaatsiz meydana her çıkışının, başında ve sonunda, aşırı ya da -artık meşhur tabirle- “orantısız devlet şiddeti”yle, polisle ya da askerle karşılaşacağını belirtiyor. devlet, bir kimlik talebini tanıyabilir, onunla mücadele ya da müzakere edebilir, ancak “tekilliklerin bir kimlik talebinde bulunmadan oluşturdu*u bir ortaklığa” tahammül edemez.

egemenliğin siyasal alanın muhafazasına ilşkin temel korkusu saklıdır bunda, benim agamben’den anladığıma göre. iktidarların içkin iktidarsızlığını başka bir şekilde açığa çıkaran bir şey vardır burda. güç aracılığıyla telafi edilemeyecek bir “iktidarsızlık”, tıpkı bu tür olaylarda söylem hegemonyasıyla sağlanan ahlakcılığın etik-dışılığı saklayamayışı gibi.

* * *

kategorize edilemeyen, belirli bir kimliğe indirgenemeyen tekilliklerin belirsiz ortaklığı bastırılmak istenir. devlet, pek çok örnekte görüldüğü üzere “devlet-olmayan”ın tehlikesini dolaysızca algılar ve hem dilin hem de fizik kuvvetinin şiddetiyle onu hem belirlemek ve hem de ezmek ister.

egemenliğin entelektüeller ve polis kuvvetinin orantısız şiddetiyle gezi olayı’nın başından itibaren sağlamak istediği asayişin yönelimi budur.

görünürde hiçbir güce sahip olmayan tekilliklerin belirsiz, gayri şahsi ve tekil halde meydandaki her direnişi, muktediri alt edemeyecektir elbette. iktidar da o zaman diliminde aslında bunu bilir. fakat orantısız bir saldırganlıkla açığa çıkan egemenliğin vahşetindeki iktidarsızlık “herhangi tekilliklerin” ortaklaşma eğilimleri karşısında rasyonel korunaklarından mahrumdur. irrasyonel yürütme haklarından yararlanma olanağı da altüst olmuştur. ancak burada gerçekleşen saldırganlık mantıksızlığının bir sonucu değildir yine de, aksine icgüdüsel olarak “iktidar mantığı”nın hükmünde oluşundan kaynaklanana bir durum söz konusudur.

akp iktidarının komplo teorileri ve polisi gücünün yanı sıra yarı paramiliter güçleri de an-be-an piyasa sürmesi tekilliklerin gayri-şahsi ortaklığını mutlak bir hırsla sindirmek isteyen iktidarsızlığından kaynaklanmaktadır.

sorun burada salt hükümetin “meşruiyeti” sorunundan kaynaklanmaz. seçim sandığından çıkan sayısal yetkenin iktidara bahşettiği sınırsız gücün “kötü” ya da “aptalca” kullanımı da değildir sorun. iktidarı öfkelendiren ve yatışmasına imkan bırakmayan şey, “halk”ın tekillikler olarak ve “görece belirlenmiş” içeriklerle bir kimlik talebinde bulunmaksızın “politik suça” bulaşma eğilimidir.

* * *

gezi olayı’nda da farkedileceği üzere bu eğilim otoriteye karşı çıkışı bambaşka bir “siyasal alanın oluşumu”na doğru yöneltir.

en önemli yanı, adalet talebini yayılıp genişleyerek, hukukun ve yasanın ötesinde politik bir ortaklık olarak yeniden kaydeder.

aşırılıklar olsa da esas olarak barışçıldır meydana çıkan “kitlenin” konumlanışı ve eylemlilikleri, silahsızdırlar, olayların seyri içinde aşırılıklar belirir daha çok ve o da iktidarın kışkırttığı ve çoğunlulu da yalan olan bir durum olarak gelişir. (gezi’ciler başbakanlık binasını basacaklardır, lice’dekiler karakola saldırmışlardır, allah muhafaza zamanında ateş açılmasa devleti çapulcular ele geçirecek ve sinsi sinsi bekleyen kemalistler mütedeyinleri kıtır kıtır keseceklerdir.)

“halk”ın masumiyetini yitirmesi, egemenliğin dilince “ahlaksızlaşması” ve “suça bulaşma”sı egemenliğin zihinsel ve fiziki şiddetine karşı koyabilmesinin yegane koşuludur ve dayanak noktası agorayı işgal edenlerin hiyerarşik olmayan, örgütlü olmayan, ontolojik bir ayrıcalıkta temellenen bir kimliğe indirgenemeyen “yüz yüze” birlikteliğidir.

levinasçı etik’in politik bir yorumlanışını da gezi olayı üzerinden bir kez daha bu çerçevede düşünebiliriz.

* * *

agamben’in “herhangi tekillikler” ile “devlet” arasında olduğu söylediği savaş brueghel’in “karnaval ile büyük perhiz arasındaki savaş” tablosunu getiriyor akla.

modern politik dünya artık tümüyle cözüme kavuşturduğunu varsaydığı iktidar ile insan arasındaki ilişkiler sorununu, politik olanın sınırlarını yeniden büyük bir sorun olarak önünde bulmuş durumda. en azından doksanlı yılların başından beri.

son olarak, burada söylediklerim, cihan tuğal’in “taksim ve tahrir: iki hegemonya, bir yanıltıcı zafer, bir imkan” yazısı üzerinden düşürken araya agamben’i katma niyetimden hasıl oldu.
aynı bakış içinde kalarak yapılabilecek “tahrir ile taksim” karşılaştırması başka bir yazıyı gerektiriyor ya da aşağıda yorum kısmında tartışmayı…

kaplumbağalar da uçar, peki ya kürtler

30 Haziran 2013

“askerin havaya ateş açması sonucu ölen kürtler”in sayısını bilmek imkansız. ama bu “resmi ağız”ın anlamını biliyoruz. yoksa? benim bildiğim otuz yıllık bir fenomen bu. havaya açılan ateş ile ayağından ve göğsünden vurulabiliyor insanlar. “hadi bakalım ateistler bunu da açıklayın” diye haykırmak istiyor insan. “sosyal medya üzerinden darbe oyunu” lafı ise henüz o merhalede değil, ama yakındır.  kürdün “milli iradeye saygı”sı zaten hiç yok da ondan mı acaba “karakol istemiyoruz” diye atlıyorlar havaya sıkılan mermilerin üzerine. bir “büyük oyun” var, malum. muhtemelen bizim -istesek de- göremeyeceğimiz; yalnızca başbakan’ın ve onu bir “kurtarıcı” olarak gören zihinlerin görebildiği. hükümet sözcüsü, lice’de göğsünden kurşunlanarak öldürülen genc dolayısıyla gösterilen tepkileri “gezi parkı’nın kürt versiyonu” diye açıkladı hemen. medyanın durumu da yine malum bu minvalde, “karakola saldırdılar” manşeti zaten hazırdı zihinlerde. otuz yıldır medyanın iktidarla ilişkisi hep aynı -belki şimdi daha bir entelektüel, daha bir derin, haksızlık etmemeli. “yeni şafak”, “zaman” son on yılın yükselenleri. daha öncekiler gibi, bu  gazeteleri de okurken insanın kendini hakarete uğramış hissetmemesi ya da aklından şüphe etmemesi imkansız aynı zamanda. şimdi soru şu: gezi olayları ve lice dolayımında barış sürecine ilişkin söylemleriyle alırsak mevcut iktidara karşı bir oyun mu oynanıyor, yoksa iktidarın kendisi mi bir oyun oynuyor? ya da içiçe geçmiş bir tür  “iktidar oyunları” mı söz konusu? oyuniçindeoyuniçindeoyun. neyse ki, kaba bir materyalizmle de olsa, kürtlerin uçmadıklarını ve  sarih bir kafayla iktidara karşı direnmenin, haysiyet ve özgürlük talebinin, “darbe-devrim planları”ndan başka saikleri olduğunu bilebilmek mümkün hala.

çapulcuların isyanı

12 Haziran 2013

taksimgezidirenişi

bütün bu toz dumanın açığa çıkardığı çok şey var.

biri -ve belki en önemlisi- de etik ile ahlakçılık arasındaki çatışmadır sanırım. bir yandan meydanda söylemler, sesler ve renkler birbirine karışıyor, öte yandan egemenliğin söylemiyle direnenlerin sesi derinleşerek karşıtlaşıyor.

felsefede kavramsal olarak ahlak ile etik arasındaki ayrımı koymak zor olabilir. ahlakçılıkla ahlak arasındaki ayrımı da. oysa, iki haftadır gerçekleşenler, sadece bu ayrımları belirginleştirmekle kalmadı, ahlakçılık biçimine bürünen ahlak ile  etik arasındaki politik çatışanın uzlaştırılamaz doğasını da netleştirdi. yüz yüze gelenlerle yüzsüzleşenler arasındaki politik bir ayrım olarak.

politik doğruculuğun en çirkef biçimleri -çatışmanın şiddeti oranında derinleşerek- tam da böylesi zamanlarda ortaya çıkıyor kaçınılmaz olarak. ve sorun yalnızca erdoğan’ın dili değil. iktidarın şiddetini kitlenin şiddetiyle, göstericilerin kaba sabalılığını başbakanın saldırganlığıyla, agorayı işgal eden çapulcuların küfrünü egemenlik sultasının hobbinliğiyle, kitlenin sarhoşluğunu iktidar sarhoşluğuyla  eşitleyen, bu eşitleme üzerinden kendi ahlaki ve siyasi duruşunun açıklamasını üreten zihniyet de, ahlaklı olduğu ölçüde etik-dışı olan bir politikliğin üreticisi  oluyor. analizcileri ve açıklayıcılarıyla birlikte hayli hararetli ve hırslı bir “iktidar blogu” söz konusu.

islamcı-muhafazakar entelektüellerin -yandaş medya köşelerinden kişisel internet sayfalarına kadar-  çoğunluğun gücüyle doğallaşmış “organik aydınlar” haline gelişi de, bir süreç olarak nihayetine eriyor, tamamlanıyor. tam da, iktidarı da eleştiriyormuş gibi görünen bir dil aracılığıyla egemenlikle özdeşleşmiş olmalarından dolayı.

şaşırtıcı örneklerle dolu hazin bir süreç bu.

aynı zamanda da, bayağılıkta sınır tanımayan bir tiksidiriciliğe sahip. çeşit çeşit örnekleri var bunun, farklı düzeylerde ortaya çıkabiliyor ve fakat sonunda aynı şey  söyleniyor. bu bayağılıktan ne kastettiğimi yusuf kaplan’ın zihniyetini -bugünkü “zihin açıcı” yazısı dolayısıyla- işaret ederek örnekleyebilirim.

sadece devlet terörünün yoğun gaz saldırısından dolayı değil, o gaz kütlesinin içinde bu türden organik aydınların muktedirlere cila çeken politik analizleri ve o analizlerle temellendirdikleri entelektüel ahlakçılıklarıyla da zehirleniyoruz. ahlakçılığın etik olanı boğması anlamına geliyor bu, ama elbette yok edebilmesi anlamına değil.

politik olanın tanımını değiştiren bir ‘olay’ gerçekleşti “taksim direnişi”nde. henüz kendi diline ve kavrayışına sahip değil belki, ama geri alınamaz bir olay olarak gerçekleşti. gaza boğulmuş meydanın kendisi, bizzat bu haliyle, “haysiyet” ile “zillet” arasındaki politik karşıtlığı işaretliyor. aynı zamanda da, etik olanın ahlakçılıkla savaşımını.

muktedirlerin, polis teşkilatı ve entelektüel gaz sıkıcılarıyla birlikte meydandakileri alt edeceklerini, çapulcuları yene-bile-ceklerini kabul etmek gerek. ancak, şimdi bir kez açığa çıkan şey -benjamin’in “tarih tezleri”ni hatırlayarak söyleyebileceğimiz gibi- yenilebilirse de yok edilemez. hakikat geri alınamaz.