Posts Tagged ‘kötülük’

nazizm sonrası dünya

08 Mayıs 2020

8 Mayıs Nazi rejiminden “kurtuluş” günü Almanya’da. 1945’te bugün Nazi devlet erkinin teslim olması ve Hitler’in intiharı ardından “3. Reich” iktidarı yıkılıyor. Hitler’in “kanuna uygun” olarak nasıl egemenlik kurduğu, insanların kalpleriyle hangi yollardan bağ kurup sonrasında kendi iktidarını mutlak surette uyulacak “yeni kanun” haline getirdiği hâlâ en önemli sorun. İnsanın ve iktidarın tabiatına dair şüphesiz büyük dersler var bu tarihsel olayda.

Nazizm sonrası dünya da “kolektif rıza üretme tekniği” açısından bir başka büyük sorun oluşturuyor. Elbette, büyük bir kötülüğü alt etme söyleminden ivme alan bir güç söz konusu; hukuk, demokrasi ve insan hakları kavramları bu söylemsel gücün enstrümanları olarak işlev görüyor ve “yeni dünya düzeni” kuruluyor. Daha ilginç olanı, bu sırada “yüzleşme” kavramı da araçsallaştırılıp yeni dünya inşasının ideolojik harcında kullanılıyor. Bugün artık hiç de adil, eşit ve özgür olmadığını bildiğimiz dünyanın inşasında “bir daha asla” söylemi bile kollektif bilincin yönlendirilmesi için araçsallaştırılıyor.

Yasal ve hukuki ama ne etik ne de politik olarak geçerli bir dünya bu. İki kutupluluktan, duvarla ayrılan bloklardan, duvarın yıkılışından bahsetmiyoruz yalnızca. Tekleyen, sınırları aşınan bir “yeni dünya düzeni”nden bahsediyoruz. Üzerinde yükseldiği “hukuk” ve “insan hakları” kavramları da artık söylemsel işlevlerini yerine getiremiyor. Bir yanda sürekli yükselen faşizan dalga, öte yanda durmaksızın artan göç hareketleriyle sınırlar zorlanıyor. Küresel salgın bir başka cepheden, aynı gerçekliğin bir başka yüzeyinden, şu ya da bu toplumsal sorunlardan da öte bizzat insan varlığının yıkıcı sonuçlarından biri olarak dünyanın sürdürülebilir olmadığını gösteriyor bugün.

Korona virüsünün metaforlaştırılıp “ortak düşman”a dönüştürülme gayretinde, “kötülük söylemi”nin dolaşıma sokulma biçimlerinde ve “insanlık adına savaş” klişelerinin yaygınlaşma eğiliminde de nitekim yeniden Nazizm sonrası yakalanan fırsatı yakalama ya da yaratma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Burada pek umutlu bir durum yok, böylece kotarılacak olası bir yeni dünya düzeninin çok daha büyük ve şiddeti derinleşmiş bir eşitsizlik ve adaletsizlik düzeni olacağını kestirmek zor değil.

Kötülüğe işaret ederek, sanal ya da gerçek -çoğunlukla gerçek- bir kötülüğe karşı olma konumuna yerleşerek kendini meşrulaştıran politik söylem ve zihniyet biçimleri yatıyor bu sanki neredeyse kendiliğinden işleyen politik alan içinde. Nazizm sonrası asıl hesaplaşılması gereken şeylerden biriydi bu politik işleyiş mekanizması. Bütün politik söylemlerin sınırlarını belirleyen bir mekanizmayı kökleştirdiği için. Maalesef böyle bir hesaplaşma iradesi ya da fikri hiç işlemedi. Bugün, Nazizm sonrasını gerçek anlamda bir kurtuluş olarak görebilmek için belki de anlamı olan tek şey “yüzleşme” kavramını kurtarma kaygısı ve politik alanın söylemsel ve zihinsel klişeleriyle “hesaplaşma” çabasıdır.

terörizmin aynası

03 Temmuz 2016

CmGBVY8WIAAc_LL

Atatürk Havalimanı’ndaki patlamalarda ölü sayısı 45’i buldu, durumu ağır yaralılar 100’ün üzerinde. 19’u yoğun bakımda. “Güvenlik zaafiyeti olmadığını” söyleyen AKP iktidarı bir günlük göstermelik yasın ardından düğün bayram köprü açılışı yaparak mutluluk selfie’leri ile gündemi değiştirdi. Geriye inkar edilen, tutulamayan yasın utanç fotoğraflarını bırakarak.

* * *

Jean Baudrillard’ın 1990 tarihli Kötülüğün Şeffaflığı adlı kitabında geçer başlıktaki ifade. Kötülüğün nereye kaybolduğunu, neye dönüştüğünü, terörizm kılığında belirişinin anlamının ne olduğunu analiz etmek, daha doğrusu yakalamak  ister Baudrillard. Canlı bombaların bunca sıradanlaşıp vaka-i adiyeden olaylara dönüşmeden çok önce -aşırı bir fenomen olarak- meseleyi yakalamıştır.

Şefafflık, burada, aşırılığıyla hem apaçıklık haline dönüşen hem de ortadan kaybolan kötülüğün fenomonolojisini ifade ediyor. Apaçıklığın kesinsizliği, diyor Baudrillard buna. Kötülüğün sıradanlığının ötesindeki bir durumu -alenileşmeyi- dile getiriyor böylece. Apaçıklığın ve belirsizliğin aynı anda geçerli olduğu bir aşırılık durumu; mahiyetini ancak terörizmin aynasına gözlerimizi dikerek yakalayabileceğimiz bir aşırılık.

Bomba patlayacak ancak nerede ve ne zaman? Basit Hoolywood aksiyon filmlerinin dinamiğini oluşturan bu sorunun doğrudan gündelik hayatın gerçek sorusu haline gelmesi her şeyden önce bildiğimiz cevapların geçersiz olduğunu anlamamızı dayatıyor. Terörizm bu anlamda özne’nin tarih sahnesine geri dönüşü anlamına gelmiyor. Gerçeklik ilkesinin çöktüğü bir tarihsellikte vuku bulmaktadır olaylar. Politik olan başka bir değişle toplumsallık kendi bağışıklık sisteminin tehdidi altındadır.

Tam da bu noktada kötülüğün nereye kaybolduğunu anlamamızı sağlayacak olan şey terörizmin aynasıdır, Baudrillard’a göre. Terörizm elbette günümüzdeki biçimleriyle bir illüzyon aurası yaratır ve politik bir sorun olarak kötülüğü bulanık bir mesele haline sokar. Bu bulanıklık aslında kendi koruma-hayatta kalma ilkesinin dönüştüğü politik biçim olarak güvenlik anlayışının  ürettiği bir şeydir, ki bu da aynı toplumsal -siyasal- bağışıklık siteminin sorunudur. Bütün aşırılık biçimleriyle terörizmin bugün artık “kötülüğün trans-politik aynası” olmasının anlamı, öncelikle budur. Terörizmin yarattığı gerçeklik illüzyonunu aralamanın yolu da sanırım gözlerimizi kaçırmamak değil bir miktar aynaya yamuk bakmaktan geçer.

“Olay gerçekleştiğinde duygulansak ya da alt üst olsak da kaçınılmaz bir senaryo bekleyişinde hepimiz suç ortağıyız” Bu suç ortaklığının mahiyeti önemli, ancak yine de apaçıklığın görünür kıldığı failleri, sorumluluları, iktidarın rolünü ve yerini göz ardı etmeksizin bunu anlamalıyız. Öfkeleniyoruz ve öfkemizin politik hedefleri de gayet açık olabiliyor; fakat, yine de bir çaresizlik ve çıkışsızlık duygusunun hükmündeyiz. Sosyal medyada özellikle bunu görebiliyoruz; en açık zihinlerin cümlelerinde bile sezinleyebiliriz bu çıkışsızlığı.

Facebook’un patlamalardan sonra insanların birbirinden haberdar olmalarını sağlamak için kullanıma soktuğu “güvendeyim” butonuna yönelik  reaksiyonların bir anlamı da burada olsa gerek. Dehşet olayın öncesiyle ilişkili olarak olaydan sonra “iyiyim” veyahut da “hayattayım” demenin çok derinlerde duyurduğu bir tür suçluluk duygusu. Ya da tam olarak ne olduğundan emin olamayacağımız ahlaki bir rahatsızlık. Öyle ki, “güvende misin?” sorusuna ne cevap vereceğimizi tam oalrak bilememekten dolayı değil cevabın bir şekilde yanlış olduğunu seziyor olmaktan dolayı duyulan bir sıkıntıdır söz konusu olan. Suçluluk duygusu ve korkularımız çaresizlik formu olan mukadderat haliyle birlikte sonraki güne devredilir.

Ölenle ölünmediği doğru ama artık asıl mesele yaşayanla birlikte yaşanamıyor oluşudur.

kötülüğün şeffaflığı

29 Aralık 2014

vicdan rahatlatmaya, katarsis ayinlerine dönüyor seslenişlerimiz bir yerde. unutma diyoruz hep birlikte, hatırlamayı hatırlatıyoruz birbirimize sürekli. belki hiçbir şeyi çözemiyoruz bu seslenişlerde, somut hiçbir çözüme karşılık gelmiyor söylenilenler. ama önemsiz görmemeli yine de. roboski’yi unutturmama çabası, kendi başına bir anlam taşıyor. hiçbir şey yapamıyorsak bile kendimize unutturmuyoruz ne olduğunu. az şey mi?

bazen, belki de sırf neyi hatırlamamız gerektiğini unutmamak için durmadan seslenmek gerek.

roboski katliamını ve bir dava olarak hukuken “kovuşturmaya gerek olmadığı hükmüyle” üstünün örtülüşünü düşünürken,  “kötülüğün şeffaflığı” bu diye geçiyor içimden. devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne ait ortak suç paydası. baudrillard’ın kavrama yüklediği anlam fazlalıklarını ve farklılıklarını göz ardı etmeksizin, ama kısmen o fazlalıkları dışarda bırakarak, “bizim” için roboski katliamının kötülüğün şeffaflığı anlamına geldiğini düşünüyorum. basitçe, “hepiniz ordaydınız ulan” diyebileceğimiz bir durum.

“şeffaflık”, kötülüğün sıradanlığından da bir miktar farklı; kötülüğün alenileşmesinden, her şeyin anlamını çarpıtan açık seçikliğinden söz ediyorum düz olarak. buadrillard’ın şeffaflıktan kastı da, kategorik olarak geçerli burada. iyi ile kötü arasındaki ayrımın boşa çıkmasından, anlamsızlaşmasından bahsediyor bununla. zamanımızın bir aşırı fenomeni. her şeyin seyirlik bir mesele haline gelişini dile getiriyor bir yandan, ama daha çok vurgusu kötülüğü kötülük olmaktan çıkaran alenileşmeye yönelik.

kollektif bir benlik olarak toplumsal bilinç suçu suç olmaktan çıkarabiliyor bu şeffaflık içinde. ötekini yalnızca öldürülmesi suç teşkil etmeyen kurbana dönüştürmekle kalmıyor, derin bir toplumsal refleksle suçu kurbanlarına yansıtıyor.

iktidar, “her kürtaj bir uludere’dir” diyor ve kitleler, ne söylendiğinden bile bağımsız olarak anında anlıyor söylenileni. her şeyi karartan bir şeffaflık içinde mesaj yerini buluyor. kötülüğün şeffaflığı bu açıdan, kimsenin kimseyi aslında kandırmadığı, yalanın hükmünün tam da her şeyin apaçıklığıyla ilgili olduğunu düşünmemizi gerektiriyor. baudrillard’ın karamsarlığının nedeni de zaten bundan başka bir şey değil. öyle ya, eğer kötülük böylesi bir şeffaflık içinde gerçekleşiyorsa, adalet talebi politik alanda nasıl bir karşılık bulabilir?

eğer, kötülüğün şeffaflığında yaşıyorsak, bu şeffaflık kimliğin temel niteliği ise, suçu ve suçsuzluğu ya da neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırmayı imkansızlaştıran bizzat kimliğin kendisidir açık ki. benlik kendini koruma üzerine çalışır, her şeyi kendini savunmak üzerinden çarpıklaştırmaya daha baştan hazırlanmıştır. işler bu noktada karışıyor. “siyasal”ın ya da devletin değil yalnızca, “sivil toplumun” ya da milletin de bizzat suçun mesulu olduğu karanlık bir mekanizmaya dönüşüyor toplumsal varlığımız. mutlak bir örtüşme değil elbette, ama kitle ve iktidar arasında karanlıklaşan bir özdeşleşme ilişkisi var burada.

o karanlığın bir bilinç ve o bilincin bir kimlik haline dönüşmesiyle kötülük şeffaflaşıyor. kendi karanlığına gömülmüş bir hayali cemaatin şeffaflığı.

levinas’ı takip ederek, bunun temelinde ötekiyle bağın kopmasının olduğunu söyleyebiliriz. aynı’nın aynılığı. türk, bu durumda kendinden başkasını tanımayandır, tanıması imkansızlaştırılmış olandır. ötekinin ölümünün sıradanlaşması, günümüzde tekniğin olanaklarıyla ötekinin ölümünün seyirlik bir meseleye dönüşmesi, biz‘in çoktan kendi içine hapsolduğu bir durumu imliyor. ötekinin yok edilişini sıradanlaştıran ve bu yok edilişi seyirlik hale getiren bakışla,  kimliğin idealize edilişi, yüceltilmesi bir ve aynı mekanizmanın işleyişine bağlı. aynılaştırılamayanı imha eden, imha etmeyi normalleştiren ve dahası norm’laştıran bir mekanizmadan söz ediyoruz.

öteki burada, katledildiğinde bile katlinden kendi suçludur. ya da katledilişi bir cürüm teşkil etmiyordur. bülent arınç’ın söyledikleri, söz konusu olan başkası olduğunda ne olduğunu açıklıyor: “ahmet mi, mehmet mi nasıl ayıralım”. uğur kaymaz’ı katleden polislerde benzer bir şey söylemişlerdi, “karanlıkta çocuk mu değil mi nasıl anlayalım”.  şeffaflık burada açık olsa gerek, bir haklılaştırma ve olayın kendisinden de önce işlemeye hazır hale getirilmiş bir gerekçelendirme zihniyetidir.

ötekinin öldürülmesi herhangi bir suç teşkil etmez, çünkü suçu işleyenin temsil ettiği kimlik suçsuzluğunu baştan garantilemiştir. şeffaflığın yaygınlaşmasıyla kötülüğün içselleşmesi arasındaki ilişkiyi görebiliriz bu noktada. her şeyi ters yüz eden bir belirsizleşme söz konusu olmaktadır. içselleşen kötülük “iyi” olarak kodlanırken, şeffaflık bu iyiliği alenileştiriyordur.

roboski neyin adıdır?” sorusu bu bakımdan önemli. soruya verilecek cevap gerçekte kim olduğunuzun cevabı olacaktır. başlığı bu sorudan oluşan yazısını ümit kıvanç, “biz insanları savaş uçaklarıyla bombalayıp parça parça ettikten sonra bari, hiç değilse yas tutmayı, elini kurbanlarının yakınlarının omzuna koymayı becerememiş, korkunç ve zavallı yaratıklarız” diye bitiriyor. bu cümledeki tuhaflık, elbette kıvanç’ın cümleyi yanlış kurmasından kaynaklanmıyor, asıl olarak suç ile fail arasındaki belirsizlikten, başka bir deyişle devlet ile millet arasındaki aralığın giderek daha fazla bulanıklaşmasından kaynaklanıyor.

çünkü, üç yıldır olan bitenlere bakarak, 34 insanı katleden “insansız hava uçakları”nın aslında o kadar da insansız olmadığını söyleyebiliriz. “kurbanların yakınlarının omuzlarına elimizi koymayı becerememiş olmamız”ın korkunçluğunun bununla derin bir ilgisi var. kötülüğün şeffaflığını parçalayabilmek gerekiyor, bunu alt edebilmek için, ama bu nasıl olabilir henüz bilmiyoruz.

bu yıl boyunca blogta çoğunluk “kötülük sorunu” üzerine yazdım, şimdi fark ediyorum bunu. bu yazı da, bu yılı bitirirken unutmamayı hatırlatmak için kaydettiğim son kötülük yazısı olsun.

elbette, 28 aralık 2011 tarihinden itibraren, roboski asla yalnızca bir köyün adı değildir artık.

katilin temizliği

10 Aralık 2007

Mesela güzelliğe ilişkin büyük bir kitabı ele alalım: Gecenin Ucuna Yolculuk. Onu okuduktan sonra başka biri olmamak mümkün mü?

katilintemizliğiBaşlığı ilginç gelmişti ilk anda, polisiye romanları seven biri olarak, Katilin Temizliği‘ni ilk gördüğümde, hemen elime alıverdim. Başka bir rafta olması gerekirdi! Herkes böyle midir bilmiyorum, ben aynı anda birbiriyle tamamen alakasız şeyleri karıştırmaktan/okumaktan hoşlanıyorum. Benjamin’in estetik kuramını takip ederken araya giren bu kaçıncı kitap bilmiyorum. Tesadüfleri de seviyorum ayrıca; beklenmedik karşılaşmalar, hesaplanmayan tanışma anları neler getirir kimbilir! O anda ve orada kalacaktır belki yaşanmış olan, bir daha geriye dönülüp bakılmayacak, o karşılaşmanın getirdikleri her neyse belki sürmeyecektir. Hiç yoktan bir şey çeker sizi yine de, açıkca bilmesenizde ne olduğunu. Üstelik bu an‘lar süreksizliğine rağmen iz bırakacak, bir daha hatırlamayacak olsak da, yaşamımızda yer edecektir kendince. Kimi aşklar ve kimi kitaplar, böyle gelir. Çoğu aşkları ve çoğu kitapları da bu yüzden kaçırırız. Tesadüfün belirsizliği, gelecek olandan hoşlanıp hoşlanmayacağımızın bilinmiyor oluşu, bizi çoğunluk dikkatli olmaya zorunlu kılar. ‘Dikkatli olmak‘sa, belirsizliğin barındırdığı olanakları elimizden alır aynı zamanda. Çoğunluk, zorlayıcı bir tesadüf yoksa, neyi görmediğimizi bilmeyiz bile. Raflarda kendi türlerinin arasında durmuyordu Katilin Temizliği, ya da kasıtlı bir şekilde kendi türü olarak adlandırılan şeyi ve edebiyatta türler tartışmasını ihlal etmek üzere oraya gelmişti! Edebiyatta “tür meselesi“ni düşünürken, klasiklerin arasında katilin temizliği başlıklı bir kitapla karşılaşmak belkide dikkatimi çekmesini sağladı. Yazarı Amelie Nothomb ismini ilk duyuyorum. Dışarıda karanlık bir gün ve kuru bir soğuk vardı, kendime camın kenarında yer bulup oturduğumda ilk sayfaları okumuştum bile. Roman düşündüğüm gibi değildi, ama bir kaç saat içinde okuyup kapağını kapattığımda, okumaktan mennundum acıkcası. Diyaloglarla ilerleyen, betimlemelere yer vermeyen kitap, sıkıcı olmaya fırsat bırakmadan kendini bitiren bir akışkanlığa sahip. ‘Neden yazarız?‘ ve ‘neden okuruz?‘ sorularına cevaplar vermeye çalıştığı gibi, ‘nasıl yazarız?‘ ve ‘nasıl okuruz?‘ gibi soruları da gündeme getiriyor. Edebiyat ve kötülük, yaşam ve masumiyet, cinsellik ve temizlik türünde meseleler, kitap boyunca bir bakıma çoğu aforizma sayılabilecek cümlelerle irdeleniyor. Hikayenin konusunda bir zorlama kokusu alınıyor, ama bu zorlama, kitabın kahramanı olan Nobel ödüllü, Celine hayranı (Gecenin Ucuna Yolculuk güzellikle ilgili bir kitap olarak tanımlanıyor) ve Sartre’ı kücümseyip Patricia Highsmith öven (iyi yazarın ‘taşaklı yazar‘ olduğunu belirtikten sonra yazar bunun kadınlıkla ilgili olmadığını belirtmek için Highsmith’i anıyor), karamsar, çağına lanetler yağdıran yazarının, kendini mantıksallaştırma girişimindeki olağanüstü kusursuzluğu farkettikçe rahatsız edici olmaktan çıkıyor, tam da meselenin böylece anlaşılabileceğini kabul ediyoruz. Bu sapkın yazarın söylediği her şeye neredeyse öfkelenmek mümkün, ama aynı zamanda olağanüstü kusursuzluğuyla insanı çileden çıkaran mantığının çoğu zaman haklı şeyler söylediğini reddetmek mümkün değil. “Edebiyat söylemi“nin (ve tabiki “edebiyat endüstirisi“nin) bütün bildik klişeleri tersyüz ediliyor bir anlamda. Çok satmakla, çok konuşulmakla çok okunmanın ilişkisizliği, hatta ters orantılılığı, yine aynı kusursuz mantıkla belirtiliyor mesela. Hikayenin düğüm noktasıysa yazarın bitmemiş, kasıtlı olarak yarım bırakılmış romanıdır. Yazının ve yaşamın birbiririne karıştığı, birbirinin soruları ve cevaplarını barındırdığı düğüm bu yarım bırakılan kitaptır. Kibirli yazar, her büyük edebiyatcının ölümünden sonra tamamlanmamış bir kitabının olması gerekliliğiyle açıklar bunu, oysa mesele her zaman olduğu gibi göründüğünden başkadır…..