vicdan rahatlatmaya, katarsis ayinlerine dönüyor seslenişlerimiz bir yerde. unutma diyoruz hep birlikte, hatırlamayı hatırlatıyoruz birbirimize sürekli. belki hiçbir şeyi çözemiyoruz bu seslenişlerde, somut hiçbir çözüme karşılık gelmiyor söylenilenler. ama önemsiz görmemeli yine de. roboski’yi unutturmama çabası, kendi başına bir anlam taşıyor. hiçbir şey yapamıyorsak bile kendimize unutturmuyoruz ne olduğunu. az şey mi?
bazen, belki de sırf neyi hatırlamamız gerektiğini unutmamak için durmadan seslenmek gerek.
roboski katliamını ve bir dava olarak hukuken “kovuşturmaya gerek olmadığı hükmüyle” üstünün örtülüşünü düşünürken, “kötülüğün şeffaflığı” bu diye geçiyor içimden. devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne ait ortak suç paydası. baudrillard’ın kavrama yüklediği anlam fazlalıklarını ve farklılıklarını göz ardı etmeksizin, ama kısmen o fazlalıkları dışarda bırakarak, “bizim” için roboski katliamının kötülüğün şeffaflığı anlamına geldiğini düşünüyorum. basitçe, “hepiniz ordaydınız ulan” diyebileceğimiz bir durum.
“şeffaflık”, kötülüğün sıradanlığından da bir miktar farklı; kötülüğün alenileşmesinden, her şeyin anlamını çarpıtan açık seçikliğinden söz ediyorum düz olarak. buadrillard’ın şeffaflıktan kastı da, kategorik olarak geçerli burada. iyi ile kötü arasındaki ayrımın boşa çıkmasından, anlamsızlaşmasından bahsediyor bununla. zamanımızın bir aşırı fenomeni. her şeyin seyirlik bir mesele haline gelişini dile getiriyor bir yandan, ama daha çok vurgusu kötülüğü kötülük olmaktan çıkaran alenileşmeye yönelik.
kollektif bir benlik olarak toplumsal bilinç suçu suç olmaktan çıkarabiliyor bu şeffaflık içinde. ötekini yalnızca öldürülmesi suç teşkil etmeyen kurbana dönüştürmekle kalmıyor, derin bir toplumsal refleksle suçu kurbanlarına yansıtıyor.
iktidar, “her kürtaj bir uludere’dir” diyor ve kitleler, ne söylendiğinden bile bağımsız olarak anında anlıyor söylenileni. her şeyi karartan bir şeffaflık içinde mesaj yerini buluyor. kötülüğün şeffaflığı bu açıdan, kimsenin kimseyi aslında kandırmadığı, yalanın hükmünün tam da her şeyin apaçıklığıyla ilgili olduğunu düşünmemizi gerektiriyor. baudrillard’ın karamsarlığının nedeni de zaten bundan başka bir şey değil. öyle ya, eğer kötülük böylesi bir şeffaflık içinde gerçekleşiyorsa, adalet talebi politik alanda nasıl bir karşılık bulabilir?
eğer, kötülüğün şeffaflığında yaşıyorsak, bu şeffaflık kimliğin temel niteliği ise, suçu ve suçsuzluğu ya da neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırmayı imkansızlaştıran bizzat kimliğin kendisidir açık ki. benlik kendini koruma üzerine çalışır, her şeyi kendini savunmak üzerinden çarpıklaştırmaya daha baştan hazırlanmıştır. işler bu noktada karışıyor. “siyasal”ın ya da devletin değil yalnızca, “sivil toplumun” ya da milletin de bizzat suçun mesulu olduğu karanlık bir mekanizmaya dönüşüyor toplumsal varlığımız. mutlak bir örtüşme değil elbette, ama kitle ve iktidar arasında karanlıklaşan bir özdeşleşme ilişkisi var burada.
o karanlığın bir bilinç ve o bilincin bir kimlik haline dönüşmesiyle kötülük şeffaflaşıyor. kendi karanlığına gömülmüş bir hayali cemaatin şeffaflığı.
levinas’ı takip ederek, bunun temelinde ötekiyle bağın kopmasının olduğunu söyleyebiliriz. aynı’nın aynılığı. türk, bu durumda kendinden başkasını tanımayandır, tanıması imkansızlaştırılmış olandır. ötekinin ölümünün sıradanlaşması, günümüzde tekniğin olanaklarıyla ötekinin ölümünün seyirlik bir meseleye dönüşmesi, biz‘in çoktan kendi içine hapsolduğu bir durumu imliyor. ötekinin yok edilişini sıradanlaştıran ve bu yok edilişi seyirlik hale getiren bakışla, kimliğin idealize edilişi, yüceltilmesi bir ve aynı mekanizmanın işleyişine bağlı. aynılaştırılamayanı imha eden, imha etmeyi normalleştiren ve dahası norm’laştıran bir mekanizmadan söz ediyoruz.
öteki burada, katledildiğinde bile katlinden kendi suçludur. ya da katledilişi bir cürüm teşkil etmiyordur. bülent arınç’ın söyledikleri, söz konusu olan başkası olduğunda ne olduğunu açıklıyor: “ahmet mi, mehmet mi nasıl ayıralım”. uğur kaymaz’ı katleden polislerde benzer bir şey söylemişlerdi, “karanlıkta çocuk mu değil mi nasıl anlayalım”. şeffaflık burada açık olsa gerek, bir haklılaştırma ve olayın kendisinden de önce işlemeye hazır hale getirilmiş bir gerekçelendirme zihniyetidir.
ötekinin öldürülmesi herhangi bir suç teşkil etmez, çünkü suçu işleyenin temsil ettiği kimlik suçsuzluğunu baştan garantilemiştir. şeffaflığın yaygınlaşmasıyla kötülüğün içselleşmesi arasındaki ilişkiyi görebiliriz bu noktada. her şeyi ters yüz eden bir belirsizleşme söz konusu olmaktadır. içselleşen kötülük “iyi” olarak kodlanırken, şeffaflık bu iyiliği alenileştiriyordur.
“roboski neyin adıdır?” sorusu bu bakımdan önemli. soruya verilecek cevap gerçekte kim olduğunuzun cevabı olacaktır. başlığı bu sorudan oluşan yazısını ümit kıvanç, “biz insanları savaş uçaklarıyla bombalayıp parça parça ettikten sonra bari, hiç değilse yas tutmayı, elini kurbanlarının yakınlarının omzuna koymayı becerememiş, korkunç ve zavallı yaratıklarız” diye bitiriyor. bu cümledeki tuhaflık, elbette kıvanç’ın cümleyi yanlış kurmasından kaynaklanmıyor, asıl olarak suç ile fail arasındaki belirsizlikten, başka bir deyişle devlet ile millet arasındaki aralığın giderek daha fazla bulanıklaşmasından kaynaklanıyor.
çünkü, üç yıldır olan bitenlere bakarak, 34 insanı katleden “insansız hava uçakları”nın aslında o kadar da insansız olmadığını söyleyebiliriz. “kurbanların yakınlarının omuzlarına elimizi koymayı becerememiş olmamız”ın korkunçluğunun bununla derin bir ilgisi var. kötülüğün şeffaflığını parçalayabilmek gerekiyor, bunu alt edebilmek için, ama bu nasıl olabilir henüz bilmiyoruz.
bu yıl boyunca blogta çoğunluk “kötülük sorunu” üzerine yazdım, şimdi fark ediyorum bunu. bu yazı da, bu yılı bitirirken unutmamayı hatırlatmak için kaydettiğim son kötülük yazısı olsun.
elbette, 28 aralık 2011 tarihinden itibraren, roboski asla yalnızca bir köyün adı değildir artık.