başka dünyanın kuşları

by

“Altı yaşına gireceği senenin baharının sonlarına doğru, Jane’in zihninde farklılığına dair daha karmaşık bir farkındalık ormanın derinliklerindeki tuhaf bir bitki gibi şekillenmeye başladı. Kendisini gizli, sessiz bir yaratık gibi hissettiği oluyordu, sanki görünmezdi, insan, çocuk, kız değildi de daha ziyade bilinemez bir şeyin hayaletiydi.” (sf.66)

 

başka dünyanın kuşları’ında (brad watson, çeviri; seda çıngay mellor, kafka beden bir varoluş sorunu olarak beliriyor. bütün hikaye, başından sonuna, “anatomi kaderdir” cümlesi üzerinden düşüneceğimiz türde bir varoluş sorununu belirginleştiriyor. bilincin kendi varlığını anlamlandırma çabasının sınırıdır beden. anatomi kaderdir cümlesinde de kim ya da ne olduğumuza dair sınırlardır tartışmaya açılan. cinsiyet ayrımı, cinsel fark sorusundan da öte bir kaderdir burada söz konusu olan. doğumundan itibaren hikayesini izlediğimiz bayan jane’in bedenindeki anatomik tuhaflığı anlama, bu tuhaflıkla baş etme ve en sonunda da bununla birlikte yaşama çabası, başından sonuna “hayatın anlamı” sorusunu beraberinde sürüklüyor. bunu yaparken de hayatın anlamı sorusunu şık bir klişe olmaktan çıkarıyor. bedensel bozukluğunu farkettikçe endişelere kapıldığı fakat ne olduğunu da tam anlamlandırmadığı küçük yaşlarda ormana kaçıp göz yaşlarına boğulduğu bir sahne var. zerre kadar melodram içermeyen bir sahne bu, doğrudan bedeni ait olduğu yere doğaya götürdüğü için önemli: beden doğaya aittir ve doğada aslında doğaya ait olmayan hiçbir şey yoktur. bilinç doğaya aitliğini bilir elbette, fakat bunu doğa içinde ikinci bir doğa olarak tasarlar ve beden, bu nedenle, tasarlanmış bedensellik olarak yaşanır. dile giriş. bedensel bozukluklar, tuhaflıklar ve çarpıklıklar bir anlamda beden sorusunun geri bildirimidir bu nedenle. yaşlanmak gibi. jane’nin hikayesinde anlayacağımız şey, iyileşmenin “tıbben düzeltilebilir” olmak anlamına gelmediğidir. bedenle kurduğumuz ilişki hayatla kurduğumuz ilişkinin açığa çıktığı yerdir, bu da nihai olarak kim ya da ne olduğumuzla, hayatın neliğinden öte o hayatı nasıl yaşadığımızla ilgili soruların karşılık bulacağı yeri gösterir. jane’in hikayesinin etkisi yaşamını yalansızlığa dönüştürme çabasından kaynaklanır bu noktada. rüyalar ve kitaplar da tıpkı doğa gibi iyileşmenin unsurlarıdır. flaubert’in saf bir yürek romanını büyülenerek, hayretler içinde kalarak ve en sonunda da göz yaşlarına boğularak okur. ne olduğunu hatırlamadığı tuhaf ve sarsıcı rüyalardan yine göz yaşları içinde uyanır. bu göz yaşları kendi kendine acımakla ilgili değildir elbette. her seferinde arınmanın, hafiflik duygusunun ve hayatı olumlamanın izlerini bırakır geride. hikaye boyunca hüznüne bir isim veremez jane, insanlar arasında insanlara rağmen bir hayalet olarak sürdürür hayatını ve kendini kendi olarak inşa eder. ağır bir kabullenme meselesidir bu, çünkü eksiği, olmazları katederek ulaşır olduğu şeye. bedenin sınırlarında bilinemez bir şeyin hayaleti sürekli duyurur kendini. o hayaletle barışmaktır biraz da yaşamak jane için. “baba, dedi jane. ben iyiyim. kimsem oyum işte. bununla nasıl yaşayacağımı biliyorum” (sf.250) roman, “spinoza’nın sevinci nerden geliyor” sorusuna bir cevap sayılabilir. sonunda kitabın başındaki flaubert epigrafının anlamını daha iyi anlarız: “o da başka herkes gibi kendi aşk hikayesini yaşamıştı”.

Yorum bırakın