rüyada uyanmak

by

Haftalardır dünyanın her köşesinde eve kapanmayı, bir anlamda sığınmayı zorunlu hale getiren küresel virüs salgını, pandemi boyutunda bir salgının nedenlerini anlamak kadar onunla nasıl baş edilebileceği gibi meselelerde de ‘hazırlıksız’ olduğumuzu gösterdi. Diyebiliriz ki pandemiye yakalanmış olmamızdan önce asıl bu yakalanmadaki hazırlıksızlığımız bir semptomun açığa çıkması anlamına geliyor: Tarih ve yaşadığımız hayat tam da böylesi bir hazırlığın imkansızlaşması üzerine kuruludur. Bu hazırlıksızlıkta bir imkan bulmak mümkündür belki, hazırlıksız yakalandığımız travma bir yandan tam da travma bir uyanma zorunluluğu olarak yaşandığı için bir tür uyanış anına dönüşebilir. Bir rüyada uyanmak ya da bir rüyadan uyanmak, olası görünmüyor ama imkan olarak mevcut.

Teknolojik gelişme, hız ve ulaşımın ölçülemez yoğunluğu, doğanın tahribatı vb. bağlamların yanı sıra, ‘kitle ve iktidar’ ilişkileri konusunda da temelli hazırlıksız olduğumuz ortaya çıktı. Kamusal alandan hızlıca vazgeçildi, siyasal olan doğrudan iktidarın ‘krizden fırsat yaratma’ sahasına dönüştü böylece. Evin bir sığınak olmaktan çıkmışlığını da, pandeminin açığa çıkardığı toplumsal eşitsizliklere körlüğümüz teyit etti. Elbette pandemi bir bakıma küresel bir felaket anlamına geliyor, beraberinde getirdiği insan varoluşuna dair sorularıyla birlikte, sonrasında yine ve yeniden hepsi unutulmak üzere yeniden yaşadığımız bir felaket.

Yazının, edebiyatın hafızasına gidilebilir bu noktada. 1984 tarihli Don DeLillo’nun Beyaz Gürültü romanı, güçlü bir ironiyle kriz durumunda belirdiği haliyle varoluşsal soruların muhtevasını olduğu gibi içeriyor; pandeminin akla getirdiği pek çok edebi eserden biri olarak bahsedebiliriz. Camus’nün Veba’sı ya da Saramago’nun Körlük’ü gibi bir ‘salgın romanı’ değil elbette Beyaz Gürültü, fakat ‘ölüm korkusu’ üzerinden teknoloji merkezli insan varoluşunun açmazlarını düşünüyor olması, korona ile ortaya çıkan hal-i pür melalimize ve yeniden önümüze serilen meselelere çeşitli yönlerden açıklıklar getirdiği için ayrı bir önem arz ediyor.

İnsan bilinçli bir varlık ve en nihayetinde bilinç kendi ölümlülüğünün bilgisine sahip olmak demek. Kökeninde ölüm korkusunun hüküm sürdüğü bir yaşam biçimi, arzu ve isteklerimizin daimi bir endişenin ve korkunun gölgesinde süregitmesi demek bu; “insan varoluşundaki ironi” (s.134) deniyor Beyaz Gürültü’de. DeLillo, insanlığın, tür olarak insanın, ölüm korkusunun bilgisinden kurtulma çabasının çağın koşullarında neye dönüştüğünü gösterirken teknolojinin anlamını ve insanın doğayla ilişkisindeki paradoksal yapısını gündeme getiriyor. Modernliğin açmazlarının başında gelen bir sorundur bu, ancak modernliğin açığa çıkardığı şey asıl bunun insanlık’a dair bir sorun olduğudur: “İnsanoğlunun tarihteki ve kendi kanının gelgitlerindeki suçları, teknoloji yoluyla, yaşamlarımıza günden güne sızıntı yapan hain ölüm yoluyla dal budak salmış.” (s.34)

Ölüm korkusuyla yaşam istenci arasındaki ilişki “teknoloji yoluyla” çift yönlü bir soruna dönüşmüş görünüyor burada. İmkan ve tehlike aynı noktada beliriyor: Uygarlığın huzursuzluğuyla insanın derinliğindeki mutsuzluğuna çözüm olarak görülen şey, bugünkü ekonomik ve siyasal dünya, daha fazla üretim, daha fazla teknolojik gelişme, daha fazla tüketim ve her alanda daha fazla hızlanma vaadinden ibaret. Oysa bu, toplumsal eşitsizliklere hiçbir çözüm sağlamadığı gibi aynı zamanda dünyayı ve insan yaşamını daha büyük tehlikelere açık hale getiriyor. “Doğadan sökülüp alınmış bir şehvet” olarak teknoloji, insan varoluşunun tekinsizliği anlamına geliyor demek ki.

Korona tehlikesine dönelim. Nasılsa hep başkalarının başına geldiğini varsaydığımız felaket, bu kez virüs aracılığıyla doğrudan ve potansiyel bir tehlike olarak hepimizin kapısını çalmış durumda. Romanın ikinci bölümünde anlatılan “Havada Gelişen Toksik Olay”a benziyor bu durum, önemli fark bugün yaşadığımız krizin küresel boyutta ve bedenlerimiz tarafından taşınan havadaki görünmeyen bir tehlikeden kaynaklanıyor olmasıdır. Böylece, herbirimiz belirsiz fakat açık bir tehlikenin içindeyiz, hastalanmamız ve ölmemiz durumunda da salt rakamlara, istatiksel verilere dönüşmek üzere, “medya felaketlerinin umumi malzemesi”nden ibaretiz. Ölülerin gömülmesi ve yas süreçlerinin bile askıya alındığı zamanlardan geçiyoruz. Şu ya da bu tarihte, önümüzdeki aylarda belki üstesinden gelinecektir tehlikenin, fakat yaşamın böylesine kırılgan oluşu, eşitsizlikler ve toplumsal ayrıcalıkların şiddetli adaletsizliği, doğayla ilişkimizin ve insani varoluşun tekinsiz kaynaklarını artık görmezden gelemeyeceğimiz anlamına gelmektedir.

Küresel salgın bizi, tehdit ve tehlikeden dolayısıyla ölümden hiç uzak olmadığımız gerçeğiyle karşı karşıya getirdi. “Ekolojik felaket senaryoları”nın hiç öyle uzak ihtimallerden biri olmadığı gerçeğiyle karşılaştık. Fakat daha önemlisi, faniliği ve yaşamın kırılganlığını hatırlattığı kadar, içinde yaşadığımız ekonomik ve toplumsal sistemin de hızlıca çökebileceğini ya da işlemez hale gelebileceğini duyurdu bu süreç. Gerçekliğin gerçek tarafından uyarılması, ihlal edilmesi ya da “gerçeğin geri dönüşü” olarak görebiliriz bunu. Nitekim, Beyaz Gürültü’nün bilge karakteri Murray’ın dediği noktadayız sanki: “Bilim ve teknikteki her ilerleme yeni bir ölüm çeşidiyle, yeni bir baskıyla dengeleniyor. Ölüm kendini uyarlıyor, tıpkı bir virüs gibi. Doğanın kanunu mu bu? Yoksa bana ait bir batıl inanç mı? Ölülerin bize daha önce hiç olmadıkları kadar yakın olduklarını sezinliyorum. Ölülerle aynı havayı paylaştığımızı hissediyorum.”(s.194)

Sonrasında “havada gelişen toksik olay” geçer, sığınaktan evlere dönülür ve hayat yeniden normalleşir romanda. Fakat, aslında anlatının başından itibaren anlamamız gereken şey, asıl meselenin de bizzat bu normallik denilen şey olduğudur. Tıpkı, her şeyin ne zaman ve nasıl normale döneceğini endişeyle beklediğimiz şu günlerde, asıl sorunun normallik durumunun kendisi olması gibi. DeLillo, ölüm korkusu, ölümsüzlük ve teknoloji bağlamında hiçbir kolay çözüme sahip olmadığımızı gösterir. Şimdi virüsün tehdit ettiği boyutları düşünürsek, tekniğin özüne ve doğayla ilişkimizin mahiyetine ilişkin halihazırda cevaplarımız yoktur, doğrusu doğru sorularımız bile yoktur anlaşılan.

Uygarlık tarihi, inkar ve yüceltimin beyaz gürültüsüyle içine gömüldüğümüz derin bir karanlık uyku gibi görünüyor hikayenin bu noktasında. Peki, bir rüyada uyanmak mümkün müdür şimdi?

_________________________________

Beyaz Gürültü, Don DeLillo, Siren Yayınları, çvr.: Handan Balkara, Birinci Baskı: Mart 2018

Etiketler: , ,

2 Yanıt to “rüyada uyanmak”

  1. konserve ruhlar Says:

    Son zamanlarda sık sık düşündüğüm romanlardan Beyaz Gürültü. Günümüzle paralellik konusunu çok iyi bir açıdan yazmışsınız. Bir rüyada uyanmamız mümkün olur mu bilmiyorum ama kabuslar eskisi gibi korkutucu olmaz belki. Ne de olsa insanız,her şeye alıştığımız gibi buna da alışırız. Diğer yazılarınız gibi bunu da çok sevdim. Selamlar.

    • kacakkova Says:

      teşekkürler.
      romanın ağır meseleri işlenişindeki hafiflikle de ayrı bir güzeldi.
      güçlü bir mizah duygusunu derin bir ironisi çok sevmiştim. ölüm korkusunun tematik ağırlığını sadeleştiren ve anlaşılır kılan da bu hafiflik olmuş sanki.
      karantina günleri boyunca aklımdaydı kitap, yazı hiç ummadığım bir seyir izlese de, bahsini etmiş olmak istedim.
      alışmaksa, elbette alışırız, uyanmayınca, her felaket sonrası olan normalimiz oluyor.
      yazıyı sevmeniz çok nazik.
      sevgiler.

Yorum bırakın