Postfelsefe nasıl hadım eder ya da neden XI. tez tersine çevirilmeli üzerine

by

Benim felsefeye ilgim materyalizm ve onun eleştirel işlevi sayesindedir: bilimsel bilgiyi onun mistifiye edilmiş tüm ideolojik bilgiselliğinin karşısına almaktır. Ahlaki temelde bir mit ya da yalan karşıtlığından değil, onların akılcıl ve sistematik eleştirisinden bahsediyorum.

Louis Althusser [kaynak]

Burada bır zamandır okumaya çalıştığım bir felsefi metinden kısaca sözetmek istiyorum. Zira şu ana dek metnin sadece 2 bölümünü yani 50 sayfasını okuyabildim. Bu da kitabın sadece 3’te 1’ine tekabül ediyor. Şunu itiraf etmek zorundayım: Bu 50 sayfayı okumak bana 500 sayfa okumak gibi geldi. Bunun nedenlerinin başlıcaları arasında benim “felsefeci” olmadığım gerçeği yatıyorsa da, bundan öte metnin Kant sonrası felsefeye, modernist felsefeye olan özgün eleştirisinin ince noktaları ve ziyadesiyle yoğunluğu okunuşunu zorlaştırdığını eklemek gerekiyor. Halbuki metnin son yılların felsefi metinleri içerisinde en yalın, en tutarlı, en takip edilebilir bir dille yazıldığını düşünmeme rağmen, bu böyle oldu. Yazar: Quentin Meillassoux, Kitap: After Finitude: An Essay on the Necessity on Contingency (Sonluluk Sonrası : Vukuu Belli Olmamanın Gerekliği Üzerine Bir Deneme) –Biliyorum çok daha iyi çevrilebilirdi bu başlık ama ben beceremedim-

Metnin içeriğinden söz etmezden önce, “felsefeci” olmayanlar için “felsefe”nin gerekli olup, olmadığı sorusunu yeniden sormak gerektiğini düşünüyorum. Gerçi metin şimdiki haliyle buna da yanıt veriyor, ama ben kendi yanıtlarımı vereyim: Evet, felsefe gerekli, hem de günümüzün zıvanadan çıkmış psikotik dünyasında her zamankinden daha fazla gerekli. Badiou şurada “eski güzel günlerde”, bir kadına Tanrı’nın yokluğunun ispatından bahsetmenin mesela ona badminton oynamayı teklif etmekten çok daha çekici ve ayartıcı olduğunu söylüyor. Evet, ama artık Zeitgeist’ın borusu böyle ötmüyor ne yazık ki , öyleyse “düşüncenin seksiliği”nin 60’larda ve 70’lerdeki geçerliliğini şimdilerde yitirdiğini açıkyüreklilikle söylememiz lazım. (Ha felsefi görünüm altında dinsel bir formasyon içeren metinlerle hala çekici olabilme şansınız var elbet. Zira artık “cool” olmanın ancak kul olmaktan geçebildiği bir çağdayız. Öteki’ne bu yönde yaranmak için Tanrıların bile kolaylıkla ayaklar altına alındığı zamanlardayız. Bu yüzden artık gerçek anlamıyla bir Müslüman, Yahudi ya da Hristiyan namevcut, sadece onların küçük harfli modernist kimliksel versiyonları var iddiasındayız. ) Çünkü düşünce, eskisinden çok daha “ağır” geliyor psikotik dünyamızın fertlerine. Sebebi de tam da dünyanın psikotik olmasından yani “efendi gösteren”lerinden paramparça olmasında ya da popüler Nietzschevari söylemle bu durum “Tanrının ölümü”nden kaynaklanıyor. Bahsi geçen Tanrı sadece dindarlar için değil tabii, en başta ideolojik herhangi bir ayağa kendini yaslamak isteyen herkes için, modern birey için: aşık için, sanatçı için, militan için, ve hatta iddia edilebilir ki bilim insanı için bile bu ciddi bir “sorunsalı” teşkil ediyor. Bu sorunu yaratan da bizzat bahsettiğim metnin üzerinden durduğu Kant sonrası “eleştirel felsefe”nin de yardım ettiği süreçsel  bir değişimde gizli. Dogmatizmin yani kartezyen bir Mutlak’ın (Descartes özelinde Tanrı’nın mükemmeliğinden kaynaklı) kanıtlanışının yıkıcı eleştirisiyle bu süreç başlıyor diyebiliriz.  Zira Kant’a göre Tanrı’nın varlığı da yokluğu da kanıtlanamaz.

Şimdi metnin anlattıklarına dayanarak şu temel noktalardan bahsetmek gerekecek: Birincil ve ikincil nitelikler. Kitaptaki mum örneğindeki gibi, süje (özne) muma dokunursa yanar. “Yanmak” mum’a yani objeye (nesneye) özgü birşey değil, sadece öznenin onla ilintisi göze alındığında mum’a atfedilecek bir nitelik. Buna bilindiği üzere “ikincil nitelik” deniyor.  Birincil nitelikler ise bir “ilinti ya da ilişki”den bağımsız olarak objenin kendi içinde (in itself) barındırdığı özelikler toplamıdır, denebilir. Nesnenin özneden bağımsız birincil nitelikleri ne olabilir peki? Örneğin, Descartes için boyut, uzunluk, derinlik vs. bu birincil nitelikler kapsamına girer.  Metinde de belirtildiği üzere bir nesnenin matematiksel olarak algılanabilecek tüm özeliklerini rahatlıkla “birincil nitelikler” sınıfına koyabiliriz. Ama mesela elimdeki topun rengi mavi derken,  “mavilik” onu algılayabilecek bir özne olmadığında anlamlı olmayacağı için birincil olarak topa ait nitelendirilemez.  İşte Meillassoux’un kitap boyunca tüm Kant sonrası felsefe eleştirileri, nesnenin birincil ve ikincil nitelikleri arasındaki yarılmadan kaynağını alıyor. Zira mesela Kant’a göre nesnenin birincil dediğimiz nitelikleri, yani “kendisi-için” olanı (noumenon) bilinemez. Evet “düşünülebilir, akıl yürütülebilir” ama bilinemez. Fakat Kant’a göre “kendisi için nitelikler” yine de “çelişik değildirliği” içinde barındırır.  Ama neden?  (Metindede sözü edildiği üzere Kant sonrası bir sürü düşünür kendinde olan’ın da aslında çelişik olabileceğini savunuyorlar;  bu yüzden kendinde olan hakkında konuşulurken ‘çelişkili’ bir önermenin de sözüedilebileceğini peşinen kabullenmiş oluyorlar! ) Kant sonrası filozofların, özellikle taa bunu günümüze kadar getirdğimizde yapısalcılık sonrası felsefecilerin tüm düşünce sistemlerinin bel kemiği burası işte:

Özne olmadan (öznesiz)  bir ‘nesne’den söz edilemez.” Yani öznenin algılayamadığı bir nesneyi değil düşünmenin, bahsetmenin bile imkanı yok.  Meillassoux buna kısaca “ilinticilik” (correlationism) adını veriyor ve kitabnın tamamında ilinticiliğin felsefenin “dincileşmesine” nasıl adım adım yol açtığının öyküsü olarak veriliyor. Öykü dememe bakmayın, çok tutarlı ve sağlam felsefi argümanlar sunularak sağlanıyor bu.

origin-of-the-universeİlinticilikle çatışkı içinde olacak basit bir örneklemeyle başlıyor herşey. Şöyle ki, günümüz bilimi karbon analizleriyle evrenin başlangıç tarihi (13.5 milyar yıl önce), hayatın başlangıcı (3.5 milyar yıl önce), Homo habilis denen ilk insan türünün orjini (2 milyon yıl önce) vs. ile ilgili kaba da olsa geçerli ve doğru rakamlar verebiliyor. Yalnız bu rakamların geçtiği zamanlarda “özne” diye birşey yoktu. Varolan nesneyle etkileşimde bulunabilen bir özne namevcuttu.  Ama bilim, günümüzde elindeki gelişmiş tekniklerle bu gibi olayların varlığı hakkında bir bilgi edinmemezi sağlayabiliyor. Peki ilintici bu durumda buna ne diyecektir? Eğer bilgi, sadece bir nesne ve öznenin biraraya gelişiyle sağlanabiliyorsa, bilim bu durumda aslında hiç öznenin olmadığı bir zamandan nasıl söz edebilir? İlilnticilik bunun hakkında ne diyebilir? İilinticilik bu durumda “bilime”de mi aslında varolması mümkün türlü anlatılardan biri olma sıfatını vermek gibi obskür (saçma) bir konuma düşecektir? Mesela fenemonolojiyi baz alsak, Heiddegerimsi bize verilen şeyler bütünü ve “içine düştüğümüz dünya” ya da Dasein’dan kaynağını alan bir felsefe bunun hakkında nasıl bir yorumda bulunabilir? Bu sorular ilmik ilmik örülmesi gereken kapsamlı bir eleştiriyi hakeediyor. Ve günümüz otantik materyalistlerine de böyle bir görev düşüyor.

Meilllassoux’un somut argümanlarla işaret ettiği üzere dogmatik felsefe için, mesela Descartes’ın metodolojisi için bu soruların bir problem olmadığı zahir ancak iş ilinticiliği içine alan eleştirel felsefe’ye geldiğinde böylesi bir bilimsel önermeyle düpedüz bir çatışkı ortaya çıkıyor. Meilllassoux bu çatışkıyı inanılmaz bir titizlikle gözler önüne seriyor: Aslında eleştirel felsefe kendi spesifik okuluna bağlı olarak ne kadar mırın kırın etse de, kendi temel kaynağını yani ilinticiliği dıştalayamayacağından, böylesi özneyi önceleyen bir zamana ve mekana kendini bağlayamayacağından ve bilim insanının bunun lafını ederken, lafını ettiği bilimsel gerçekliğii deneyimleyemeyeceğinden dem vuracak ve “ilinticiliğinin” dozuna göre mesela bu “bilimsel  açıklamayı” belki anlatı düzeyine indirmeye kadar varabilecektir. Çünkü eleştirel felsefe ve onun aşırıya varmış haliyle günümüzün yapısalcı sonrası felsefesi Mutlak lafızını duyduğu anda geri sıçrayış yapmak zorunluluğunu kendi doğası gereği hissedecektir.  Meilllasoux’un vurguladığı önemli nokta ise pencereden kovulan mutlak’ın (ki iyi ki kovuldu, buna bir lafımız yok tabii ki), çok başka bir dinsellikte bacadan geri geldiğidir. ABD’deki binlerce new age inançtan tutun, ufolulara inananlardan Afganistan’daki Talibancılara, fanatik evanjalistlere vs. kadar bir sürü örnek verilebilir buna. Ki aslında, bundan çok daha önemlisi “günümüz sıradan insanında” da aynı “dinselliğin” hali hazırda ete kemiğe bürünmüş olmasıdır burada söz konusu olan.

Sözün kısası ilinticilik ve bunun gitgide aşırıya kaçmış türleri, tarihsel olarak dogmatizmin düşünceye olan kötülüklerini engellerken , “mutlak”tan kaçınayım derken başka bir tür fanatizmin kapılarını açtı. Bir sürü “inanç”, örneğin “Ufolara inanmak”, “Hristiyanlık”, “uçan omletlerin dansı” gibi birbirinden çok farklı temeller üzerinden yükselen “inançları” eşdeğerleştirdi.  Böylelikle bir Hristiyanın ya da Müslüman bir teologun kendi monoteistik ya da mesela Eski Yunan’ın politeistik inançsal temeline dair bir metafiziksel bir önermede bulunması “imkansızlaştırıldı”. Ama metafizik pencereden kovulurken, paradoksal olarak tüm inançlar kendi dayandıkları rastgele bir “mutlak”ı kendilerine rehber edinme şansını elde etmiş oldular. Çünkü nasıl olsa “kendinde olan” (in itself) bilinemezdi. Bilinemeyecek ve hatta birçok okula göre düşünülemeyecek bir mutlak var ise eğer, bu durumda onun hakkında “akla dayanmayan” her türlü önermeyi yapma hakkı kendine görülebilir. İşte modernist eleştirel felsefenin gelip vardığı ve tökezlediği nokta tam da burası: Mutlak’ı dışarı çıkarıp attığımızda bunu bir metafizik’e yaslanmak gereği duymadan rahatça meşrulaştırmak serbestisi. Öyle ki, bu “inançlar” arasından bir ayrım yapabilmek, onların mantıksallığını sorgulamak ve hatta karşılaştırmak şansımız “ilinticilere” göre zaten yok!

Günümüzde “rasyonalist ateizm” adına ortaya çıkanlar bile “din”i böyle bir temele dayanarak eleştiriyorlar maalesef. Onlar da (Dawkins ve Hitchens gibileri) eleştirilerini bu temele yaslama rahatlığıyla yaparlarken, farkında olmadıkları şey, aslında eleştirdikleri inanç sistemleriyle aynı düzeyde bir metodolojiyi kullanıyor olmaları… Ve bu yüzden bir tür akıl’dan yola çıktıklarını iddia ederken, eninde sonunda akıl almayacak dinsel bir yola sapmaları pek şaşırtıcı olmuyor. (Hitchens gibiler Irak Savaşı’nı dinler arası kavgaya bağlayacak kadar akılsızlaşabiliyor, bağnazlaşabiliyor mesela.)

Peki buna verilecek yanıt yeni bir “dogmatizm” mi olmalı? Elbette ki hayır. Ama eleştirel felsefenin bunun dışında bilgiye “seksilik” katarak onu bir metinler ve metnin hükümranlığından kopamayan sığlığa dönüştürmesi gibi sayılacak zilyon tane zehrini akılda tutup, yeni bir spekülatif materyalist duruşa ihtiyaç var. Tam da bu yüzden Meilllasoux’un bu yoğun metni büyük önem arzediyor. Öyle ki, daha şimdiden felsefe dünyasında Meilllassoux ve onun eleştirisinden yola çıkıp türlü türlü geleneksel olmayan arayışlara girişilmiş durumda olması umut verici.

Bunu Türkiyeliler olarak farkında olmak daha da önemli. Çünkü ülkemizde politik ve kültürel konumundan kaynaklı olarak, (sözde) felsefe, metnin kendisini aşabilmiş değil, ve sırf bu yüzden “metin ve referans sıralamak”, örneğin Hegel’den ya da (eğer bizim felsefeci iddiasındaki zatın zihinsel kapasitesi o denli bile gelişmemişse) Derrida ve türevlerinden yola çıkıp “obsküranist” bir kendi içinde “tutarlı” (ki tutarsız olanları daha fazla ama neyse!)  ama “fantastik” girişimlerde bulunmak gayet kolay ve yarı-entel müritler tarafından “felsefeci” etiketi yapıştırılmaya yeter durumda ne yazık ki. Halbuki felsefe, imaj’daki ve söz’deki parlaklığın çok ötesinde bir araştırmaya, hakikatın ve gerektiğinde karanlığın kendisine doğru inatçı ve yine yeri geldiğinde gayet “sıkıcı” olabilecek bir mecraya açılmakla gerçeklenme şansı bulabilir.  Sırf bu yüzden olsun kendi efendi gösterenini kaybetmiş psikotiklerin ya da şimdinin nihilistlerinin boşluklarını doldurmak, fantazilerini sağlama almak için felsefe’nin araçlaştırıllaştırılarak hadım edilmesine engel olmak, onu bu türden bir gericilikten kurtarmak gerek! Bu da hepimize, bilimcisinden militanına kadar sistematik ve kararlı bir çaba gösterimini gerekli kılıyor. Ve Meillassoux’un After Finitude‘u  bu yönde atılmış ilk ve çok önemli bir adım, ve şükürler olsun ki meyvelerini de şimdiden veriyor.

Etiketler: , ,

19 Yanıt to “Postfelsefe nasıl hadım eder ya da neden XI. tez tersine çevirilmeli üzerine”

  1. Emin Reşah Says:

    Doğru bir tavır değil belki, yine de itiraf ediyorum: Yazıyı okuyunca güldüm.

    Bunun yazının aktarmayı amaçladığı düşünceyi, bir açıdan felsefe savunmasını beceremiyor olmasıyla ilgisi yok, naçizane düşüncem gayet başarılı bir yazı olduğu; asıl sebep nesneler dünyasının gerçek olduğuna dair bugüne kadar felsefecilerin elinde gerçekten ne olduğunu düşünmem. Daha doğrusu bilimin (veya dilerseniz Bilim’in) sağlamadığı ve ayaklarını bir ölçüde bilime dayamayan hangi felsefe, daha büyük tartışmaların ve giderek soyutlaştığı için insanların geneli için hakikat sunan veya eğiten özelliğini kaybetmenin önüne geçebildi? Felsefenin böyle bir derdi olmadığı da iddia olunabilir tabi, velakin meselenin gerçekte hakikat değil, kültürel bir mesele olduğunu ve büyük isimlerin bile anlaşılmak için küçük insanların ortak olduğu dile muhtaç olduğunu gözönüne alınca, hakikatin (veya Hakikat’in) felsefenin reklam aracından başka bir şey olmadığını düşünüyorum, naçizane.

    İnsan Kur’an’ı okurken Allah’ın konuşmasına şaşırıyor, ama felsefeci nam kişioğullarının bazısının böyle konuşması daha da garip geliyor bana. Hakikatin tabiatı konusunda, misalen şu yazıyı yazdığım bilgisayarın benden bağımsız varolup olmadığını, varsa bu varlığın sadece arazlardan mı, yoksa cevherden mi kaynaklandığını, içine kendinizi katmadan nasıl bilebilirsiniz? (Cevher’e töz diyoruz da, araz’a ne diyoruz unuttum, eski kelimeleri kullanınca belki anlam da değişiyordur, veya ben yanlış biliyorumdur, cehaletimi bağışlayın.)

    Nasıl bilebilirsiniz? Bilen siz olacaksınız ve içine kendinizi katmayacaksınız ve bunu da bana kendi kullandığınız dil olmadan açıklayacaksınız… Böyle soruları cevaplarken bir değil birden fazla kere ihtiyacımız var kendimize.

    Bu soruları insanın hayatına insicam ihtiyacının getirdiğini düşünüyorum. (İnsicam=coherence). Kimileri için Tanrı’nın varlığı, böyle bir insicamın asıl kaynağı, kimileri için tüm evreni belirli bir sistematik içinde açıklamak böyle. İçinde “mutlak” olmasa da veya çelişkili düşünceler öne sürse de, neticede çevresindeki her şey hakkında bir fikri olabilmek normal bir ihtiyaç. Modern zamanların krizi de belki bu ihtiyacın tam olarak karşılanmasının zorlaşmasından kaynaklanıyor. İnsan artık ne kendine, ne çevresine bir anlam verebiliyor ve giderek yanlışlanması mümkün olmadığı için doğrulanması da mümkün olmayan sözler üretiyoruz…

    Bir amipken hayat ne kadar da güzeldi. (Veya başka bir şekilde: Önceden düşünenler dindarları hakir görürdü, artık onlara imreniyorlar.)

    Neyse de, aklıma bunlar geldi, paylaşmak istedim, bir de tabi muhtemelen sayısız defa işaret edileni: Bütün yanlışsa, yanlışların bütünlüğü de yanlış olur mu?

  2. kacakkova Says:

    baba eline saglik,
    bilmedigim bir yazar/düsünür ile tanistik sayende….
    bana “birincil nitleikler” “ikincil nitelikler” bahsiyle roy bhaskar’i hatirlatti, “gecisli nesne”ler “gecissiz nesne”ler ayrimi vardi onun.ama bhaskar kantgil ayrimlar üzerinden giderek bir tür materyalizme variyordu, benim anladigim haliyle…..
    (edit:üzerinden giderek demeyeyim, ayrimlari kantgil ayrimlari sürdürüyordu diyeyim daha iyi olur)
    bhaskar’a da tümden ikna olmuslugum yok fakat kantgil ayrimlari degerlendirmek konusunda burada bahsi gecen yazardan daha farkli yöneleri vardi sanki.neyse…
    simdi tanimadigim bir düsünüre laf etmis olmayayim, friendfeed’de dedigim gibi, senin bu degerlendirme yazisinin da bir cok baska baska yönleri var malum, tek bir noktaya indirgeyip konuyu daraltmayi da istemem ayrica….
    fakat meilllassoux’un ana elestirisi, kant-sonrasi felsefenin “Özne olmadan (öznesiz) bir ‘nesne’den söz edilemez”den burada bahsettigin sekilde anladigi sey üzerinden ilerliyorsa, bu tam olarak dogru degil kanimca….
    kant felsefesinin sorunsuz oldugunu söylemek imkansiz elbette, ancak kant’in teorik ayristirmalarinin tek yönünün böyle oldugunu düsünmek yersiz…misal althusseri alalim, epistemolojik ayrimlari fazlasiyla kantgildir bence ve kendine özgü bir materyalizm yönünde ilerler, basarili olup olmadigi yine ayri….”insan özne”nin henüz varolmadigi zamanlarin bilgisine atifla da kant’a atfedilen “ilinticiligi” temelellendirmek olanaksiz tümüyle.
    cünkü mesele bu degildir kant düsüncesinde, yani böyle koymamak gerektir meseleyi….
    lenin’in materyalizm ve amprikritisizm adli kötü kitabinda indirgedigi türde bir kant algilamasidir bu, hakli yanlari varsa bile bana kalirsa temelinde yanlis anlamistir, ya da yanlis almistir….
    “varlik olarak varlik’in bilgisi” zamanin hangi an’ina yönelirse yönelsin (gecmis, simdi, ya da gelecek farketmez), özne’nin özneliginin öncesine ya da sonrasina isaret etsin farketmez, kategorik olarak özne’ye kapalidir….
    (edit:”mutlak”‘in kendisi bir kavramdir dilin sinirlari dahilindeyiz cünkü, dilbilim “gösterge”nin sirlarini cözmeden evvel bizzat kant, “kavram olarak mutlak” ile “gercek mutlak” arasindaki ucurumun kapatilamayacagini ifade eder, ki bence haklidir)
    bu “ilinticilik” bahsi bence kant’tan cok hegel’in günahidir, burada söylediklerinden anladigim haliyle…..

    not:düzelir umuduyla biraz editledim sonradan, affola….

  3. kacakkova Says:

    “felsefenin neligi” hala bir soru(n) olmaya devam ediyor, bir bilinc formu olarak ideolojiden/dinden ve bilimden nerede nasil ayrildigi konusu hala bir sorun(n) yine….
    bu ayristirmalari bütünsel bir ögreti temelinde son kez netlestirmeye kalkan büyük isim althusser’di, sonrasinda daha da karisti isler…felsefe önce marksizmin sonra postmodernizmin “son” ya da “ölüm” ilanina ragmen yasamaya devam etti, ama artik eskisi gibi olamayacagini da kabul etmek zorunda kalarak….
    wittgenstein ile birlikte, kategorik ayrimlar konusunda baska bir kirilma daha gerceklesti…
    nietzsche sonrasi felsefe, bu dönüsümün eseridir, en önemli karsiligini da bence derrida’da bulmustur…..felsefe bu haliyle dine/ideolojiye teslim olmadigi gibi, bilime de boyun egmez, dahasi “bilimsel bilginin ideolojik bilgisellikten arindirilmasi” gibi bir görevi her zaman öteler, ötesinde kalir…
    buradan son paragrafa gelirsem, “felsefe’nin aracsallastirilmasi”, psikotiklerden ve nihilistlerden önce ve onlardan daha sistemli bir güdüyle “post-öncesi felsefe”de gerceklesti aslinda…
    bu nedenle felsefenin hadim edilmesinin engellenmesi gerekiyorsa da daha cok “hadim edilme kompleksi”yle yüzlesmesi ve bu kompleksi asacak bir aciklik bulmasi gerektigini düsünüyorum…..

  4. kacakkova Says:

    emin resah hosgeldin,
    tolga abi gelene kadar ben selamlamis olayim zatinizi….
    söylediklerinizi pek cok yönüyle yerinde buluyorum, fakat dünyayi bilme bicimimlerimizin sinirlariyla, dünyaniyi bu bicimlere indirgeme, bundan ibaret sayma arasinda bir sorun oldugunu kabul ediyorum ben sahsen….
    teorik bir sorun….
    careleri de teorik düzlemde kalinarak aranmasi kacinilmaz olan bir sey,
    felsefi “kuramsal pratik”in yine de kendine yer bulacagi bir sorunsal…
    söylediklerinin son satirina bunu eklemek isterim bir tek….

  5. KAPLAN Says:

    Tolgayı bekliyoruz.
    Gelsin bari:)

  6. Ömer Says:

    Tolga, Meillassoux’dan hareketle aslında geleneksel ve modern felsefenin en çetrefilli tartışmalarını titiz bir şekilde ortaya koymuşsun, eline sağlık, zevk alarak okudum. Bu tartışmalar Aristo’dan beri yapılan tartışmalara, belki ilk doğa flozoflarının da ana konularına götürüyor bizi.

    Cevher-araz, bilmek-inanmak, mutlak, hakikat gibi kavramlar üzerinde sağlam bir şekilde düşünmeden bu tartışmayı anlamak ve onu sürdürmek zor görünüyor.

    Aslında “felsefi görünüm altında dinsel bir formasyon içeren metinler” modern felsefe için hep bir sorun olmuştur. Oysa metafizik, Aristotelyen geleneğe göre “felsefe-i ula”dır. Felsefeyle teması sınırlı durumda olan çoğu kişi Kant’ın, felsefeden metafizik’i çıkarıp atmaya soyunduğunu sanır. Oysa onun yaptığı iş, bana bir tür ayrıştırma gibi görünüyor. Elbette “tanrı cevher”dir demek modern felsefe için doğrulanabilir bir önerme değil ama yanlışlanabilir de değildir. Fakat şurasını doğru anlamamız gerekiyor. Kant, “Tanrı’nın varlığı da yokluğu da kanıtlanamaz” derken “Tanrı yoktur” demiyor, bu felsefenin ve felsefecilerin işi değildir demek istiyor orda. Dolayısıyla Kant sonrası filozofları, romantikler ve analitikler olarak ayırmamız gerekiyor.

    Elbette şimdilerde Augustinus’un, Aquinas’ın ya da Descartes’in Grek mantığından aparma tanrı kanıtlamaları kimsenin umrunda değil. Kimsenin umursamıyor olması da Tanrı’yı ortadan kaldırmıyor. Yani elbette düşünmekle ilgili daha seksi konulara vardır, doğrudur. Ama tüm bunlar metafizik, ontolojik ve kozmolojik temelleri olan bir felsefeden alıkoymuyor beni.

    Şunu söylemeden edemiyorum: Felsefe varlık üzerine, hakikat üzerine, tanrı üzerine düşünmeyecekse neyin üzerine düşünüp hangi sorulara cevap verecek allah aşkına? Bu yaptığımız şey, felsefenin içinden Tanrı’yı çekip çıkarıp atmak ve böylece onu bilim ve teknik arabasını kan ter içinde koşturan hadım edilmiş yaşlı bir beygire dönüştürmek mi acaba? Postfelsefe hadım ediyor Tolga, bu doğru. Çünkü artık üretmek ve çoğalmak onun çok uzağında..

    Not: “Homo habilis” ile ilgili verdiğin bana bilimin de bilemediği şeyler olduğunu ve onun bir süre sonra bir tür dine, senin tabirinle dinciliğe dönüştüğünü hatırlattı. Çünkü o örnekte, bilmek yok, inanmak var.
    Not: Ama her halukarda düşünmek hala seksi bir eylem Tolga.
    Not: Emin, araz’a “ilenek” diyorlar şimdilerde.. Ne demekse..

  7. kacakkova Says:

    felsefenin icinden bir degerlendirme olmus bu dediklerin ömer usta, sagolasin….
    ff’deki verdigin baglantiyi da, Quentin Meillassoux hakkinda baska bir seyler daha okumak isteyenler icin buraya ekliyorum….

  8. AYŞEGÜL Says:

    Merhaba Kaçakkova,Ceylan’dan sonra bu post cuk oturmuş bence.Zaten ideolojilere karşıt tavırlarınızı daha önce okumuştum.Bırakalım o halde,ülkeleri felsefe idare etsin!Kant,tanrının yok olduğunu dolaylı yoldan zaten söylüyor.Tıpkı,Yaşar Nuri Öztürk’ün;Muhammed aslında ”yalandır” diye açıkça söyleyemediği gibi.Söylese neler olur kimbilir.Yalıtılmış her şeyden nefret eden diyalektik teori,aforizmayı da düpedüz benimseyemez.Tinin Fenomenolojisi bir deyimiyle,birer ”söyleşi”olarak hoş görülebilir bu kronolojik özdeyişsel biçimlemelerin.Zaten,Hegel her durumda savunduğu ilkeye ne zaman saygı göstermiştir ki…Kafaları dağınık kılan;bir konunun içinde olmak veya ”hep ötesinde durmak”,içkin içeriğine etki etmek.”Özne kaybolursa,aforizmalar da geçici olandaki özsel ve zorunlu olanı görme unsurunu zorunlu üslenmek durumunda kalabilir.Hegel’in pratiğini fazlada küçümsemeden;tin’in yaşamı,kendini mutlak ayrışmada keşfettiğinde kendi özüne ulaşabilir.Başka deyişle,her pozitif negatifden ayrı bir güç değildir.İşin Natorp,Lange,Georg Simmel boyutuna da fazla paralel olmayarak,epistemolojisi kültürünü de gözardı edemeyiz kanımca.Sadece kürsü felsefesine takılı kalmak,bu kadar güzel emeğini görmezden gelme takıntılarımızı ayaklandırabilir!Doğa bilimlerinin sonu olmadığı gibi,felsefe ve ideoloji üzerinde de subjektif yama yapmak en büyük yanılgıdır.

  9. Ömer Says:

    Ayşegül hanım, Hegel’e ve özellikle Kant’a yaptığınız şey, düpedüz subjektif yama.. Kant’a Tanrı yoktur dedirtmek ya da bir başkasına vardır dedirtmek ne kadar da hoşumuza gidiyor böyle..

  10. KAPLAN Says:

    Ayşegül kardeşime yüzde yüz katılıyorum.Yamacı olmayan tek bir filozof,babaları hariç kim gösterebilir bize.

    Yazıda,bazıları paradoks gibi algılansa da,liberal düşünüşle zorunlu ittifakını neye bağlayabiliriz?! Burjuvaziyi,temel
    kategori olan bireysel hipostazlaştırırken,aradaki temel diayalektiği yeterince düşünmeliyiz.Güzel sıralamanda ki,bazılarında aynıyız ,Irak Savaşı falan denilmiş,Ahmet Altan efendiyle Murat Belgeye de sormalı tabi;Hayvanların,insanların,ya da ne farkeder makinelerin kullanıcılarından talep ettikleri eylemler de FAŞİST tutumlar,huzursuz savrukluk ve dengesizliği içerirler çoğu zaman.Nesnelerin saf işlevsellik yasasının otoritesine girmekle aldıkları oluşum,ya da biçin diyelim,onlarla teması sadece işleticiliğine indirgemekte,insanların ve toplumların hareket özgürlüğünde gerekse nesnelerin özerkliğinde herhangi bir fazlalığa ,eylem anının içinde sonuçlanmayacak,tüketilmeyecek ve oluşumun çekirdeği olarak varlığını sürdürerek diğer bir
    artığa veya alternatife yasak koyarak,izin vermez!(Uzun bir savaşın başlangıcını,dincilerin söylemi ile;Tanrıdan başka kimse
    anımsamaz.)Manifesto filan,onlara hiç girmeyelim.Felsefe;varlık,tanrı,nesne üzerine düşünsün elbet,ama
    ideolojileride,bazı felsefeciler oportinist bakış açısıyla görmeyip,rahat bıraksın.Sadece Postfelesefe mi dini hadım ediyor?o zaman biri çıkar sorar diğer akımlara,”elinizi artık çekin kölelerin üstünden”diye…Son bişi,yumurta mı tavuktan,tavuk mu yumurtadan çıkmıştır;teori mi pratikden,pratik mi teoriden…Ben gözümle görmediğim şeye inanmam,okurum, dinlerim,yine de inanmam.Yine kürsü felsefecilerine dönüşüyor düşüncelerim Ömer bey,istemeden…Bu sizin görüş açınız,biz
    kapalı gözlükle koşan beygir takımına karşıyız yinede…

  11. Ömer Says:

    Kaplan abicim, size şimdi şuna inanın buna inanmayın filan mı diyen oldu? Burada felsefenin en temel konularından birisini anlamaya çalıştığımı sanıyordum. Siz kalkmış faşizmden, liberalizmeden, burjuvaziden dem vuruyorsunuz. Valla ben öyle şeyleri anlamıyorum. Sizin kadar kafam basmıyor o mevzulara. Siz zaten meseleyi çözmüşsünüz. Açıkçası bu bir türlü mana veremediğim yorumları okuduğumda acaba yanlış yazının altına mı yorum yaptım diye şüphe ettim kendimden..

    Efendim, provakatifçe gelecek biraz ama bu köhne ideoloji kalıntılarına beni karıştırmayın lütfen. Kimi nasıl anlamak istiyorsanız da öyle anlayın. Ne diyebilirim ki. Kesin bir şey varsa sizinle aynı dili konuşmuyoruz biz ve konuşma ihtimalimiz de pek yok gibi.. Çünkü maalesef gördüğüm kadarıyla, her durumda ezberlediğiniz o basmakalıp cümleleri sıralayıp duruyorsunuz..

  12. togliatti Says:

    arkadaslar, her yorumu ciddiye almak zorunda degiliz. sakin olun.

  13. KAPLAN Says:

    Olur mu hiç Ömer kardeş,senin kapasitene,benim kapasiteme dar gelir.Yanılgıya düşen sen değil,benim.Postun içeriğini iyi kavrasam bu yorumu yapmazdım herhalde:)Bundan sonra siteye yorum yazmama özgürlüğümü kullanacağım.Ancak kafam karıştı yahu:Kaçakkova,flexibel,relax bir adamdı.”O nerede allahaşkına?”Son bişi rica etsem;TÜRKİYELİLER ibaresini,TÜRK ULUSU olarak,hatırım için değiştirir misin?Sizin Almanya’da,ALMANYALILAR mı diyorlar?”Köhnemiş dediğin ideolojiler dünyayı idare eden”,acizane hani betimleyeyim de…Sinirlerine her daim hakim ol,kal sağlıcakla kardeşim.

  14. ayşegül Says:

    Üff yaaa ne zor konular bunlar yaa Kaçakova ağabey:)

    Off yaaa hepiniz çok şekersiniz işte…Üstelikte misafirperver ve etiksiniz

    işte:D:D:D

    Sevgilerrr

  15. boş arsa Says:

    Togliatti’nin (aslında sadece Togliatti’nin değil ‘aydınlanmacı’ yahut daha çok ‘aydınlatıcı’ tavra gönül vermiş birçok kişinin) yazılarında dikkatimi çeken, ortalığa çeki düzen vermek için sürekli bir tür etiketleme eğilimi var. Yani neyin ne olduğuna, ne olması gerektiğine dair ‘derin’ çözümlemeler ve şık tespitler ve hastalık teşhisleri ve kesinlemeler ve sonunda açık reçeteler var.

    Bu tavır, kanımca söylenenenlerin (ilinticilikle ilgili olan kısmın) doğru içeriğine erişmeyi güçleştiriyor. Bu kadar ‘bilir olmak’ta bir bilmezlik izlenimi uyanıyor.

    Hindistandaki kast sisteminin örtülü ve de son yirmi yıldır işleyemeyen fakat işlemek için çırpınan, ‘herkes yerini bilsinci’ uzantısını yaşıyoruz Türkiye’de. Özellikle üst yapı kurumlarına ait mesleki konumlara ulaşabilmek için artık torpile veya icazete eskisi gibi gerek yok da o yüzden.

    Frankfurt Okulu’nun aydınlanmacı söylemden ayrışmaya çalışan eleştirel anlamda daima canlı tarzını daha yakın buluyorum.

    Tabi ki daha önce bir kez yaptığım gibi ‘ciddiye alınmayacak bir yorum’ yazdığımın farkındayım.

    Sevgilerimi sunuyorum.

  16. togliatti Says:

    dikkat ederseniz, ciddiye alinmayabilecek olan, yazan zatlarin “etiketleri” degil yorumlarinin icerigidir. o yuzden hindistan’daki kast sistemi ya da turkiye’deki torpille is bulmak gibi ornekleri alip aydinlanmacilik’la yanyana koymanin da en hafif deyimle problemli oldugu asikar. aydinlanmacilik dediginiz “$ey” tam da kisileri sembolik konumlarina (din, meslek, cinsiyet, soy sop, irk) gore degerlendiren mentaliteyi ve siniflari karsisina almi$, bununla kavgasini vermis bir fikri ve eylemsel duru$tur… tarihsel olarak da bunun boyle oldugunu bilmem soylememe gerek var mi. ben yine de soyleyeyim de sapla saman birbirine karismasin.

  17. boş arsa Says:

    Şehirleşen ve merkezileşen Batı’yı modernizmin merkezi kabul edersek. Modernizmin, batı izdeşi -kendi gerçeklerini yani birincil nitelikteki toplumsal ilintilerini göremeyen- yerel şubelerine kendilerini memur edenleri kast ediyordum ben. Daha açık söyleme fırsatım oldu böylece.

    O yüzden ilk yoruma ‘aydınlatıcaları’ -bkz. çarlık rusyası- ekleme gereği duydum.

    Sevgiler.

  18. gunes ener Says:

    sevdim.

  19. Postfelsefe nasıl hadım eder ya da neden XI. tez tersine çevirilmeli üzerine (via Mutlak Töz) | Minimal ve Maksimal Yazılar Says:

    […] Postfelsefe nasıl hadım eder ya da neden XI. tez tersine çevirilmeli üzerine (via Mutlak Töz) Posted on September 19, 2010 by Cengiz Erdem • Philosophy as Biography • • Alain Badiou • • VIDEO Version • Benim felsefeye ilgim materyalizm ve onun eleştirel işlevi sayesindedir: bilimsel bilgiyi onun mistifiye edilmiş tüm ideolojik bilgiselliğinin karşısına almaktır. Ahlaki temelde bir mit ya da yalan karşıtlığından değil, onların akılcıl ve sistematik eleştirisinden bahsediyorum. Louis Althusser [kaynak] Burada bır zamandır okumaya çalıştığım bir felsefi metinden kısaca sözetmek istiyorum. Zira şu ana dek metnin sadece 2 bölümünü yani 50 sayfasını … Read More […]

Yorum bırakın