kıskananlar çatlasın makamında recep tayyip erdoğan

by

Mevzunun aklımı bu kadar çeleceğini düşünmezdim, ama dün takip ettiğim bloglar, akşamda tesadüf ettiğim haber akışı öylesine nüfus ediciydi ki, iki çift laf etmesem öbür tarafta hesabı sorulur diye düşünmeye başladım. Erdoğan ile gurur duyma hali öylesine bir atmosfer oluşturuyor ki, kendi gurur duy(a)mayışımın nedenlerini düşünmeye zorlanıyorum. Ellerinde türk bayrakları, Erdoğan’ın yollarına dökülen karanfiller, „kıskananlar çatlasın“ makamına uydurulmuş “recep tayyip erdoğan nağmeleri”yle coşan kitlelere bakarken, duyduğum sıkıntıyı kendi içimden katetme zorunluluğu duyuyorum. Nasıl oldu da “diplomatik krizler”den ulusal ve hatta bölgesel “kahramanlar” çıkarılabilir bir dünya meydana geldi onu düşünüyorum mesela.

Yaşını başını epey almış bir adamın, coşkulu ve titrek bir sesle bir televizyon kanalında “Yavuz Sultan Selim geliyor” diye mikrofona bağırması,  bu zorunluluğa son noktayı koydu. Yoksa bloglardan ve medya köşelerinden başbakana yazılan meptuplar, sonunda böylesi bir olayın şaşaalı bir haber olması sorun edilecek şey değildi. Dünya onu konuşuyor şimdi nede olsa. Obama’yı bile solladı yarattığı gündemle, Cavez’i bile çokç ok aştı ezilenlerin sesi olmakta. Bu noktada Tayyibin ne olduğu da değil, insanların onu „alemin kralı geliyor, geliyoooor, geliyooorr“ diye algılaması beni düşündürüyor esas olarak. Mesela şu, „ananı da al git“ diye sesi kesilmiş adamın ne hissettiğini, bu gururdan payına düşenin ne olduğunu merak ediyorum gelişmeleri izlerken. Gurur duymuyorsa derdinin ne olduğunu ya da olabileceğini düşünüyorum ister istemez. Bu gurur noksanlığı kuşkulu bir ruhun septomu mudur, yoksa bu coşkulu gurur dalgalanmalarının kendisi bir başka septomdur da, bizde sesi çoktandır kısılanlarımız bu yüzden mi çaresizdir bilemiyorum.

Dünyaya posta koymuş, mazlumun sesi olmuş, sümsüklüğü noktalamış ve dönüşünde milleti tarafından ve dahi ortadoğunun değişik halkları tarafından „kahraman“ olarak bağra basılmış bir „delikanlıya“ bile kulp takabildiğime ve burun kıvırabildiğime göre, derdimi anlatmaya çalışmalıyım. „Davos Fatihi“ni, yiğidi öldür hakkını yeme dusturuyla söyleyecek olursam, „densizlik“le koyduğu tavrı dolayısıyla doğruluyorum ben de, öncelikle bunu belirtmeliyim. Yani densizlik oldu, efendim diplomatik racona ters düşüldü, uluslarası çıkarlarımız zedelendi, rezil olduk falan diyenlerden ayırayım bir kendimi. Onayladığım tek şey varsa o da bu „densizlik“ halidir bilakis. Olur olmaz, “avrupa avrupa duy sesimizi” diyen bir milletin başbakanı, “benim için davos bitmiştir, ben gelmem bu avrupaya bi daha” demesi bile takdire değerdir!

Ama mesele bu değil, konuşacağımız şey bundan ibaret olamaz. Ötesinde „doğruyu söylemek“le Erdoğan’ın herhangi bir şekilde “kahraman”laştırlabileceğini düşünmüyorum. Doğruyu söylemenin kendisi bir sorunsa, onu söyleyenin Erdoğan olması başka bir sorundur. Çünkü eğer “ezilenlerin gururu“ndan ve “sessiz yıpınların sesi“nden sözedilecekse, Erdoğan’a bakışımız hiçbir şekilde o sahnedeki tavrıyla sınırlandırılamaz. Kaldı ki birilerinin kahramanlaştırılması her zaman kuşkuyla karşılanması gereken bir şey benim açımdan – “bu konuda hassasum!“-  ; birilerinin kahramanlığından söz edildiği anda „şartlı refleks“ gibi, „lan acaba ne iş dönüyor“ sıkıntısı başlıyor ben de.

Ayrıca hem zamanımızda „doğruyu söylemek“ nedir allasen? İsrail/Filistin sorununda hep aklıma gelen bir şey oldu bu. Doğruyu söyleyen kim? Ne söylüyor?  Nerede söylüyor? Ve aslında doğruyu söylerken ne söylüyor? Şimdi yine gündemin gerisindeki teorik hadisenin esasta bu olduğunu düşünüyorum. Teorik dememe de bakmayın aslında politik bir hadise bu. Foucault’yu hatırlayalım mesela; „muktedir olanın doğruyu söyleme koşulu yoktur“ aslında. Yani, hakikat, gücün temsilcisi olanın mahrum olduğu şeydir. Ama zamanımızda „doğru söylemek“ dediğimiz şey de dönüşüme uğramış durumda bu yanıyla. Daha da temelinde hakikat dediğimiz şeyin kendisi dönüşmüş durumda. Bu dönüşümleri anladığımızda, belki tayyip’in bir “dünya başbakanı” olmasını  değiştiremeyiz ama, “doğruyu söylemek”le “erdemli olmak”  arasındaki bağın bozulduğunu ve dolasıyla manzarayı başka şekillerde anlama imkanımız olduğunu görebiliriz. Gücün temsilcisi olanlar, temsilcisi oldukları gücün zemininde “doğru” söyleyebilmektedirler artık. Ancak artık doğru söylemenin yapısı ve işlevi de tam da bundan dolayı değişmiş durumdadır; „doğruluk“, burada hangi „hakikat rejimi“ni meşrulaştıriyor, hangi „bilgi/ikitidar yapısını“ doğruluyor sorusu devreye girmektedir ister istemez.

Kalirind’in, „davos vukuatı“ üzerineyorumlarda  konuşurken söylediği bir şey var; “orada konuşan bendim” şeklinde. Sanıyorum, iktidar yalakalarını saymazsak, genişce bir kesimin duyduğu gurur, sadece „ezik insan psikolojisi“ deyip çıkabileceğimiz bir durumdan ibaret değil. Kalirind’in söylediği gibi büyük çoğunluk, sanki orada kendi konuşuyormuş gibi hissediyor ve o hisle, „ben de olsam postamı koyar basar giderdim“ diye düşünüyor. Bu yanıylada sadece israil’e bir cift sözü olanlar değil, dünyanın efendilerine, zenginlerine, ayrıcalıklılarına söyleyecek sözü olanlar da bu türden bir özdeşleşime girebiliyorlar şimdi. Anlaşılmaz değil, duyulan heyecana hak vereceğimiz bir boyutuda var gelişmelerin. Ancak yukarda belirttiğim sorulardan bakınca bu özdeleşmenin bir tuzak olma ihtimalini, yabana atamayacağımız bir tehlike olarak görmeye başlıyorum ben. Tuzağa düşüp düşmediğimiz sorusu, sonradan anlayacağımız bir şey değil burada. Yani, Tayyip’in tavrının devamını getirip getirmemesiyle netleştirmeyeceğiz bunu, aksine bizzat şu anda olayın vuku bulduğu bu sahnede tabloya „yamuk bakmak“la cevabını bulmak zorunda olduğumuz bir şey bu. Bir kez daha oluşan bu büyük “koro”da hangi seslerin bastırıldığını anlamak zorunda olduğumuz bir şey.

Aslında „orada konuşan bendim“ duygusunu dışarıdan sorun etmenin bir güçlüğü de sözkonusu. Ama bu güclük, sorun etmenin yanlışlığından kaynaklanmıyor, orada konuşanın kendisi oldugunu düşünene haksızlık etme, bir şekilde sesinin karşılık bulduğunu düşüneni incitme ihtimalinden kaynaklanıyor. Dolasıyla kahramanlara inanmayan ben, „davos fatihi“nin ne dolaplar çevirdiğinden fena halde kuşku ederken ve dahası „varlığının meşruiyeti“nin bir sorun olduğunun sıkıntısını duyarken,  dile gelen sesin kendi sesi oldugunu düşünenle orada konuşanı ayırdığımı, ayrı ayrı değerlendirmek gerektine inandığımı da belirtmek geregi duyuyorum. Bu özdeşleşmenin yanıltıcı olduğuna değinirken, bu iki öznenin –konuşan özneyle orada konuşanın kendisi olduğunu düşünen ve o hisle gururlanan özne- iki ayrı koldan analiz edilmesi gerek sanıyorum.Bu ise bizi doğrudan siyaset felsefesinin ezeli „temsil sorunu“yla karşı karşıya getirecektir ister istemez. Ama bu yönde ilerlemek şimdilik imkansız, yalnızca özeşleşmenin içerdeği ayrıma ve önemine işaret etmek için belirtiyorum bunu.

Şu halde hadisenin özüne dönebiliriz. Burada, „doğruyu söylemek“, „doğru bir tavır koymak“ üzerinden gerçekleşen özdeşleşmenin yanılgısının, Erdoğan’ın „ontolojik ikiyizlülüğü“ diyeceğim şeyden kaynaklanıyor olduğunu düşünüyorum. Mesela, „öldürmeyeceksin!“ diyen Erdoga’a, „evet sen de öldürmeyeceksin“ demek zorunda olduğumuz bir zemin var. Bunu diyecek olan elbette Perez olmayacaktır. Ve bunu diyecek olana da, şimdilik ses etme, bak adam israil’e, Batı‘ya neler diyor, senin adına ezilenler adına kafa tutuyor denilemez. Aksi halde „sessiz yığınların sesi olmak“ tuhaf bir hal alır.

Eğer başka bir bağlamdan bakılırsa, Erdoğan’ın Perez’e efelenmesinin sanıldığından daha büyük bir sahtekarlık olduğu ve o diklenmenin neleri örtbas etmeye çalıştığından kuşkulanmanın gayet meşru kabul edilmesi gerektiği de anlaşılacaktır. Kendi mahallesinde önüne geleni ezene, güc sahibi  olarak ona buna eziyet edene, öbür mahallede oranın dayısına dikleniyor diye „delikanli“ diyemeyiz. Üstelik o „dayı“yla onca stratejik/uluslarası/bölgesel ilişkiler ve çıkar ortaklıkları içindeyken. Ayrıca Erdoğan’ın söylediği şu „sesini yükseltenin suçluluk psikolojisi içinde hareket ettiği“ sözü doğruysa eğer, bunu aynı zamanda bir itiraf olarak da değerlendirebiliriz. Bu durumda da Erdoğan’ın „sessiz yığınların sesi“ olurken bununla ne yapmak istediğini, ne yapmaya soyunduğunu sormak durumundayız. Bu türden soruları sorduğumuzda alacağımız olası cevaplar eğer duyduğumuz gururu teyit ediyorsa ne ala?

Toparlayayım: Erdogan’in kimi söylediklerinin, kendi söylemek isteyecegim ya da kendim orada olsam söyleyecegim sözler olmasının, anlatmaya çalıştığım sıkıntının kaynağı açısından hic bir önemi yok. Aynı kelimeleri dahi kullansak ve aynı sözleri dahi söylesek, aynı densizliklerin sahibi gibi görünsek de,  o ses benim sesim degil, orada ben konuşmuyorum, işte bütün mesele bu.

21 Yanıt to “kıskananlar çatlasın makamında recep tayyip erdoğan”

  1. Tansel Says:

    Tekrardan merhabalar efendim uzun zaman sonra.. Bazı çalışmalarımı tamamladım.. Bazılar devam ediyor.. Kör topal ilerliyoruz.. Ama bu arada siteyi de okumaya devam ediyordum. Bi kafamı çıkarayım madem öyle dedim kaçak abicim:)

    Bu arada ben de aynı senin düşündüklerini düşündüm. Yahu Recep kardeşim, sen önce kendi çöplüğünü bi temizlesene diyesi oldum. Ya sev ya terket veya hutta 1 Mayıs’ta yediğimiz copları. Daha yeni kesilen burslarımızı, işten atılan üniversiteli arkadaşlarımızı gördükçe bu “mazlumların sesi” teranesine diyecek bi şey kalıyor tabi:”Hadi lan ordan!”.

  2. farukahmet Says:

    Vallahi bu aralar yazmak istediğim onca şey olmasına rağmen bir türlü kendimi toparlayıp yazamadığım gibi, bu konuda da şöyle sistematik düşünüp bir sonuca varacak kadar tâkât yok içimde. O yüzden elime geldiği gibi birkaç şey diyeyim:

    1/ Benim ilk tepkim bir hoşnutluk ve gülümsemeydi. Önceden planlanmış bir şey olduğunu düşünmüyorum; en azından bu kadar ince ince hesaplandığını sanmıyorum. Karısının (ismini unuttum şimdi) gözyaşlarının da sahte olduğunu düşünmüyorum. Söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkilere işaret ederek “bunlar rol, samimi değil” denmesini de anlamsız buluyorum. Bu, “insan”ın bir akıl hayvanı olduğuna ve daima çıkar ilişkilerinin tutarlı sonucuna uygun hareket ettiğine yönelik çok eksik bir kanının lafları olabilir ancak (senin dediğin bu değil zaten, kastettiklerim başkaları). Tayyip Erdoğan’ın Filistin konusundaki hassasiyetinin, çoğu diğer Türkiye insanınkiyle paralel şekilde, ortak dine sahip olmalarının sonucu olduğu, ve bu ortaklığa sahip olmadıkları durumlarda şimdi akıllarının almadığı caniliklere kolayca göz yumabildikleri/yumabilecekleri bir sır değil. Bu, kendini bu bahislerde daha yüksek -soyut- bir ahlâk içinde eğitmiş kişiler hariç herkes için de geçerli (bu da insanların çoğunluğudur). İlkesel olarak böyle bir tutarlılığı ondan isteme hakkına sahibiz, ama bu ancak bir “umma” olur, gerçekleşmediğinde şaşıracağımız bir “beklenti” değil. Bu bakımdan, günün sonunda, öyle bir yerde böyle şeylerin (hem de senin dediğin gibi tam da böyle kaba saba şekilde) söylenmesi beni gülümsetti ve hoşnut bıraktı. Bu birilerinin yapması gereken pis bir işti ve olgunlaşmamış, yontulmamış cüretiyle Erdoğan, bu iş için biçilmiş kaftan. Ama bu kadar: kahramanlıkmış, ders vermekmiş, dünya-başbakan-görsünmüş, ezilenlerin temsilcisiymiş… aptalca, çocuksu şeyler bunlar. Çocuksuluğun kontrolsüz gaddarlığını da içinde taşıyor. Bunu Türkiye Yahudilerine hemencecik yöneliveren kızgın bakışlarda ve lâflarda görüyoruz.

    2/ Beni en rahatsız eden kısmı, Tevrat’tan “öldürmeyeceksin” ayetini alıntıladığı kısımlardı. Bu aslında “İsrail’in yaptıkları Tevrat’tan kaynaklanan dinî edimler mi?” tartışmasıyla birlikte alınması gereken, dinin siyaset ve toplumsal hayattaki etkisinin niteliği ve sınırlarına dair, oradan rahatlıkla Huntington’a ve Fukuyama’ya ve Soğuk Savaş’tan sonra özellikle OrtaDoğu’da semirtilen ilkel “dinî” söylemlere atlayabileceğimiz zengin bir bahis. Bu konuda da -özellikle İslamî teoloji açısından- yazmak istiyorum kısmetse. Bakalım…

    3/ Benim asıl aklıma takılan bir soru oldu; arkadaşlarıma da sordum ama pek bir yanıt alamadım. “Dünya başbakan görsün”, “Davos fatihi” vs. gibi pankartlardan, sloganlardan aklıma takılan bir soru bu: Hamaset’in tüm ülkelerde ve kültürlerde olduğunu biliyoruz; bilhassa milliyetçi duygulara eşlik ettiğini de. Ama bu sloganlar yalnızca hamasî değil, düpedüz çocukça (“Çocukça” olmanın paklık, şiddetten uzak olma, iyi duygularla dolu olma anlamına gelmek zorunda olmadığını tekrarlayayım). Bu çocuksuluk da her ülkenin milliyetçilerinde var mı? Bizim toplumumuz mu unutmaya dayalı tarih ve ideoloji eğitimimizin sonucu böyle “immature” kaldı? Basitçe, fıtrat mı? Nedir? Elbette aklımda bazı muhtemel cevaplar var ama, senin fikirlerini de duymak isterdim sevgili Kaçak abi.

    E daha da uzatmayayım.

  3. metin Says:

    Başbakanın bu jestüeliyle alkışlayanlardan biri olmam (ama sadece bu kadarı, fazlası değil!) hasebiyle benim sevgili Kaçakkova Bey’in bu yazısına, ne zamandır göremediğim (ve bloğunun kapısını da kilitlemiş olduğu) için çok üzüldüğüm sevgili Tansel Bey’in ve bir de sözlerini zevkle, ilgiyle, büyük bir dikkatle okuduğum Farukahmet Bey’in yorumuna bir şekilde kendi adıma cevap vermem mi gerekir acaba? Yok hayır diyorum içimden, gerek bu yazı, gerekse yorumlar, konunun en temel hususlarına gayet güzel dokundurmuş, zihin açıcı bir hal getirmiş. (Bir de ben bu muteber mekanda oturup uzun uzun ve ciddi ciddi yorum yapamıyorum, çekiniyorum! Bu da günün itirafı olsun!)

    Şunun altını çizmek istiyorum: Bu yaptığıyla Erdoğan’ın eli kolu bağlıdır artık: Bundan böyle çifte standardın hesabı çok daha yüksek sesle ve çok daha kolayca sorulabilir. Bence bu çok önemli meselâ.

  4. metin Says:

    “Başbakanın” değil “başbakanı” olacaktı, pardon.

  5. Mister No Says:

    İçinde Foucault’nun geçtiği bir yazıya yorum yapmak beni aşar. Erdoğan’ın sesi sadece bu olayda benim sesimdir.Farklı olarak benim sesim Sudan devlet başkanına da karşı çıkardı,Uğur Kaymaz’ı öldürenlere karşı da.
    Bu arada Tansel’e hoşgeldin diyorum.
    Recep kardeşimiz önce kendi çöplüğünü temizlemelidir.Burslar ve işsizlik bu konularla ilgisiz 🙂
    Faruk Ahmet Bey,
    1.Hassasiyetin nedeni öldürülenlerin Türkiye çoğunluğuyla ortak dine sahip olması ve öldürenlerin farklı dinden olması. Bu bağlamda Sudan devlet başkanı bir sorun değil.Hamasçılar ve Fetihçilerin birbirine ne yaptığı da.
    2.İslam teolojisi malzeme açısından bereketli bir alandır.İyi ki Şaron Kur’anı bilmiyor.
    3. Tribunlere coştu.Osmanlıcılık geliyor.At (devlet) asil binicisini buldu.

  6. kacakkova Says:

    tansel hosgeldin…..yahu ara sira cikar kafayi söyle, ses ver….calismalar tamamlanir kör topal, hayirlisiyla…..bekliyoruz efenim….

    faruk abi, belirttigin her üc noktada, davos fatihinin algilanmasina iliskin baska boyutlari katiyor isin icine…..özellikle ikinci madde senin de belirttigin gibi, soguk savas sonrasi dünyanin politik hadiselerine ve kamplasmalarina uzanmayi gerektirecek bir refleks olarak okunmaya baslandiginda, ortaya cok sey cikacaktir…..
    “cocuksuluk” meselesine gelince…..bunun her türden milliyetciliklerde olmasi muhtemeldir saniyorum, ama farkli sekillerde ortaya cikiyordur…..ama bizdekinin ortaya cikis bicimi, hem eglenceli, hem endise verici hem de ürkütücü olabiliyor, gördügümüz üzere…..biz de egemen olanin toplumun böyle cocuk kalmasini istedigini söyleyebiliriz elbette…..devletin hem ana, hem baba olarak bir bilince dönüsmüs olmasi biz de hic de modern zamanlarin sorunu degil bu yaniyla……müslümanlarin osmanliyi hatirlama bicimlerinde de bu bilincin derin izlerini görebiliriz belki…..üzerinde cok düsünmedim, bu “cocuk kalma” dedigin sey üzerinde durmaya deger…..

    metin usta, cekinecek ne var, bizi yorumlarinizdan mahrum etmeyiniz….erdogan’in elini kolunu bu vesileyle bagladigina katilirim, ama isin icinde baska hesaplar varsa ve kastetigim ikiyüzlülügüde hesaba katarsak bundan siyrilmakta zorluk cekmeyecegini de söyleyebiliriz….yani bu sekilde algilandigi sürece “icerde” demokrasinin “disarda” adaletin temsilcisi olma rantini daha epey bi yiyecektir muhterem….bilmiyorum sonunda yedikleri helali hos olsun diyebilecek miyiz…..ben bundan korkuyorum…..

    mister no, at binicisini buldu, yagiz at kisnedi, tribünlerde meksika dalgasi durunca herhalde görecegimiz sey yine ati alanain üsküdari gecmis olacagidir….bu arada, mister no’yu ne cok severdim, uzun zaman oldu, acaba devam ediyor mu hikaye, manaus’ta ne var ne yok….

    kolay gele cümleten…..

  7. kacakkova Says:

    bi de “öteki davos” ya da “anti-davos” var, öyle kiyida kösede haber oldu küccükten….

  8. Tansel Says:

    Misterno işsizlik demedim:) Üniversite bünyesinde çalışan arkadaşlarımız daha yeni “tasarruf tedbirleri” gereği işlerinden atıldılar. Ayrıca burslar da kesildi.. Bunlar hükümet ve YÖK kanalıyla ve MEB kanalıyla gerçekleşti.. O kadar mazlum edebiyatı çektikten sonra ben de çıkar bu mazlumlara yaptığın nedir bilader diye sorarım ama haksızmıyım:) Nasıl alakasızmış? Baya alakalı işte.. Hem de göbekten..

  9. kafcamus Says:

    o ses kat’a bizim sesimiz olamaz; posta koyup, ondan sonra “benim lafım aslında moderatöreydi” şaklabanlığına şu soruyu eklemek farz en basitinden, ilk aklıma gelenden: uğur kaymaz’ın, 12, vücuduna 13 kurşun girdiğinde başbakan ebem değildi herhalde. heyhat, bazen metnin tamamı görülmeyince, görülmek istenmeyince tek hareket kahraman olmaya yetiyor memlekette. o ses kat’a bizim sesimiz olamaz…

  10. kacakkova Says:

    kalirind “o ses” baslikli bir yaziyla hem kendi “o ses benim sesimdi” tezini hem de benim buradaki o “ses benim sesim degil”di iddiami tartisiyor……
    deginilen noktalarin karsiliklari önemli ölcüde yukarda yazdiklarimda var, ayni yerleri uzatip tavsatmayayim…. baskasinin sesi bazen bizim sesimiz olur elbette ve bunu mümkün kilan kosul ideolojik aynilik degildir….politik angajmanlar ya da benzerlikler ya da yakinlilar hic degildir…..tipki benzer kelimeleri söylemenin burada sesimizi aynilastirmadigini, özdeslestirmedigini söyledigim gibi, benzermis gibi görünen ideolojiler ve politik cizgiler de böyle bir iliskiyi getirmez….ayni ideolojik dünyada bile aslinda ayni dünyada yasamayabiliyor insanlar ve ayni dili kullanmayabiliyorlar…..görünenin aksine…..derinligi tam anlasilmamis basit bir yanilgidir bu…..
    ne de söylemsel aynilik bir kosuldur…..”ayni kelimeler”in bile bir tuzak olabilecegine isaret ettigime göre, seslerimizi bulusturan ve ayristiran seyin baska sekillerde anlasilmasi gerektigi aciktir sanirim….
    ayni kelimeleri kullanirken sesleri birbirinden ayiran seyin ne oldugunu, ya da baska baglamlarda farkli konumlarda farkli sekillerde konusan insanlarin seslerini bir zeminde bulusturan seyin ne oldugunu belirlemek önemli ve bu yazi baglaminda ucu acik bir sorun…..
    ben bunun icin mesela, bu türden olaylarda, marksistlerin “sinifsal analiz” diyecegi seyin bir yönden meseleyi anlamak icin gözönünde bulundurulmasinin yararli olacagini düsünüyorum….ama kendi basina yeterli degil (hatta kendi basina alinirsa ve is bildigimiz marksistlere birakilirsa, yandik) bir anda herseyi dümdüz eden bir sey cikacaktir ortaya :)…..
    dolasiyila bu analiz isine girisildiginde yazida isaret ettigim foucaultcu yaklasim dahil edilmelidir…..hatta bu analiz belirliyici olarak alinmalidir, yani “söylem/sel analizi”…..
    muhtemelen “ideoloji elestirisi”ni de hazirda tutmak gerektir….özellikle bilgi ile bilginin dolasimini göz önünde bulunduran ideoloji elestirisi…..”hakikat, söylem ve hegemonya” üclüsünü bütünlüklü olarak isleyen bir analizi de yine tam buraya ilistirmeliyiz ayrica…..
    bi de hakikat rejimlerinin hem teorik hem de politik sinirlarini gösteren bir tür “arkeolojik analiz”in gerekliligi var ki, yazida üstünden ima etmeye calismistim….
    “hakikati söylemek”, su halde, bir cok yerde karsimiza cikabilir….bir cok farkli seslerde ayni hakikat dile getirilebilir…..hakikat, kalirind’in dedigi gibi politik temsilcilerin kendisine ragmen ve bu temsilcileri alt etmek üzere dile gelebilir…..yine de tam da bu noktada ve bu anda belirli bir gercekligi ya da hakikati söyleyebilecek olan ya da söyleyen bütün seslerin, simdi bunu söyleyen seste bulustugunu, özdeslestigini ve karsilik buldugunu varsayabilecegimiz anlamina gelmiyor…..
    dedigim gibi, sesinin karsilik buldugunu düsünene bir sey demek zor, fakat “cok benziyor ama yine de…” diyenin “o ses benim sesim degil” deme zemini oldugunu ortadan kaldirmiyor bu zorluk…

  11. Elestirel Gunluk Says:

    Kendi mahallesinde önüne geleni ezene, güc sahibi olarak ona buna eziyet edene, öbür mahallede oranın dayısına dikleniyor diye „delikanli“ diyemeyiz

    Ben de sana Davos Fatihi’nin fatihi diyesim geldi valla. Bilmem benim sesim mazlumdan sayilir mi bu baglamda 🙂

    Bu delikanlinin kendi mahallesindekiler yaptiklarinin yanisira, kendi mahallesindekilere diger dayilar tarafindan yapilanlara karsi hangi delikanli tavri koymus? Turkiye’deki nice ezilmisleri (kurt, solcu, alkevi, ermeni, ve cinsel farkliliklari olan guruplari) ne zaman savundu bu adam? Mesela su Hayata Dönüş Operasyonu konusunda, ya da cocuklari olduren, iskence eden, cocuklari yasadisi orgute uyelikle suclarken yargi sistemi ne dedi bu “delikanli”?

    Bir de hani su sesi kistirilmis mazlumlar var ya onlar sadece musluman kardesleri zuluma ugradiginda mi Sultan Selimini ararlar? Nerdeydi ulan bunlar joplar ve elektirikler kendi insanlarinin en olmadik yerlerindeyken? Cildirtir bu toplum insani yav.

  12. Bulent Murtezaoglu Says:

    Ben o ses kimin sesi sorusundan ziyade, su veya bu sekilde hosa giden o ses ciktiktan sonra olanlarda ne gorduk ne gorebiliriz neyi kacirmamaliyiz onu merak ediyorum. Kisaca gorur gibi olduklarimi yazayim.

    — Her ne kadar ‘adalet’in sesi, ‘iste tavriyla Musluman nedir gosterdi’ filan denen yerler gordumse de, kitleleri memnun eden seyin machismo oldugunu dusunuyorum. Evet kotu adama sertlik yapmanin adaletle ve Islam ogretisiyle ilintili taraflari vardir herhalde ama yapilan tezahurat adil oldugu icin degil guclu oldugu icin bence. Ustelik takdir veya destek yerine biat arzularini dile getiriyora benziyor kalabaliklar (yalan olma ihtimali var ama kalabaligin ‘vur de vuralim ol de olelim’ seklinde bagirtildigini da okudum). Yavuz Sultan Selim, Fatih vs. benzetmeler de bu resimde yersiz degil. Gucleri ve fetihleri yuzunden takdir edilen insanlar onlar, hem adam oldurtmeyi iyi bilirler hem toprak isgali (ozellikle Yavuz) icin zararli unsurlari temizlemeyi. Baska turlu algilamak mumkunse lutfen beni ikna etsin biri — mutesekkir olurum. (Baska bir dunyada yasiyor olsak, serre yaratilan bir guce karsi ‘dik durma’ vesilesiyle yapilan tarihi kisilik benzetmesi icin secilenlerden biri Pir Sultan Abdal olabilirdi mesela. Ne bileyim, o sazi kaldirip ‘excuse me, one minute, insan olduruyorsunuz, siz oldurmeyi iyi bilirsiniz’ filan diyen bir RTE hayal edin. O resim sizi guldurduyse — ki ben burada kikirdiyorum — lafin sahiplenilip sesin bir turlu sahiplenilememesinin bir sebebi de ortaya cikar.)

    — Dondukten sonra Erdogan bence gayet akilli konustu. Dinden ziyade milliyetcilige atif yapti, ustelik durusun ahlaki oldugunu ve milletin benimsedigi bir durus oldugunu soylerken dikkatlice Hristiyan ve Yahudi vatandaslari da duygularini seslendirdigini soyledigi milletin icine katti. Benzer bir cikisi yapip donunce karsilayan kalabaliga dinden dem vurup tekbir getirtmesi de, kendisine mucahit dedirtmesi de mumkundu herhalde. Bunlari yapmayi RTE de iyi bilir ama yapmiyor, yapmadi gorebildigim kadariyla. Ara sira dillendirilen bir ‘RTE asil tabanini merkeze tasiyor’ soylemi vardir, bu davranislari o iddiaya ek delil teskil ediyor olabilir. Biz tilki politikaci olmadigimiz icin o ses de o dil de bizim degil belki ama hayra hizmet etmedigini soylemek de zor.

    — Basina, koselere yansiyan fikirleri pek dogru bulmuyorum. “Sunepe monser” vurgusu bence yukarida isaret ettigim machismo imasina yararken, muesses nizamla olan hesaplari ve iliskili kini RTE’nin popularitesi uzerinden ifade eden bir suru insan var galiba. Bu saglikli gelmiyor bana. Benzer sekilde ‘sorarlar ve yaptirirlar adama’ havasinda yurt disinda tutarlilik empoze den bir guc varmis gibi davranilmasi bence abes. Bunun yurt ici icin olan tarafi ise haksiz, cunku o arzu edilen tutarliligin gosterilmeme sebebinin iyi saatte olsunlar oldugunu/olabilecegini gozardi ediyor. Yurt disi ile ilgili tarafi ise evlere senlik bir ecnebi guzellemesi. Ozellikle Bati’ya bakildiginda ne goruluyor, hakikaten AB filanin ahlak, rasyonalite ve tutarlilik abidesi oldugu mu zannediliyor ben bilemiyorum. RTE’yi sokakta alkislayanlarda oldugunu tahmin ettigim hissiyat, disaridaki abiler hakikaten ‘tutarli’ hale gelinmesi icin baski yapacak olsalar tam terse calisacak ustelik.

  13. kafcamus Says:

    bu da hem kayıtlara geçsin hem komedide yeni bir perde olsun diyedir: milletin ne “siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz”den ne “benim için Davos bitmiştir”den haberi yokmuş aslında yani.

    http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1054861&b=Kayitlardaki%20surpriz

  14. kacakkova Says:

    bülent murtezaoglu selam,

    telassiz ve hengamesiz yazdiklarin bu davos vakasinin türkiyeye yansimalarini iyi noktalardan yakaliyor….tartismalari da derliyor topluyor, tesekkürler….ben özellikle machismo dedigin noktaya dikkat cekmek isterim….düsünebilseydim bu gelismeleri degerlendirmek acisindan yaziya katmak isteyecegim noktalardan biri olurdu bu da….daha evvel iktidar/iktidarsizlik cercevesinde gündeme gelmisti bu….machismo”yu bi de, iktidarsizligin idealize edilmis hali ya da idealize edilmesi girisimi olarak anladigimizda bu tespitin daha cok cagrisimsal düsünceler getiriyor aklima…..

  15. Mister No Says:

    Kafcamus Bey,
    10. gözlem benim de dikkatimi çekmişti. “siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz”, you killed people diye çevrilmiş. Yüksek ses konusunda da istenen anlam aktarılamamış.Tercümede “Davos’a bundan sonra gelmem “diyor,burada bence amaçlanan anlam yakalanmış. Erdoğan’ın dakika hesabının yanlışlığını ilk dinlediğimde de farketmiştim.
    Bu konuşmayı çözümleyen İsrailli uzmanlar da vardır diye düşünüyorum.Söylenen o an nakledilmese bile kayıtlarda var,şu ana kadar anlaşılmıştır.

  16. kafcamus Says:

    azizim mister no,

    elbette, bırakın şimdiye kadarı daha o akşam anlaşılmıştır ne dediği. onda bir beis yok zaten. ben de zaten esasen o ilk andan söz etmiştim ama sanki hala anlaşılmamıştır gibi bir yere varmış. haklısınız.

  17. orlando Says:

    Bu degerlendirmelere ben de iki noktayi daha ekleyeyim.

    Gökhan Özgün’den: “Ortak vicdanı hovardaca, büyük zevkle, bir korku filmi şehvetiyle orta yerinden çatlatan memleketim, sanki vicdanını Gazze üzerinden teyelleyecek. İnsan sevinsin mi? Üzülsün mü? Bilemiyor.Bir millet ortak vicdanını sınırları dışında tesis edebilir mi?.. Türk şimdi bunu deniyor.Türk niye bunu deniyor? Çünkü bedavaya geliyor. Türk her şeyi bedavaya getirmeyi seviyor. Bedavaya vicdan var, alır mısın? Bedavaya ne varsa alırım, yeter ki hiçbir bedel ödemeyeyim.Cumhurbaşkanı’nı Ermenilikle suçlama imkânı gördüm bedavaya, hemen kaptım. Sonra Filistin poşusuyla Meclis’e koşarak bedavaya demokratlık imkânı yakaladım, onu da torbaya attım.”

    ve Nuray Mert’ten:”Soğuk Savaş sonrasında dengeler değişti, sonra 11 Eylül’ün ardından yeni bir tablo oluştu ve nihayet Irak işgalinin Ortadoğu’yu sürüklediği yerde, İran’ın bölgede artan etkisi, Türkiye’ye yeni bir alan açtı. Davos’ta yaşanan olay, başka bir dönemde yaşansaydı, ciddi bir uluslararası kriz olacakken tam da bu nedenle geçiştirildi.Türkiye’de tüm koparılan gürültü içinde ihmal edilen çok önemli bir nokta var; Hamas’ın umudunu İran’a bağlaması yerine, Türkiye’ye sempatisinin artması Batı için tercih edilen bir durumdur.”

  18. Bulent Murtezaoglu Says:

    Gokhan Ozgun’un ‘Turk’ kelimesini kullanis seklini dogru bulmuyorum. ‘Biz’ dese de dedikleri yanlis olmayacak. ‘Biz insanlar’ olarak almak da daha kolay olabilecek. Ustelik “‘Turk’ boyle de Turk olmayan baska turlu mu?” sorusuna (ki yanlis degil ama maksattan uzaklastirici) kapi acmanin ne alemi var? Bu yapilan Turk vurgusu anti-milliyetci gozuken her seyin saksaklanabildigi bir ortamda ucuzluk mudur bilemiyorum.

    Anti-semitizm laflari ucususurken belki sunu dusunmek de ilginc olur. Bu metin Turkiye’de, yani bir sekilde ‘Turk’un hakim oldugu bir yerde degil de Turk olmanin pek de oyle iyi birsey olmadigi, hatta Turk olmaktan dolayi saldiriya ugranabilinen bir yerde bir yerde yayinlansaydi, ‘vay Turk-dusmani’ denmesi makul olur muydu?

  19. farukahmet Says:

    Bülent Bey,
    ben de yukarıdaki ilk yorumumda aynı şeyi düşünüp “Türkiye insanı” demeyi seçmiştim ama bu konularda biraz da ayarı kaçırıyoruz gibime geliyor. Bu siyaseten doğruculuk çok can sıkıcı ve kısıtlayıcı olmaya başlayabiliyor. Şahsen biraz da yazarına bakarım: tanıdığım biriyse ve “Türk” demekle nasıl bir genelleştirme yaptığının farkında olduğundan eminsem, büyük ihtimal edebî bir tercih olarak böyle yazdığını biliyorsam, artık itiraz etmem. Yok, bu genelleştirmenin yanlışlığının farkında olmayacak biri olduğunu veya bilinçli olarak bunu yaptığını bildiğim biriyse, eleştiririm. Her “Doğu” kelimesi gördüğünde yazarını oryantalizmle, her “Türk” kelimesi gördüğünde milliyetçilikle vs. suçlayan bir kelime zabıtalığı da can sıkıcı kısacası; biraz esneklik sahibi olmak lazım… uykuda tek gözü açık bir esneklik tabii.

  20. metin Says:

    Farukahmet Bey’in bu son dediklerini ben de tekrarlarım Bülent Bey.

  21. gunes Says:

    Problemler -karl popper mantığıyla hareket etmeye karar vermeden önce bir kaç kez daha düşündüm ve ardından
    Olayları analitik bir biçimde ele almanın adım adım ilerlemenin doğruluğuna karar kıldım.
    1-AB’ye girmek için Amerikayla sevişen (gizli israille ya da )Türkiye, Ortadoğu barışını sağlamak için soyunduğu görevde, İsrail çakallarınca indra Gandi yapılıp kandırılır. (Davos’ta sayın Başbakanın açıkladığı eteğindeki taşlar durumu)
    2-Aynı süreçte oturumu yöneten titanikten sarışınlığı ve yakışıklılığı ile ünlenip araya bir de İsrailli top model sıkıştırıveren leonardonun oynadığı filmin senaryosunu yazan adamcaazın, bu kim olursa olsun, hangi ülke başbakanı olursa olsun davranılmaması gereken son derece lağubağli, itici, irite edici el kol hareketleri tansiyon artırmıştır.
    3-Zaten olası bir haksızlığa göz göre göre dayanamayan bir millete haksızlık olarak Dakka bucuk hesabı yetivermiştir.
    4-Gözünün içine baka baka yalan söylediği herkesçe bilinen ama ses edilmeyen perez, eli ayağı titreyerek kusmaya çalıştığı bilmem kaçıncı tekrar oyununda kendini rolantiye kaptırmıştır
    5-Gazze’de savaş artık yıllarca göz önünden gitmeyen keyfi cinayetleri- canlı yayında öldürülen baba ve oğlu, genç kızları, buna ait bir sürü savaş fotosunun arkasındaki canavarı tüm dünya kadar bu ülkenin evlatları da biliyordur ve sadece seyredip hiçbir şey yapmama utancının, vicdani buhranında patlama noktasına çoktan gelinmiştir
    E peki noldu sonucunda?
    İnsan felsefeyle ilgilenivermiş olmasın bir kere ..İlk inkarcı Georgias’tan beri beyin damarlarımıza kortexe yapışmış bir şekilde yaşayan ve de ille de prefronatllerimizi iki de bir depçikleyen “işkil” durumları, verilen tepkilere bakıp bizim de illaki bir “farklı” tepki göstermemizi doğuruverir. Eh, felsefenin gelişimi bir öncekini red edecek bi Şiiler ortaya koymaktan geçmez mi allasen? (bknz tez,antitez sentez (nofoto, nosentez)
    Bende boş kalmiim dedim.Unutmaya çabaladığım terminolojiye, felsefei doktrinlere,eski söylemiyle feylozofi duruşlara tam da wittgenşıtayn yaklaşımıyla (ki benimsediğim tek filozoftur ruhu bende gani gani rahmet eyleye Yaratan), “okuduğu ve takip ettiği sitenin naçizane yazarlarından biri olarak (ki elimden geldiğince ciddi, çok büyük laflı yazmamayı adet edinmeye gayretli olsam da bu bilmediğim aklımın ermediği bazı şeylere, anlamına gelmez ya )değinivereyim dedim.
    Bazılarınca ‘sözünü sakınmama’, spontane gelişiveren bir takım tavırlar ve haller (delikanlılık, Kasımpaşalık,denyo’luk,dengesizlik,densizlik vs gibi algılansa da) bir eksiklik sayma eğilimindeler. Oysa hem yeri (dünya liderlerinin toplandığı Davos) hem de zamanlaması (üç hafta süren İsrail saldırılarının sebep olduğu Gazze’deki insanlık trajedisinin ertesi) açısından Başbakan Erdoğan’ın sergilediği (bir önceki parantez içindeki her şeye) de yansıyan- öfke, Gazze trajedisine dünyanın dört bir tarafında duyulan hisleri birebir yansıtıyordu. gaaayet kendiliğinden, sahici ve insancıl bir tepki idi…
    Arkadaş, ulu bilge dandenyalos karakterini çatım çatım çatlatan bir edayla giriştiği yazısının bir bölümünde der ki; “yoksa bloglardan ve medya köşelerinden başbakana yazılan meptuplar, sonunda böylesi bir olayın şaşaalı bir haber olması sorun edilecek şey değildir” .Oysa el cevap için şaşalı tepkisini eziklediği blogtan yanıtlamaktadır, aşikare bindiği dalı kesmededir. (nasreddin hoca torunudur, anlaşılabilir)

    Bir başka yerde; ”Erdoğan’ın herhangi bir şekilde “kahraman”laştırlabileceğini düşünmüyorum. Doğruyu söylemenin kendisi bir sorunsa, onu söyleyenin Erdoğan olması başka bir sorundur” neden olsun efendim? Bozuk bir saat bile günde iki kere doğruyu gösterebiliyorsa, bol yanlışlı biri bile olsa o kişinin ömrü billah doğru bir şey yapamama hakkını kim saklı tutuyor, hangi hakla, kimin nezdinde ?Ayrıca kahramanları savaşlar yaratıyor; etimolojik olarak Kahır aman!dan geldiği malumunuz. Adam kahra keyfiyet vermediği için beğenilivermiş birileri tarafından, abartılacak nesi var hala anlamıyorum. (bu şu demek mi, bu adam kahraman olamaz, kahramanalrı zaten siz anlamazsınız biz analrız bizim anladığımız kahraman böyle değil.O halde siz salaksınız..İki artizlik yaptı diye, hava alanlarında coşkulu söylemler vs . Tamam da, bundan o adama ne?Adam mı öağırmış yani onarlı, besbelli spontane bir fikir değilse oraya çağrılan gidenlerde bir komplo eseri.Desenize bu adamın öngörüsü organizasyon yeteneği müthişti, o halde bu adam bal gibi zeki. Ben zeki’ye zeki demem zeki ben olmadıkça hali mi bu en hafif ifadesiyle “kabızlık”?

    Kalirind’in, „davos vukuatı“ üzerine yorumlarda konuşurken söylediği bir şey var; “orada konuşan bendim” şeklinde. Sanıyorum, iktidar yalakalarını saymazsak, genişce bir kesimin duyduğu gurur, sadece „ezik insan psikolojisi“ deyip çıkabileceğimiz bir durumdan ibaret değil. Kalirind’in söylediği gibi büyük çoğunluk, sanki orada kendi konuşuyormuş gibi hissediyor ve o hisle, „ben de olsam postamı koyar basar giderdim“ diye düşünüyor.
    Cıx. Yanlış anlamışsın. Naziler’in aşırılıklarına İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar tahammül eden Amerikalılar, “Neden?” sorusuna cevap olarak, “Biz duymamıştık ki…” cevabını vermişlerdi. Artık Filistin için dünyadaki hiçbir ülkenin böyle demeye hakkı yok. Biraz da bu yöndendi “benim sesim orda” diye onamamız. Sevgili Kali’nin yazısında bu zaten uzun uzadıya açıklanarak her türlü açıdan yeterince cevaplanmıştır. Ha elbette “ Yani, Tayyip’in tavrının devamını getirip getirmemesiyle netleştirmeyeceğiz bunu, aksine bizzat şu anda olayın vuku bulduğu bu sahnede tabloya „yamuk bakmak“la cevabını bulmak zorunda olduğumuz bir şey bu. Bir kez daha oluşan bu büyük “koro”da hangi seslerin bastırıldığını anlamak zorunda olduğumuz bir şey.” Cümlenizde bu açıdan gereksiz. Zira not düşmüştü Kali, “NOT:Şimdi İsrail ile yapılması düşünülen ‘Askeri İhalelerin’ de onaylamamasını bekliyoruz Başbakandan. Yoksa bu duruş yine ‘Şüpheli’ kalacaktır.” diye.. Erdoğan’ın „ontolojik ikiyizlülüğü olarak adlanan mevzu ise beni derinden yakaladı. Politikanın ontolojisi, kaypaklık üzerine istikrarın sağlanmasıdır. Adam politikacı, halkın nabzını yoklayarak gitmek isteyecektir her halükarda. Bu herhangi bir poli’etika(çok ahlaklılık) gereğidir zaten. Çok ahlaklılık , ahlaksızlıkla karıştırılmasın lütfen. Daha önce de belirttiğim gibi bıçağı tutan el, yani halkın bilinçlenmesi ve duruşunu oluşturmasıdır aslolan, yoksa bir recep gelir bir ivedik geçer, zihniyet aynı kaldıktan sonra. Bu da, hedefi artık “şahıslardan” ziyade fikirlerde odaklamak gerektiğini, isimlerden çok sıfatlara (güzel ile güzellik, iyi ve iyilik, kötü ve kötülük vs )gibi mevzularda olmamız gerektiğini yeniden ve yeniden belirtiyorum.Saygılarımla
    Başınzıdan exik olmamasını dilediğiniz, ama başınıza geçmesini de pek tavsiye etmediğim güneş’iniz..

Yorum bırakın