fenomenoloji

1907 yılında Husserl’in Göttingen Üniversitesi’nde verdiği dersler, fenomenolojinin temel varsayımlarını ve kavramlarını ortaya koymaktadır. Husserl’e göre,  “Fenomenoloji görerek, aydınlatarak, anlam belirleyerek ve anlam ayrımı yaparak yol alır. Fenomenoloji karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar, parçalara böler, öğelerine ayırır. Kuramlaştırmaz, matematikleştirmez; zira, tümdengelimli kuram alamında hiçbir açıklamada bulunmaz”.

Fenomenolojinin tarihini Platon’dan başlayan bir iz sürmeyle anlatmaya girişmek mümkün, ya da Hegel ile başlatılacak daha yakın tarihli bir açıklamasına girişilebilir. Ama, fenomenolojinin bir “disiplin” olarak kurucusu Edmund Husserl‘dir.  Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel tıkanmanın içinde doğup gelişen bir “felsefe görüşü” ya da “felsefe akımı” olarak kaydetmek yerinde olur. Aslında, bu genel tıkanma, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımında karşılığını bulan, ekonomik olduğu kadar siyasal, ideolojik olduğu kadar kültürel değerlere ilişkin bütünsel bir bunalımın parçasıdır. Bilim, felsefe ve sanat da bu  bunalımın unsurları olarak yer alır. Fenomenolojiyi Husserl’in “metodik” yaklaşımına indirgemek doğru olmayacaksa da, “felsefi bir yaklaşım” olarak formüle edilişi onun çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bir anlamda, söz konusu bunalıma bir karşılık verecek ve temelinde sarsılan uygarlığa “mutlak bir kesinlik sağlayacak felsefi yöntem arayışı” fenomenolojinin çıkış noktasıdır. Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, metafiziği sona erdirerek “somut yaşantıya dönmek” ve böylece tıkanmış olan felsefeye “yeni bir başlangıç sağlamak” iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Fenomenolojinin salt bir felsefe eğilimi olmaktan çıkıp bilimsel bir düşünce olarak öne sürülmesi ve bir yöntem olarak tarif edilerek bütün düşünce biçimlerini ve hatta sanatsal pratikleri etkileyen bir yön değişikliğinin kaynağı olması söz konusudur. Dil-dünya-bilinç ilişkisinin kavranışında radikal bir değişiklik getirmiştir çünkü beraberinde. Fenomenoloji, bir anlamda “insan bilincinin bilimi olarak sunulur”ken, zihnin işleyişini ortaya çıkarmayı ve zihnin derin yapılarını açık kılmayı hedefliyordu. Felsefi bir bilim, elbette; çünkü, tıpkı Kant’ın transandantal felsefesi gibi, esas olarak “her tür bilginin olanaklılık koşulları”nı araştırıyordu, yani aşkın bir araştırma söz konusuydu. Tekil bireylerin ampirik yaşantısındaki bilincin değil, evrensel bir bilinç açıklamasıdır bu araştırmanın konusu. Nedeni ise, fenomenolojinin temel iddiasıyla anlaşılabilir; fenomenoloji, bilincin yapılarını ortaya koyduğunda fenomenlerin kendilerini de ortaya koymuş olacağı iddiasındadır. Bilincin derin yapılarının açıklanması, saf algılayıştan şeylerin özüne varılmasının imkan kazanması demek olacaktır ki, bu da bilmenin mahiyetine ilişkin zihne yönelik kuşkunun aşılması anlamına gelecektir. Fenomenloji, tam da bu kuşkunun ortadan kaldırılması iddiasıyla felsefi bir kesinlik vaadi olarak ortaya çıkar.

Fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir çünkü. Bunu nasıl yaptığı ya da yapıp yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılır elbette. Ancak o yönde bir iddiayla geliştirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Öne sürülen yöntemsellik ile fenomenoloji kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe akımı da meydana getirir. Bu kavramlar ve yöntemsel yaklaşımı ile yirminci yüzyıl felsefesinde ve kuramsal tartışmalarında belirleyici bir rol oynamıştır. Heidegger’den Sartre’a, Frankfurt Okulu’ndan Foucault’a ve postmodern düşünürler olarak adlandırılan pek çok düşünür ve felsefe eğilimde etkisi görülür.

Fenomonoloji, (“görüngübilim” olarak çevriliyor) genel felsefe akımlarında olduğu gibi özne-nesne ilişkisini konu edinir. Nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği şeyler olarak görmesiyle pozitivizm ve ampirizmle benzer bir eğilim içinde görünür. Ancak bu görünüş esas itibariyle yanıltıcıdır, çünkü Husserlci fenomenolojinin ayırıcı noktası özün bilgisine ulaşma iddiasıdır ve nesnelerinin özlerinin bilgisine ulaşmanın yolu da gözlem ya da deney değil akıldır. Klasik felsefede rasyonalizm ile ampirizm arasındaki çatışmayı aşacak bir yönde ilerlemeye çalışır Husserl. Pozitivizme ve ampirizme Husserl’in karşı çıkışı en başta, tek tek nesnelerin ele alınması konusunda ortaya çıkar. Doğa yasalarını pozitivizmin kabul ettiği anlamda kabul etmez, doğa yasalarının belirli koşullar altındaki nesneler arası ilişkileri ifade ettiğini ve koşulların değişmesiyle ilişkilerin de değiştiğini ifade eder. Bu ifade, nesnelerin bilinçteki karşılıklarını “rastlantı” kavramı ile birlikte değerlendirir. Tek tek nesneler, fenomonolojiye göre, belirli genel yasalara bağlı şeyler değil, varlıkları yalnız raslantı kavramıyla açıklanabilir olan şeylerdir. Özün bilgisi bu anlamda doğa yasalarının ve nesneler arası ilişkilerin bilgisi değil, fiziksel dünyanın koşullarından bağımsız özsel olanın bilgisidir.

Bu da ancak, bilinçteki varlıkları rastlantı kategorisiyle açıklanabilir olan nesnelerin biliçteki “tikel varlıkları itibariyle” ele alınıp incelenmesiyle olanaklıdır. Dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayalı bir yöntem olmasıyla fenomenoloji, doğayı ve dolayısıyla doğabilimini dışta bırakır. Bu yaklaşımın ampirizmin ve pozitivizmin teorik önermelerini yadsıdığı açık olsa gerek bu açıdan. Fenomonoloji, bu ifadelerden ortaya çıktığı üzere bir tür öz‘lerin araştırılması biçiminde ortaya çıkmaktadır; çünkü, bütün ontolojik ve epistemolojik sorunlar sonunda özlerin betimlenmesi sorununa geri götürülebilir. Özsel bilgi arayışıyla ortaya çıkmış olsa da fenomenoloji esas olarak “öz’lerin bilimi” şeklinde anlaşılmamalıdır, “öz’ü görüleyen Bilinç’in bilimi” demek daha yerinde olur. Algının ya da bilincin özü’nün betimlenmesi sorunu, fenomenolojinin konusudur.

Fenomonolojik bakışa göre, “gerçekliğin kendiliği” diye bir şey olamaz. Çünkü, gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Nesnenin dış dünyadaki varlığı tartışmalı olabilir, ancak yöneltilmiş bilinçteki varlığı tartışmasız bir şekilde gerçektir. Tartışmasızlık burada, elbette fenomenolojik işlemin olabilirliği için zorunlu olan bir ön kabulün ifade edilmesidir. Yani kendisine yönelen bilinc tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir nesne. Yanı sıra dünya deneyimlerimizin tamamının bilinç tarafından kurulmuş olduğunu öne sürer bu yaklaşım, en somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Kartezyen düşüncenin uçlaştırılması ve mantıksal olarak derinleştirilerek bilimselleştirilmesi söz konusudur bir anlamda. Dünyanın varlığının ve dünya deneyimimizin bu yoldan bir Bilinç meselesine dönüştürülmesi, fenomenolojinin de bir bilimsel felsefe olarak Bilinç’in sistematik incelemesini şeklinde ortaya konulmasını getirir. Husserl böylece, çıkış ve hareket noktası olarak belli bir epistemolojiye dayanma düşüncesinden de uzak durur.

Tam bu noktada “fenomenolojik indirgeme” denilen yöntemsel yaklaşımı dile getirmek yerinde olacaktır. Özün bilgisine ulaşma, fenomenolojik yönteme göre, iki tür indirgeme işlemi ile olanaklı olabilir. Hem dış dünyanın varlığı, hem de duyumsallığımız askıya alınır ya da daha yaygın ifadeyle paranteze alınır. Fenomenolojik yönteme bu anlamda “paranteze alma” da deniliyor. Nesneler arası ilişkiler ve nesnenin algılarımıza yansıyışı paranteze alınır.

“Askıya alma” ve “fenomenolojik indirgeme” Husserlci yaklaşımın belirgin özellikleridir. Bunlar, kısaca, bir yandan verilmiş öğelerin, yani dış görünümlerin raslantılsallığının paranteze alınarak dışta bırakılmasını ve öte yandan da, isterse bilimsel ve mantıksal olsun ister sanatsal veyahut da dinsel, nesnenin kültürel anlamından çıkarılmasını, her tür yargılardan ve çıkarsamalardan arındırılmasını ifade ederler.

Böylece, ikili bir işlemle hem özne hem de nesne askıya alınmış ve hem raslantısal olgular dünyasından hem de bilinci yönlendiren öznel yargılardan kurtulunmuş olunur. Bu yöntemsel yaklaşımın hedefi açık olsa gerek; rastlantısal dış görünümleri bir yana bırakılarak dünyanın ve yahut daha doğru bir deyişle nesenin öz’ünün ortaya konulması. Öznenin ve nesnenin bu paranteze alınışı ile nesnelerin bilinçteki varlıklarının özsel bilgilerine, özlerine ulaşılır ya da ulaşma olanağı oluşur. Husserlci fenomenolojinin Kartezyen düşünceye olan benzerliği bu noktalarda açıktır, ancak bir ayrım yapmak gerekirse bilince yansıyan nesnelerin özsel bilgilerine yani salt öze ulaşma iddiasını ve fenomenolojik indirgemeyi ifade etmek yerinde olur. Salt öz ’e ancak bir kaç paranteze alma işlemiyle varılabilecektir.

18 Yanıt to “fenomenoloji”

  1. Merleau- Ponty Says:

    Merleau- Ponty
    Göz ve Tin

    Görülebilir ve devinimli olan bedenim, şeyler arasında yer alır, o şeylerden biridir, dünyanın dokusu içinde yer alır ve o şeylerden herhangi birinin tutarlılığına sahiptir. Ne var ki, gördüğü ve devindiği için, şeyleri kendi çevresinde halka halinde tutar; bunlar onun bir eklentisi ya da uzantısıdır, onun etine işlemiştir, eksiksiz tanımlamasının bir bölümünü oluşturur ve dünya bedenin kumaşından dokunmuştur. Bu ters çevirmeler, bu çelişkiler, görme biçiminin şeylerin oluşturduğu ortam içinde yer aldığını ya da oluştuğunu, bir görülür olanın görülmeye başladığında, kendisi için ve her şeyin görülürlüğü ile, onun, kristal içindeki ana su gibi, duyumsayan ile duyumsananın varlığını sürdürdüğü yerde görülür hale geldiğini söylemenin farklı biçimleridir.

    Bu içsellik, insan bedeninin maddesel olarak düzenlenişinden önce varolmadığı gibi, onun varlığının bir sonucu da değildir. Gözlerimiz, bedenimizin hiçbir bölümünü göremeyecek biçimde yaratılmış olsaydı, ya da kötü niyetli bir düzenek, bizi ellerimizin şeyler üzerinde dolaşmasında özgür bırakıp, kendi bedenimize dokunmasını engelleseydi -ya da basitçe, bazı hayvanlardaki gibi, gözlerimiz kafamızın iki yanında yer alsaydı ve görüş alanları birbiriyle kesişmeseydi-, kendi yansımasını alamayan bu beden, kendi varlığını duyumsayamazdı, tam olarak etten oluşmayacak, neredeyse elmas özelliğinde olacak bu beden, bir insan bedeni de olmayacak, böylelikle insanlık da varolmayacaktı. Ne var ki insanlık, bizim etkisinde olduğumuz eklemlemelerle; gözlerimizin bedenimizdeki yeriyle (bunlardan daha da az olarak, bedenimizi bize bütünüyle görünür kılan aynaların varlığıyla) ortaya çıkmış bir olgu değil. Varlıkları olmaksızın insanın da varolamayacağı bu olumsallıklar ya da bunların daha başka benzerleri, bir araya gelmeleriyle oluşan toplam ile tek bir insanın bile varolmasını sağlamaz.

    Bedenin sahip olduğu canlılık, onu oluşturan şu ya da bu bölümlerin bir araya gelmesinden kaynaklanmaz başka yerden gelmiş bir ruhun, otomat makinasında aşağı inmesi gibi de değildir; öyle olsaydı bu, bedenin iç dünyasız ve “kendi”siz olduğunu varsaymayı gerektirirdi. Bir beden, gören ile görülür olan arasında, dokunan ile dokunulan arasında, bir göz ile öteki göz arasında, bir el ile öteki el arasında yeniden bir tür kesişme meydana geldiğinde, duyumsayan-duyarlı kıvılcımı parladığında, sönmeyecek olan o ateş alev aldığında, bedenin herhangi bir bölümünde meydana gelecek bir bozulmanın, başka hiçbir kazanın meydana getiremeyeceği bir bozulmaya yol açtığı ana kadar varolmayı sürdürür.

    Oysa, bu tuhaf değişim dizgesi veri olarak ortaya çıkar çıkmaz, resim sanatının tüm sorunları da ortaya çıkmış olur. Bu sorunlar, bedenin oluşturduğu bilmeceyi resme döker, beden de bunları doğrular. Şeyler ile bedenim aynı kumaştan dokunduğuna göre, bedenimin görüşünün şu ya da bu biçimde o şeylerde oluşması gerekir ya da onların varolan görünürlüklerinin benim bedenimde gizli bir görünürlük olarak katlanıp çoğalması gerekir: “doğa içimizdedir” der Cezanne. Orada, gözlerimizin önünde duran niteliğin, ışığın, derinliğin orada durmalarının nedeni, bedenimizde bir yankı uyandırmalarıdır yalnızca, çünkü bedenimiz onları kabul eder.

    Bu içsel eşdeğer, şeylerin benim içimde doğmasına yol açtığı, varlığımızın bu tensel formülü, söz konusu öğelerin, kendi hesaplarına, yine görülür olan ve öteki bakışların, içinde dünyaya kendi bakış açılarını destekleyen gerekçeleri yeniden bulacakları bir izin doğmasına yol açmayacak mıdır? Bu durumda ortaya, ikinci kuvvetten, ilkinin tensel özü ya da ikonası sayılabilecek bir ‘görülür olan’ çıkar. Bu, öncekinin, gücünü belirli ölçüde yitirmiş bir ikizi, bir gözaldatım, bir başka şey değildir.

    Lascaux mağarasının duvarına resmedilmiş hayvanlar orada, kireçtaşının oluşturduğu bir yarık ya da şişkinlik gibi değildirler. Başka bir yerde de değillerdir. Biraz önde, biraz arkada, mağaranın ustalıkla yararlandıkları kitlesiyle desteklenmiş durumda, yakalanamaz palamarlarını asla kopartmaksızın onun çevresinde ışıldamaktadırlar. Baktığım tablonun nerede olduğunu söyleyecek olsam, çok zorlanırdım. Çünkü ona bir şeye bakar gibi bakmam, onu olduğu yerde devinimsiz kılmam, bakışlarım onun üzerinde, Varlık’ın belirsizlikleri üzerinde gezinirmiş gibi gezinir, onu görmekten çok, ona göre ya da onunla birlikte görürüm.

    İmge sözcüğü yerli yersiz kullanılan bir sözcüktür, çünkü insanlar uzun süre, bir desenin bir öykünme, bir kopya, ikinci bir şey olduğunu, zihinsel imgenin de kendi özel eşyalarımız arasında yer alan bu tür bir desen olduğunu safça düşündüler. Ne var ki imgenin gerçekten böyle bir özelliği yoksa, desen ve tablo da, onun gibi, kendinde’ye ait değillerdir. Dışsal olanın içi, içsel olanın da dışıdırlar; bunu olası kılan da duyumsama eyleminin iki yanlılığıdır; bu olmaksızın, imgelem sorununun temelini oluşturan varlık-benzeri ve içkin görülebilirlik asla anlaşılamaz. Tablo, oyuncunun mimiği, benim gerçek dünyadan alıp onları okluğunda, onlar aracılığıyla incelikten uzak şeyleri hedefleyeceğim yardımcı öğeler değildir. İmgelemsel olan, edimsel olana hem çok yakın, hem çok uzaktır: daha yakındır, çünkü onun benim bedenimdeki yaşamının diyagramı, bakışlara ilk kez sunulan eti ya da tensel ters yüzüdür ve bu anlamda, Giacometti nin ateşli biçimde söylediği şeydir: “Her resimde beni ilgilendiren, benzerliktir; yani benim için benzerlik olan şeydir: buysa benim dış dünyayı biraz daha keşfetmemi sağlar.” Çok daha uzaktır, çünkü tablo yalnızca bedene göre bir `benzer olan’dır, şeylerin kurucu bağıntılarını yeniden düşünme olanağını akla sunmaz; benimsemesi için bunları bakışa sunar, içimize özgü görüşün izlerini,, bunları içsel olarak kaplayan şeyi, gerçek olanın imgelemsel dokusunu göze sunar.

    Bazı insanların sözünü etmiş olduğu, dıştan gelen iletileri, içimizde uyandırdıkları gürültü içinde yakalayıp ayırt eden bir üçüncü kulağın varoluşu gibi, bir iç bakışın varolduğunu, tabloları, hatta zihinsel imgeleri gören bir üçüncü gözün varolduğunu mu ileri süreceğiz? Bütün sorun, etten yapılmış gözlerimizin bu haliyle ışık alıcılarından, renklerden ve çizgilerden (bir anlamda, birçok dil öğrenmeye yatkın yetenekli insanla karşılaştırılabilecek, dünyanın görülür olanı ayırt etme yeteneğiyle donatılmış tüm bilgisayarlarından) daha fazla iş gördüğünü anlamak olduğuna göre, bu ne işe yarar? Bu yetenek çalışmayla elde edilir elbette, birkaç ayda elde edilmez, bir ressamın kendi görüşünü yalnızlık içinde kazanmasına da benzemez. Sorun bu değildir: onun görüşü öyle ya da böyle, er ya da geç, kendiliğinden ya da müzede yalnızca görerek oluşur,. kendi kendine oluşur. Göz, dünyayı görür, tablo haline gelmek için dünyada neyin eksik olduğunu, ‘kendisi’ olmak için tabloda neyin eksik olduğunu görür; ve tablonun paletin üzerindeki hangi rengi beklediğini; ve meydana getirildikten sonra, tüm bu eksiklikleri karşılayan tabloyu görür; ve başkalarının tablolarını görür, başka eksikliklere verilmiş başka karşılıkları görür.
    Bir dilin olası kullanımlarını ya da yalnızca söz dağarını ve deyimlerini ortaya koymak için yapıldığı gibi, görülür olanın sınırlayıcı bir envanteri de yapılamaz. Kendiliğinden devinen bir aygıt, kendi amaçlarını kendi saptayan bir araç olan göz, dünyadan aldığı belirli bir etki ile devinim kazanan, bu etkiyi el izleriyle görülür olan katına taşıyan şey’dir. Hangi uygarlıkta doğarsa doğsun, hangi inançlarla, hangi nedenlerle, hangi düşüncelerle, hangi törenselliklerle sarmalanmış olursa olsun, hatta başka bir şey için amaçlanmış gibi görünsün, Lascaux mağarasındaki resimlerden günümüze kadar, saf ya da katışık olsun, figüratif ya da non figüratif olsun, resmin yücelttiği şey, hiçbir zaman görülebilirliğin gizeminden başka bir şey olmamıştır.

    Şunu söylemekle, herkesin bildiği bir gerçeği yinelemiş oluyoruz: ressamın dünyası, gözle görülür dünyadır, yalnızca odur; bu, bir bakıma çılgın bir dünyadır, çünkü kısmi kalmakla birlikte bütünlüğe ulaşmış bir dünyadır. Resim, görme ediminden başka bir şey olmayan bir coşkuyu uyandırır, bunu en yüksek gücüne ulaştırır, çünkü görmek uzaktan sahip olmaktır ve resim bu tuhaf sahiplenmeyi, Varlık’ın -içine girebilmek, ona katılabilmek için kendilerini görünür kılmak zorunda olan- tüm görünümlerine yayar.

    Genç Berenson, İtalyan resmi hakkında konuşurken, dokunsal değerleri çağrıştırdığında, yanılgıların en büyüğüne düşmüş oluyordu: resim hiçbir şeyi, özellikle dokunsal olanı çağrıştırmaz. Bambaşka bir şey yapar, bu söylenenin neredeyse tersini yapar: dindışı görüşün görülemez sandığı şeye gözle görülür bir varlık kazandırır, bizim, dünyanın oylumsallığına sahip olmamız için, “kassal duyulanım”a gerek duymamamızı sağlar. Bu doymak bilmez görüş, “görsel veriler”in ötesinde, Varlık’ın -belli belirsiz nitelikteki duyusal iletileri vurgulamalardan ya da duraklamalardan başka bir şey olmayan ve gözün bunları, insanın kendi evini benimseyip sahiplendiği gibi sahiplendiği- dokusu üzerine açılır.

    Biz, dar ve basit anlamıyla görülür olanın alanı içinde kalalım: kim olursa olsun ressam, resim yaptığı sırada, görüşe özgü büyülü bir kuramı uygular. Şeylerin kendi içinden geçtiğini ya da Malebranche’ın alaycı ikilemine göre, aklın şeylerin içinde dolaşmak için gözlerden dışarı çıktığını kabul etmesi gerekir, çünkü o, bu şeyler üzerinde kendi görücülüğünü durmaksızın ayarlar, onlarla uyum içine girmesini sağlar. (Yaptığı resmin konulu resim olmaması hiçbir şeyi değiştirmez: o, öyle ya da böyle, gördüğü için, dünya bir kez olsun onun içine görülür olanın gizli izlerini kazıdığı için resim yapar.)

    Bir filozofun söylediği gibi, görüşün evrenin aynası ya da yoğunlaşmış biçimi ,olduğunu ya da bir başka filozofun dediği gibi, idios cosmos’un görüş aracılığıyla coiuos cosmos’a açıldığını, sonuçta, aynı şeyin orada dünyanın özünde ve burada görüşün özünde bulunduğunu; aynı şeyin ya da deyim üzerinde duruluyorsa benzer şeyin ama kesin bir benzerlik olarak, kendine özgü görüşün içerdiği varlığın yakını, ondan doğmuş, onun başkalaşmış biçimi olarak varolduğunu kendine itiraf etmesi gerekir. Ressamın bize gösterdiği, orada duran dağın kendisidir, bakışlarıyla sorguladığı odur. Ona tam olarak neyi sorar? Araçları ortaya çıkarmasını; yalnızca görülür olan, kendisini bizim gözümüzde dağ yapan araçları. Işık, aydınlatma, gölgeler, yansımalar, renk, araştırmaya özgü tüm bu nesneler bütünüyle gerçek nesneler değildir: varlıkları, hayaletler gibi, görünüşe dayanan nesnelerdir. Din dışı görüşün yalnızca eşiğinde aynıdırlar, onları herkes görmez. Ressamın bakışı onlara, nasıl olup da birdenbire ortaya bir şey çıkmasını ve bu şeyin bize dünyanın tılsımını oluşturmasını, bize görülür olanın görülmesini sağladıklarını sorar.

    Gece Dansı’nda (La Ronde de la nuit) bize doğru uzanan el, kaptanın bedeni onu bize aynı anda yandan gösterdiğinde, gerçekten oradadır. Yan yana olmaları olanaksız olan ama yine de birlikte olan iki bakışın kesiştiği yerde, kaptanın mekânsallığı bulunur. Gözü olan her insan, bu gölge oyunlarına ya da benzerlerine günün birinde tanık olmuştur. Bu, onların şeyleri ve bir mekânı görmelerini sağlıyordu. Ama onların içinde onlar olmaksızın deviniyordu, onlara onu göstermek için kendini gizliyordu. O şeyi görmek için, onu görmek gerekmiyordu. Görülebilir olan, din dışı anlamda, kendi öncüllerini unutur, yeniden yaratılması gereken ve kendisinde tutuklu olarak bulunan hayaletleri özgür bırakan bütünsel bir görülebilirliğe dayanır. Modernler, bilindiği gibi, çok daha fazlasının özgür kalmasını sağladı, bizim resmi görme araçlarımızın oluşturduğu gama daha birçok sağır nota ekledi. Ne var ki, resmin sorgulaması, her ne olursa olsun, şeylerin bizim bedenimizdeki bu gizli ve ateşli doğuşunu hedefler.

    Öyleyse, bilenin bilmeyene sorduğu, öğretmenin sorduğu bir soru değildir bu. Bilmeyenin, her şeyi bilen bir görüşe sorduğu sorudur, bizim oluşturmadığımız, içimizde kendiliğinden oluşan bir sorudur. Max Ernst ‘in (ve gerçeküstücülerin) haklı olarak söylediği gibi: “Şairin rolünün, görücünün ünlü mektubundan bu yana, kendi içinde düşünen, kendi içinde eklemlenen şeyin ona dikte ettirdiklerini yazmaktan ibaret oluşu gibi, ressamın rolü de gören şeyi kendi içinde kuşatıp bize göstermektir.” Ressam bir büyü içinde yaşar. En kendine özgü davranışları -o jestler, yalnızca kendisinin altından kalkabileceği, onunla aynı eksiklikleri duyumsamamaları yüzünden başkaları için bir aydınlanma olacak o çizimler- ona, yıldız kümelerinin deseni gibi, şeylerin kendisinden doğuyormuş gibi gelir. Onun ile görülür olan arasındaki roller kaçınılmaz olarak tersine döner.

    Birçok ressamın şeylerin kendilerine baktığını söylemesi, Andre Marchand’ın, Klee’nin şu düşüncelerini aktarması bu yüzdendir: “Ormanda, birçok kez duyumsadığım şey, ormana bakanın ben olmadığımdı. Bazı günler, ağaçların bana baktığını, benimle konuştuğunu duyumsadım… Ben oradaydım, onları dinliyordum… Evrenin ressamı delip geçmesi gerektiğini, ressamın evreni delip geçmemesi gerektiğini düşünüyorum… İçimin sulara gömülmesini, kendimden geçmeyi bekliyorum. Belki de ben, birdenbire ortaya çıkıvermek için resim yapıyorum.” Esin adı verilen şeyin (soluk alma (Fr. inspiration] anlamında) sözcük anlamıyla anlaşılması gerekir: Varlık gerçekten soluk alır, soluk verir, Varlık’ın içinde soluk alıp vermenin varlığı söz konusudur; bu, birbirinden çok az ayırt edilebilen eylem ve tutkudur, öyle ki bu noktada, kimin gördüğü, kimin görüldüğü, kimin resim yaptığı, kimin resminin yapıldığı artık anlaşılamaz. Bir insanın aslında, ana karnındaki gizilgüç halinde bir ‘görülür olan’ın, aynı anda hem bizim için, hem kendi için görülür hale geldiği anda doğduğu ileri sürülür. Ressamın görüşü, sürekli doğuştur.

    Tablolarda, bunların bir ikonografisi olarak görüşün resimli felsefesi aranabilirdi.

    Van Eyck (Detay)

    Örneğin Hollanda resminde (ve daha birçok resimde) sık sık, bir iç çölün “aynanın yuvarlak gözü ‘ tarafından “sindirilmesi” bir rastlantı değildir. Bu insan-öncesi bakış, ressamın bakışının simgesidir. Kurgusal imge, şeylerin içindeki görüşün işlemesini, ışıklardan, gölgelerden, yansımalardan daha bütünsel olarak tasarlar. Ayna, öteki tüm teknik nesneler gibi, aygıtlar gibi, göstergeler gibi, gören bedenin görülebilir bedene açık devresinin üzerine çıkmıştır. Tekniğin her türlüsü “beden tekniği’dir. Bizim etimizin metafizik yapısını betimler, onu çoğaltır. Ayna ortaya çıkar, çünkü ben ‘görülebilir-gören’imdir, çünkü duyarlı olan yansıyabilirliğe sahiptir, onu anlaşılır kılar, onu yineler. Benim dışım onunla bütünlenir, kendi içimde sahip olduğum en gizli şeyler o yüze, sudaki yan- sımamın beni daha önce tedirgin ettiği o düz ve kapalı varlığa geçer.

    Schilders ‘in gözlemine göre ben, aynanın önünde pipo içerken, ağacın kaygan ve yakıcı yüzeyini yalnızca parmaklarımın olduğu yerde değil, aynanın içinde duran o görkemli parmaklarda, yalnızca görülür olarak duran o parmaklarda da duyumsarım. Aynanın hayaleti etimi dışarı doğru sürükler, ve benim aynı anda, bedenimde taşıdığım, görülmez olan her şey, gördüğüm öteki bedenleri kuşatıp sarabilir. Bedenim bundan böyle, benim özüm onlara geçtiğine göre, öteki bedenlerden alınmış parçalan içerebilir; insan insanın aynasıdır. Aynaya gelince o, şeyleri gösteriye, gösterileri şeye, beni başkasına, başkasını bana dönüştüren evrensel bir büyünün aracıdır. Ressamlar sık sık aynaları düşlemişlerdir, çünkü bu “mekanik oyun”un ardında, perspektifin ardında olduğu gibi, görenin görülebilir olan olarak başkalaştığını görüyorlardı, buysa bizim etimizin, onların da içlerinde duydukları çağrının tanımıdır. Ayrıca, kendilerini resim yaparken resmetmeyi her zaman çok sevmelerinin (bunu hâlâ seviyorlar: Matisse’in desenlerine bakınız) nedeni de budur; bunu yaparken, o anda görmekte olduklarına, dışında başka hiçbir şeyin bulunmadığı, onların üzerine kapanan bütünsel ya da mutlak bir görüşün varolduğunu kanıtlamak istercesine, şeylerin onlarda gördüğü şeyi de ekliyorlardı.

    Anlama yetisinin oluşturduğu dünyada bu gizli işlemler ve bunların hazırladığı sevi iksirleri, idoller nasıl adlandırılabilir, nereye yerleştirilebilir? Bulantı’da sözü edilen, yıllarca önce ölmüş bir hükümdarın gülümsemesi ve bu gülümsemenin kendini bir tuvalin yüzeyi üzerinde tekrar tekrar yeniden üretmesi düşünüldüğünde, onun o tuvalde imge ya da öz olarak varolduğunu söylemek, çok az şey söylemek olur; ben tabloya bakar bakmaz orada varolan, onun en yaşam dolu anındaki haliyle ta kendisidir. Cezanne’ın resmini yapmak istediği “dünyanın bir ânı”nın üzerinden çok uzun bir süre geçti ama onun tuvalleri bunu bizim gözlerimizin önüne sermeyi sürdürüyor; ve onun Sainte- Victoire dağı, dünyanın bir ucundan ötekine kendini tekrar tekrar yeniden oluşturuyor ve bunu, Aix’e tepeden bakan o sert kaya oluşumundan başka ama güçlülük bakımından ondan aşağı kalmayacak biçimde yapıyor. Öz ve varoluş, imgelemsel ve gerçek, gözle görülür ve görülmez, ressam bize özgü tüm bu kategorileri birbirine karıştırarak tensel özlerden, etkili benzerliklerden, sessiz anlamlandırmalardan oluşan kendi düşsel dünyasını ortaya koyuyor.

  2. konuklar « Mutlak Töz Says:

    […] Bazı önemli konuklarımız olmuş! Deleuze, Adorno, Marlau-Ponty mezarlarından çıkıp gelmiş, birer yazı iliştirmişler kendilerini ilgilendiren mevzuların […]

  3. sun Says:

    göz ve tin’in 3,4 ve beşinci bölümlerininde bu şekilde güzel çevirisi ve açıklaması var mı acaba? eğer varsa nerden bulabiliri. metinin çözümlemesi beni oldukça zorladı

  4. eylül öğrünç Says:

    edmund husserl off yaw anlaması neden bu kadar zor. alman filozoflarını da anlamak sanat işi. okumalarımı bu yönde yapıyorum.. ama sanki edmund husserl de hala yakalayamadığım bir belirsizlik var. kaynaklar sınırlı… türkçe kaynak arıyorum yardımcı olursanız sevinirim.

  5. carrootjazz Says:

    Görüngübilimin kurucusu Hegel’dir.

  6. züccaciye Says:

    Hayir efennim Hegel, kendi felsefesine asla fenomenoloji ismini vermez. Akim olarak fenomenoloji ile kavram olarak fenomenoloji ayni degildir.

  7. volkan çelebi Says:

    Bence iki yorum da haksızdır. Kısmi haklılıklar sözkonusu. Carrootjazz şu bağlamda haklıdır, ilk fenomenoloji’yi biz hegel’de görürüz. hegel’in akım olarak onu sahiplenmesi başka bir şeydir, nesne ve fenomen arasında ayrımın temel olarak koyulması başka bir şey. bu konuda yapılmış birçok çalışma vardır,,, rockmore, westphal, vieweg, fulda ilk aklıma gelen isimler…

    metinleri daha yakın okursak, husserl’in görünüşte brentano’dan alarak geliştirdiği psikolojik temelin felsefi temelinin zaten daha çoktan alman idealizmi’nde bulunduğu görülecektir. kant’ta bunun ilk izleri görülür hegel ise gerçekten anlamda bir fenomenoloji koyar ortaya. burada biz fenomenoloji’den şeylerin özüne giden bir kesin bilim olarak felsefeyi anlamak zorunda değiliz… eğer husserl bu işi başlatmıştır diyeceksek şu anlamda fenomenoloji diye işe girmek gerekir, yani sınırlamak gerekir içeriği ve o zaman züccaciye haklı olur…

  8. oracle-dba Says:

    hegel in metodlarını anlatan bir kitap tavsiyesi verebilirmisiniz.

  9. Apéiron" Says:

    Bence Zuccaciyenın dedıgı daha Dogru…

  10. EYLÜL URAL Says:

    oracle-dba ya… Hegel Üzerine Yorumlar 1- Hegel Miti ve Yöntemi…
    Aziz Yardımlı çevirisi ile… İdea yayınlarından çıkmış. Tavsiye ederim.. Hegel in diyalektiğini Marx ın diyalektiğinden ayırmakta fayda var… Benzer bir ayrımı fenomenoloji içinde yapabiliriz… Bu noktada züccaciyeye katılmamak mümkün değil…. Hegel asla felsefesine fenomenoloji demez… Bunda sanırım bir kavram kargaşası var….

  11. kaindede Says:

    Kanımca kararımca Hegel sonrası, Hegel’e bulaşıp onu aştığını ileri süren her felsefe birer Hegel-metot-yorumu’dur.

    • kacakkova Says:

      bütün bu asma-asamama meseleri de yorum’dan cikiyor zaten.

      • kaindede Says:

        ne dersek diyelim son kertede hepsi birer aşmadır ama tözel öz açısından aşma olanaksızdır.

      • kacakkova Says:

        “tözel öz”? bilgi ve yöntemi noktasinda bir öz olanaksiz görünüyor bana.bütün bir felsefe ve düsünce tarihinin platon’a dipnotlardan olustugunu söylebiliriz, ama önemli olan dipnotlardir. bu yaniyla kutsal metinler’in dokunulmazligi bile tartisilir, yani asli metinler olarak dokunulmazliklari.öz’ün asilmasi olanaksizdir’a yorum’un asilmasini da eklersek tam olur saniyorum.

  12. kaindede Says:

    tözel öz’ü yanlış yazmışım, tözsel öz olacaktı ama bu “tözel öz” kavramı hoşuma gitti, kendi blogumda bununla ilgilir bir yazı yazacağım bu gece,:) tözel öz… kaandemirdoven.blogspot.com > bu arada kutsal metinlerin dokunulmazlığı konusuna gelince, sessizlerle yazılan bir kitabın özü nicedir acep?

  13. kaindede Says:

    Bu arada şahane bir blog ve harkülade bir içerik, dayanılmaz bir kafa, mutlak töz, yazarı her kimse… tebrikler… ilham vermesinin yanı sıra cesaret de veriyor… teşekkürler.

kaindede için bir cevap yazın Cevabı iptal et