buluştuğumuz yer burası, john berger

by

“Neden benim kitaplarımın hiçbirini okumadın?
Beni başka hayatlara götüren kitaplardan hoşlanırdım ben. Okuduğum kitapları bu yüzden okudum. Çok okudum hem de. Her biri gerçek hayatla ilgiliydi o kitapların, ama kaldığım yerden okumaya başladığımda, benim başıma gelenleri anlatan kitaplar değil. Ben okurken, her türlü zaman duygusunu kaybederdim. Kadınlar hep başka hayatları merak ederler, erkekler bunu anlamayacak kadar iddialıdırlar. Başka hayatlar, daha önce senin yaşadığın ya da yaşamış olabileceğin başka hayatlar. Senin kitaplarınınsa, benim yaşamak değil de ancak düşlemek isteyeceğim, tek başıma, kendi kendime, hiç kelime olmadan düşleyeceğim başka bir hayat hakkında olmasını umuyordum. Onun için iyi ki okumamışım. Ama camekanlı kitaplıkta görebiliyordum onları. Bu bana yetiyordu.
Bu günlerde saçma sapan şeyler yazmayı göze alıyorum.
Bir şeyler yazarsın, ne olduğunu da hemen anlayamazsın. Bu hep böyle olmuştur, diyor annem. Bilmen gereken tek şey, yalan mı söylüyorsun yoksa doğruları söylemeye mi çalışıyorsun. Bu ikisi arasındaki ayrım konusunda yanılmayı göze alamazsın bundan böyle.

[Buluştuğumuz Yer Burası, John Berger, sayfa.50, Metis]

Fernando Pessoa, acımasız bir kesinlikle, yolculuklara çıkanların hissetme yetisine sahip olmayanlar olduğunu söylüyor. Bu yüzden de seyahat deneyimlerinin aktarıldığı kitaplar zayıftır diyor, yazarlarının düşlem gücünden yoksudurlar bu metinler ona göre. Bu yaklaşımdaki kesinliğe bırakamıyorum da kendimi, genelde “gezi kitapları”nı, yazılarını okurken açıkcası zorlanıyorum bende. Nedendir bilmiyorum düşünmedim üzerinde, Pessoa’nın sözünü ettiği yoksunluktan belki. Bir yere gidilip görüldükten sonra aktarılan yazılarda genelde bir yavanlık hissederim. Oysa niye böyle olsun. Yazarın düşleminden ve izlenimlerinin çağrışımlarından yoksun olan her yazı, elbette bir kuruluğa mahkum oluyor. John Berger’in, Buluştuğumuz Yer Burası kitabı ise, içinden geçtiği kentleri anlatırken tam da bu yavanlığı aşıyor, Italio Calvino’nun Görünmez Kentler‘i kadar hayal gücüyle dolu bir hissetme yetisiyle bahsediyor kentlerden. Anıların, hayallerin ve gerçekliğin birbirine yoğrulduğu  kent hikayaleri çıkıyor ortaya, ki metin altındaki hayat sorgulamalarıyla, hem yaşama ve dünyaya dair derinlikli meseler dolanıyor satırlar arasında, hem de sadeliği ve cümlelerinin damıtılmışlığıyla cok lezzetli hikayeler beliriyor. Özellikle ölü annesiyle buluştuğu “Lizbon”un anlatılışı ve burada, annesini yeniden buluşu ve vedalaşması beni en çok etkileyen kısmı oldu. Ama Borges’ten söz ettiği “Cenevre”, kendisine kitapların ve yazının dünyasını farkettiren hocasıyla helalştiği  “Krakow”, sevgilileri ve arkadaşalarıyla karşılaştığı Madrid, İslington ve diğer yerlerdeki hikayelerde başka tatlarla dolu yine. Mekanları görmezden gelmeksizin kendi belliğini dolanır gibi katediyor kentleri Berger. Yazarların mekanlarla özel ilşkisi olduğunu düşünmemek elde değil, bu yanıyla. Neşeli, sakin, durulmuş, hüzünlü kent hikayeleri Berger’in anlatıkları, olabildiğince kişisel ve belkide bu yüzden, aynı zamanda olabildiğince etik ve siyasal. Berger, Görme Biçimleri gibi kuramsal kitaplarında dahi okurunu içine alan bir dilsel yalınlık ve açıklık sunar. Hayatın, düşüncenin ve edebiyatın incelikleriyle edinilmiş bir düşünme yetisiyle dil damıtılmış, demlenmiş ve süzülerek cümlelere dökülmüş gibidir. Buluştuğumuş Yer Burası, tam kıvamını bulmuş bir çay gibi, ağır ağır okunmaktan zevk alınan ve elden bırakılmak istenmeyen bir dille yazılmış. Bir yolculuklar kitabı. Ben öyle okudum. Her hikayede, geçmiş-bugün ve geleceğin içice geçişini, anılar, hayaller, vedalaşmalar, yüzleşmelerle kentin gerçek anlamını bulduğunu ve belkide ancak öylece görülebileceğini düşünerek okudum. “Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat” denir ya, gördüklerin de senin olsun demek lazım belkide, nasıl gördün onu anlat.

Sana bir şey söyleyeyim mi? Sanıyorum, şu aşağıdaki santa Justa kulesine dikkat etmemişsindir sen? Lizbon Tramvay Şirketi onun sahibi. İçinde bir asansör var, ama asansörün kimseyi bir yere götürdüğü yok aslında. İnsanları alıp yukarı çıkarıyor bu asansör. Oradaki platformdan çevreye bakıyorlar, sonra aşağı iniyorlar. Tramvay şirketinin kulesi. Bak John, bir filmde aynı şeyi yapar. Seni alır çıkarır, sonra da aynı yere geri getirir. İnsanların sinemada ağlamalarının bir nedeni de bu.
Ben sanıyordum ki…
Bırak sanmayı! Bilet alan ne kadar insan varsa, sinemada ağlamanın da o kadar nedeni vardır.

[sayfa.18]

2 Yanıt to “buluştuğumuz yer burası, john berger”

  1. cüneyt uzunlar Says:

    Seyahat bedenin ihtiyacı…

    William Reich seyahat tavsiye etmişti fakat beden değil zihne…

    Başka ülkelere gidin. Başka ulusların kuyruklu olmadığını göreceksiniz…

    Başka ülkelerin insanlarını yazmalı ki kuyruklu olmadıklarını görelim…

    Yazmak ideolojik bir şey…

    Gittiğin yerleri yaz o zaman beyenelmilelci gardaşım…

    Öyle yaz ki hissedelim onları…

  2. muratali Says:

    tatilden dönüp de canı sıkkın ,dinlenmediğini söyleyen birini sokrates e anlatırlar.sokrates de”kendisini de götürmüş.”der…gezmek böyledir,kendini taşıdıgın an gezi de yoktur.gezen mi okuyan mi daha iyi bilir’?”kalıp sorusu da sıkıştırır insanı.ikisi de bilmez.bilen yalnız gözlemcidir,ne okudugunu nereye baktıgını bilendir.gözlemin eşssiz gücünü bilmektir;deneyim hiçtir bazen,hani demiştir ya ünlü sanatçı”ölümü bilmek için öldürmek gerekmez”diye.gezmek de budur.sonra kavafis usta ne güzel der şiirinde,yeni kentler yoktur,yeni ülkeler yoktur…acı,taşındıgı yerde aynı kalır.bir de dipnot”rahmetli”müslümanlar için kullanılır.baudrillard için denmez bu.buna anlatımda bozukluk denir.yoksa ha müslüma ha hıristiyan olmuş ne gam,ateist olmuş ne gam.ama anlatım bozuklugunun oldugu aşikar

Yorum bırakın